Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? gıçtaki o harika duygunun beklenmedik bir anda ve biçimde nasıl yoğun bir sızıya dönüştüğü, üstelik o ağrının altından kalkılması zor bir acıyı işaret ettiği düşünülebilir. Benzer metaforlar ve daha önemli saptamalar öykü içinde daha yoğun yer alıyorlar aslında. Çok güzel bir tanımlama yapıyorsunuz: “Sürprizlerin, aşkın, buluşmaların ve arzunun zamanıydı da anılar geleceğe mi ertelenmişti?” Anılar ikinci planda kalmaya, ama gün gelip, bir anda yüzümüze çarpmaya mahkum mudurlar? İNSAN OLMANIN AYRICALIĞI Bizi etkileyip belleğimizde kalan, üzerinden zaman geçtikten sonra anımsadığımız yaşantılardır anılar. Saklandıkları yerden zaman zaman yüze çıkıp bize yeniden görünürler.Yaşadıklarımızı biriktirmek, anılara sahip olmak insan olmanın ayrıcalığıdır. Elbette anılar yaşandıkları andaki şimdide doğarlar, ama geleceğe aittirler. Kendiliğinden geleceğe ertelenmişlerdir. Ama sonradan anımsanan şimdide geçmişe ait olurlar. Anımsamaksa yaşadıklarımızı yeniden ve soyut biçimde yaşamaktır ve çoğu kez daha etkilidir. Yaşarken o anın sıcaklığı içinde hissedemediğimiz birçok duygu sonradan bize daha anlamlı, derin, olağanüstü ya da yıkıcı ve kahredici görünebilir. Şu var insan belleği kötü anıları gömmeye, derinlere atmaya eğilimlidir. Güzel olanları ise, tozlarını alarak daha da parlatıp süsler. Taş ve Ten’de de Ulya, yaşadığı güzel bir anı sonradan daha büyük bir zevkle anımsamak için mi yaşadığını sorar kendine. Burada ise bir kayıp var. Kağan’ın ölen karısıyla yaşadıkları birdenbire ve çaresiz bir biçimde anıya dönüşmüştür. Artık gerçek “şimdiki zaman” da kaybedilmiştir. Anıları saklayan geçmiş zaman şimdiki zamana taşınmak yoluyla ne kadar süslenirse süslensineksik gedik yaşanabilecektir. Bu yüzden mi Kağan o an safra ve tükürükle birlikte ‘zaman’ı da kusuyor? Zamana işlevsel biçimde hâkim olamamanın getirdiği bir tepkidir bu. Genç adamın zamanın yalnızca ileriye gidip geri çevrilemezliğine duyduğu ret ve öfkedir. Kazanın olduğu dakikaları, sürdüğü otomobilin at arabasına çarptığı anı geriye giderek yok etmeyi istemekte, karısını geri kazanmayı şiddetle arzu etmektedir. Bunun imkânsızlığıyla, geleceğini kaybetmiş olmanın acısıyla kusar içini bulandıran safralaşmış, acımış, işe yaramaz, karısını geri getirmeyecek zamanı… Hal böyle olunca da zamanla fazla uğraşmamak gerektiğini mi anlamalıyız? Tıpkı Siyah Lale’de olduğu gibi: “Gerçekte akacak, gidecek yeri olmayan tuhaf bir kavramdı zaman ve insan bunu ancak onarılmaz biçimde zarar görerek eksik kaldığında anlıyordu.” E öyleyse, anı yaşamalı insan, diyebilir miyiz? Bu kadar basit değil. Herkes, iyi ya da kötü oluşu yüzünden yani özlemle ya da yok etmek üzere zamanı bir kez olsun geri almayı, geri çevirmeyi istemiştir. Ölümle ilgili deneyimlerimiz konu olduğunda bu daha da şiddetle hissedilir. Yeniden genç olmayı, uzun süre özlenmiş bir sevgiliyle buluşulan güne gitmeyi kim istemez? Canı kadar sevdiği evladını kaybetmiş bir anne baba geriye dönüp onunla bir gün daha birlikte olabilmeyi nasıl hayal etmez? Zamanın engellenmez biçimde elimizden kaçıp gidişi bizi çoğu kez çaCUMHURİYET KİTAP SAYI resiz bırakır. Zamanla ilişkimiz trajiktir aslında. Bu yüzden zaman üzerine düşünmekten vazgeçemiyorum. ‘Lale’ figürü, ölümün ötesine geçiyor ikinci öyküde; öyle ki, ölenin yerine geçip, onu unutturmaya yöneliyor… Ya da biz buna acının dindirilmesiyle ilgili bir simge olarak bakalım, ne dersiniz? Öyküde anlatıyorum bu durumu. Başındaki alıntıda: “Yas tutmayı göze almanın akılcı bir biçimi olmadığı, yas tutmayı göze almak için onun biçimini değiştirmek ya da bozmak gerektiği..” vurgulanıyor. Kuşkusuz lale bir simge burada. Erkeğin yas tutma sürecinde yöneldiği, aşkının, kaybının yerine koyduğu bir ruhsal ödünleme nesnesi. Kahramanın kavgacı bir kişiliği olduğu için ölüm karşısındaki tavrı da teslimiyetçi değil. Hayata tutunmak ve onu yeniden düzenlemek için çaba gösteriyor. Ancak seçimi yanlış. “Yüreğini bir hayalin aşırılığına kaptırmış olduğundan” bu çaba işe yaramayacak, Lale de, kendisi de “gerçek anlamda var olmama duygusunu paylaşmaktan öteye geçemeyecekler”dir. Belki de “Laleler yalnızca bir avuntu…”dur. Bütün öykülerde olduğu gibi bu öyküde de insanın ölüm karşısındaki çaresizlik ve yalnızlığını anlatmaya çalıştım. Ölüm gidenler için de yalnızlık, ama geride kalanlar için çok büyük, çok dayanılmaz bir yalnızlık... “Rüyalarımızın, hayallerimizin ve yanılsamalarımızın ille de açıklanması gerekmiyor. Eğer bütün bunları katı gerçeğin içine çekmeye ve mantıklı açıklamalarla çözmeye çalışsak hayatımız çok kuru bir hale gelirdi” diyor İnci Aral. Yukarıda Erdem Öztop’la birlikte... Bence sadakat, özde bir metafor olarak yer buluyor bu öyküde… Pek hoşlanmasam da aynı kalıplı soruyu soracağım, ne yapayım, burada da bu gerekiyor, “ne dersiniz?” Bu öyküye alışıldık kadın erkek davranış kalıpları açısından bakmak doğru olmaz. Bir kere ikilinin, genç adam lale kadın, ilişkisi o kalıba uymuyor. Burada sadakat bir metafor olabilir, ancak ben bir isme, hatıraya, kayba, yani ölüme bağlı başka tür bir arayışı, daha çok da fantastik bir yalnızlık dünyasını anlatıyorum. Tutku gibi görünüyor olsa da ölümün şiddetlendirdiği bir sapmayı konu ediyorum. Sadakat ya da sadakatsizlik bu bağlamda bir anlam taşıyor mu? Bence hayır. Öykülerim çok akıcı ve kolay okunuyor olabilir, ama iyi okurlarımın satır aralarında görünenden fazla derinlik bulacaklarından eminim. Anatomi Dersi üzerinde duralım biraz da; bu öykünün temalarından birinde, kadavra aracılığıyla ölüm sorgulanıyor. Sonunda insanın bir gün, her şeyden arınmış salt ete dönüşeceği ve bunun için de yaşarken hakkı verilmeli mi denilmek isteniyor? Sadece ölüm değil. Anatomi Dersi genç bir tıp öğrencisinin kadavra çalışmalarıyla birlikte kendi bedenini, varlığını ve canlılığını keşfetme yolculuğu. Taşralı bir kızın korkular, çekingenlikler ve yalnızlıkla dolu dünyasını aydınlatan, yeterince sevilmediği için boş kalan ruhunu onaran ölü bir denizci oluyor. Hülya kaptanla birlikte ölümle, hayatın çeşitli görünümleri ve asıl anlamı olan sevgiyle tanışıyor. Yanılsamalara, rüyalara sığınarak korkularıyla yüzleşiyor ve kendini ilk kez tamamlanmış hissediyor. Şunu merak ediyorum; gerek Pembe Kayışlı Saat’te Pelin’in saatinin kaybolması, gerekse de Anatomi Dersi’nde Hülya’nın trende, bir gece vakti yanına oturduğunu sandığı Kaptan’ın, ertesi gün kadavra olarak (ki bu rüyasında haber verilir ona) karşısına çıkması nasıl açıklanabilir sizce? ÖLÜM VE ZAMAN... Rüyalarımızın, hayallerimizin ve yanılsamalarımızın ille de açıklanması gerekmiyor. Eğer bütün bunları katı gerçeğin içine çekmeye ve mantıklı açıklamalarla çözmeye çalışsak hayatımız çok kuru bir hale gelirdi. Pembe Kayışlı Saatteki yazar bunu “üst düzey duygusal tasarım, güçlü bir bilinç sıçraması ve var etme çabası” olarak açıklar yine de. Burada, mistik bir yan yok. Ölüm konu olsa da öykülerimde hiçbir gizemci ya da mistik unsur yok. Kitaptaki gibi; “Sanrı, evet ama büyük bir şey. Bir yürek çarpıntısı, ince bir ürperiş, bir kıvılcım. Varlıkla yokluk arasındaki çizgide bir anlık dinlenme, kararsızlık…”tır bu. Ölüm ve zamanla ilgili algılarımızın kimi zaman gerçeklik boyutunu aştığını, bazen de yanılsamaların gerçeğin ta kendisi olduğunu zaten söylüyorum önsözde. Hayal gücünün soyutlamayla kurmacaya dönüştüğünü de. Bir ‘Baba’nın hazin öyküsü… Fişlerin çekiliş sahnesi ve son cümle; “tantanalı, cenaze törenine kokusuz çiçekler ve plastik kuşlar yollayacağım”. Belki de ironi ve hüznü bir arada veren/sezdiren bir cümle bu, katılır mısınız? Evet sanırım bu öyküde ironi ve hüzün iç içe ve birbirlerini tuhaf ama etkileyici bir biçimde destekliyorlar. Bunun nedeni koma halinde yatan bir mafya babasının birbirinden ayrılmış bedeniyle ruhudur. Ruh özgür kalmıştır. Odada gezinir durur ve anlatır. Ölmekte olan bedeni terk edip kendine yeni birini bulmaya kararlıdır, çünkü aralarında öteden beri bir çekişme vardır. İlginç, eğlenceli, yine de trajik bir hikâye, öyle değil mi? Kesinlikle. Son olarak ne(ler) söylemek istersiniz? Mesela ben yeni bir İnci Aral romanıyla ne zaman karşılaşacağımın merakı içersindeyim… Bir çalışmam var. Ancak yakın zamanda bitmeyecek, biraz zaman alacak sanıyorum.? Ruhumu Öpmeyi Unuttun/ İnci Aral/Epsilon Yayınları/190 s. SAYFA 5 İllüstrasyon: Ayşen Baloğlu 835