05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

150. yılında ‘Madame Bovary’ ‘Akıl almaz bir meydan okuma’ daha okumalıyım, çünkü çoğul okumalar gerektiren bir roman bu, diyebilir. O halde, meraklısı için, Le Magazine Littéraire’in bu güzel dosyasında yer alan bilgileri özetleyip yorumlamakta, sonra da romandaki çokseslilik konusuna biraz değinmekte yarar var. Flaubert’in ünlü romanı ilk yayımlanışından 150 yıl sonra yine gündemde. ‘Le Magazine Littéraire’ roman için geniş bir dosya yayımlamıştı. ? Gülnihal GÜLMEZ laubert, Madame Bovary’yi 35 yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk romanıydı. Nisan 1857’de kitap olarak basılmadan önce 1 Ekim15 Aralık 1856 tarihlerinde Revue de Paris dergisinde altı sayıda tefrika edilen roman, okurla buluştuğu andan başlayarak merak ve şaşkınlık yarattı. Aralık sonunda da kitap ve yazarı “toplum ahlakına ve dini duygulara saldırı” suçlamasıyla yargılandı. Ocak 1857’de beraatla sonuçlanan bu dava romana duyulan ilgiyi artırmıştı elbette ama edebiyat çevrelerini asıl sarsan Madame Bovary’nin yenilikçi gücüydü. Daha Ekim 1857’de “akıl almaz bir meydan okuma” sözleriyle (Baudelaire), Flaubert’in ölümünden dört yıl sonra, 1884’de, “edebiyatta bir devrim” nitelemesiyle (Maupassant) yüceltilen roman bugün artık bir klasik ve kitap olarak yayımlanışının 150. yılında bir kez daha gündemde. Fransız Le Magazine Littéraire dergisi Kasım 2006 sayısında bu ünlü romana otuz sekiz sayfalık özel bir dosya ayırmış.(1) Dosyayı inceleyen biri dayanamayıp, yıllar önce, diyelim ki öğrenciyken ders ödevi olarak okuduğunda, “zavallı bir kadının insanı sinirlendirecek kadar aptalca gelişen öyküsü” diye geçiştiriverdiği, daha sonraları da, özellikle biçemini sorgulamak amacıyla, orasından burasından karıştırdıkça dilindeki ustalığı fark ettiği bu romanı tekrar eline almak isteyebilir. Dahası, Flaubert’in ve Emma Bovary’nin iç içe girmiş sözlerinin ördüğü kurgusal evrende birkaç gece boyunca sürecek okuma sürecinin sonunda da, bir kez SAYFA 18 F MADAME BOVARY’DE GERÇEKLİK ETKİSİ Bu kitabın roman sanatında mutlak bir yenilik olarak algılanması neyle açıklanabilir? Soruşturmaya gerçeklik etkisini ele alarak başlayanlardan Jacques Neefs (2), pek çok okurun romandan edindiği yaşanmışlık izlenimini hatırlatıyor önce ve Maupassant’nın bu konudaki değerlendirmesini anıyor: Bir yazarın kendi isteklerinin, görüşlerinin, düşünce biçimlerinin belli olduğu romanlardan farklı olarak, hayatın ta kendisinin görünüverdiği bir romandı Madame Bovary. Romanın yalnızca Fransa’da değil, tüm Avrupa’da, tüm kıtalarda, sayısız çeviriler, edebiyat ve sinematelevizyon uyarlamaları, karikatürler, çizgi romanlar şeklinde yılları aşıp günümüze ulaşmasını, Madame Bovary’nin evrensel düzlemde kabullenilmesine kanıt sayan Jacques Neefs, bu yorumunu Kenneth Burke’yi de anarak şöyle geliştiriyor: Büyük eserler, insanlığı derinden ilgilendiren özelliklerin oluşturduğu karmaşık bir bütüne bir ad verebilme gücüne sahip olanlardır. Nitekim, tıpkı Don Quichotte gibi, Madame Bovary, Emma Bovary, Emma da evrensel bellekte yaşayan kişilerin adlarıdır. Emma Rouault’nun, yani önce Tostes’da, sonra Yonville’de sağlık memuru olarak çalışan Charles Bovary’nin karısının zavallı öyküsü, hayalleri, sevgilileri Rodolphe ve Léon, mahvoluşu ve intiharı, eczacı Homais, papaz Bournisien, tefeci Lheureux ve daha birkaçı, XIX. yüzyıl Normandiya’sında kurgusal bir kasaba, hepsi, tuhaf bir şekilde, evrensel bir özdeşleştirmeye malzeme oluşturdu ve daha uzun yıllar da sayısız kullanımlara açık kalacak gibi görünüyor. (3) Oysa Flaubert, örneğin Fransa’daki Ry kasabası halkının kendi kasabalarını romandaki Yonville’le özdeşleştirmesine, ona model oluşturma onurunu sahiplenmesine ve yazarın bu kurgusuna tümden benzemek için kolları sıvamasına yol açan türden bir gerçekçilik anlayışını şiddetle reddeder: “Madame Bovary’de gerçek olan hiçbir şey yoktur. Tümüyle uydurulmuş bir öyküdür; Gustave Flaubert bu romana ne duygularımdan ne hayatımdan hiçbir şey koymadım. Yanılsama (eğer varsa) tam tersine eserin her türlü kişisel özellikten uzak olmasından kaynaklanıyor. Kendini yazmamak benim ilkelerimden biridir. Sanatçı, yaratı eyleminde Tanrı gibi olmalıdır, görünmez ve her şeye kadir; her yerde hissedilmeli ama görülmemelidir.” (4) Ne var ki, PierreMarc de Biasi’nin hatırlattığı gibi (5), Flaubert’in bu tür itirazları romanın yazıldığı yıllara değil, yayımlandığı ve mahkemedeki yargılamanın da etkisiyle adından çok söz ettirdiği bir döneme aittir. Yani, romanın gerçek bir çevrede geçen gerçek bir öyküyü anlattığı söylentilerinin yayıldığı, romandaki yer ve kişilere gerçek göndergeler arandığı, öyle ki, SaineInférieure bölgesindeki tüm papaz ve eczacıların kendilerinin hedef alındığını düşünüp Flaubert’e ateş püskürdüğü döneme. Yoksa, kaynaklara dayanan bir gerçekçiliği hiç de benimsemediği yolundaki tüm itirazlarına karşın, romanını oluşturduğu dönemde Flaubert, tam da Balzac’ın yaptığı gibi, pekâlâ gerçek olgulardan yararlanmıştır. Ama göndergelerin kesin doğruluğu konusunda gösterdiği tüm titizliğin ötesinde, Flaubert’in seçimi Balzac’ınkinden farklıdır: Yazar olarak kendini geri çekip dışarıdan karışmalardan arındırılmış bir anlatımla gerçeği olabildiğince yansız biçimde sergilemeyi, anlamlandırma, yargıya varma sorumluluğunu okura bırakmayı yeğlemiştir. Gerçeği bu şekilde sergilemede birinci derecede önemli olan gönderge değil, biçemdir; biçem asıl olunca gerçekçi ayrıntılar alabildiğine özgürce işlenebilecektir. Şiir geometri kadar kesin bir şeydir. Bir sonuca ulaşmak bir şeylerden sonuç çıkarmanın yerine geçer, ve sonra belli bir noktaya ulaştığında, ruh adına ne varsa artık bu konuda yanılmaz olursun. Eminim, benim zavallı Bovary’im, yirmi kasabada birden, şimdi şu saatte, acı çekiyor ve ağlıyor.” (6) Gerçeği yazı yoluyla yaratma eylemindeki Flaubert, yine PierreMarc de Biasi’nin hatırlattığı gibi, izlediği yöntemin ne denli etkili olduğunu daha romanı yazma aşamasında şaşkınlıkla fark etmiştir: “Bugün büyük bir başarı elde ettim. […] bu sabah, Rouen gazetesinde, belediye başkanının […] yaptığı konuşmadaki bir cümlesine rastladım; bu cümleyi ben önceki gün aynen Bovary’de (Tarım Şenliği’nde, bir vali söylevinde) yazmıştım. Yalnızca aynı fikir, aynı kelimelerle değil, aynı biçemsel uyumla da. Bunların hoşuma giden şeyler olduğunu saklayamam.(7) Yazıyla ulaşılacak bir gerçek yaratma peşindeki Flaubert’in bu amaç için yaptığı seçimler yapısal bir bütünlük gösterir: Ayrıntının bütünle sürekli ilişkisi, yeri belirsiz bir anlatıcının olayları farklı bakış açılarından yansıtması ve serbest dolaylı anlatım kullanımı, yazarın sayısız müdahalelerinden ve kişisel görüşlerinden arındırılmış bir nesnellik, insan ruhunu işlemedeki kesinlik, bayağılığın, kalıplaşmışlığın izini sürme, içkinlik, yoğunluk, dildeki ahenk ve uyum, düzyazının ritmi …, hepsi birlikte bir düzyazı idealini oluşturur. GERÇEĞİ YARATMAK Zaten romanı yazdığı beş yıl boyunca hep bu gerçeklik etkisi arayışını sürdürmüş olan Flaubert de, sadık okuru ve metresi Louise Collet’ye yazdığı 14 Ağustos 1853 tarihli mektupta farklı bir şey söylemiyor: “[…] Kendi yarattığın her şey gerçektir, bundan emin ol. KONUNUN ÖNEMSİZLİĞİ VE BİÇEMİN GÜCÜ Yine Jacques Neefs’in hatırlattığı gibi gibi (8), Flaubert’e göre, romanın gücü ancak bir düzyazı idealinde aranabilir. Kendini bir “kalemadam” olarak tanımlayan yazarın binlerce sayfalık karalama boyunca hep hedeflediği ideal, Louise Collet’e yazdığı bir mektupta söylediği gibi, hem düzyazıyı olduğu gibi koruyarak ona şiirin ritmini kazandırmak, hem de sıradan, günlük yaşamı KİTAP SAYI ? CUMHURİYET 900
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle