Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yazarlar tuttukları aynayla kendimizi sorgulama fırsatı da yaratıyor bizim için. Bir döneme ayna tutabilmek birey olmayı gerektiriyor, bireyin anısı, bu anlamda ciddi değer taşıyor işte. nı” sözcüğü, anımsamak, duyumsamak gibi eylemleri aşan bir anlam alanına çıkarmıyor mu bizi? Öyle ya “tanıklık” bağlamında ele alındığında anımsanan biçimiyle değil, dinlendirilip süzgeçten geçirilmişliğiyle var o. Öyleyse birey olmanın dayattığı bir “zor”, tanıklık. Anımsananları seçip sıralamak, kolay mı? Bu, bireyin yıllar içinde geliştirdiği dünya görüşüne koşut ortaya çıkıyor. Demek ilkin bir dünya görüşü kazanmanız gerek! O en genel hayat karşısındaki duruşunuzu, size düşen pay olarak yaşamınızı, bunun içindeki yaşantı dilimlerinizi, bu dilimleri ören anlarınızı birer anımsama gereci olmaktan çıkarıp anıya dönüştürebilmeniz için, dünya görüşü kurmanız zorunlu. Anımsamak, insanın doğuştan getirdiği bir yetenek belki, ama anısı olması, bilinç durumunu yansıtıyor yine de insanın. Böyle bir bilinç aşamasına varılmadan, yani birey olunmadan, dogmalar kırılıp tabular aşılmadan, çoksesliliğe varılmadan kişinin yaşadıklarını, başından geçenleri seçebilmesi, sıralayıp yeniden yapılandırabilmesi olası mı? Bunun için kentli olacaksınız, kentli birey olarak dünya görüşü edineceksiniz, bunu kendinizin kılacaksınız, sonrasında bir başkasıyla hatta benzerleriyle de özdeşleştirilemeyecek bir anılar demetine ulaşacaksınız. Taşralının anısı olabilir mi? Taşralılık, bireyliği yoksayan bir anlayış getirmiyor mu? Taşradaki kişinin anısı, ötekileriyle, taşra neresiyse oradaki taşralılarla ortaklaşa yaşanan bir değerin paydaşlığı değil mi? Bir uyarlığın, katılmacılığın, boyun eğmenin anısı öyleyse bu, bu yüzden de anı değil, anımsanan anlar toplamı yalnızca. Taşrada yaşayanların, ortak yaşam parçaları var; biri ötekine, öteki berikine benzeyen, giderek bir örnekliğe dönüşmüş, ama bireyce anıları yok! Neredeyse önceden belirlenmiş bir yaşamın hep birlikte ağır ağır süpürüldüğü, hiç kimsenin karşı çıkmadan benimsemiş göründüğü yaşama anları bunlar, o kadar. Özetle soluyanlar ayrı da olsa yaşanılanlar aynı taşrada. Bu çerçevede kentlilik, anısı olmak anlamında da alınabilir pekâlâ. Yazarların verimleyişleri de bunun yansıması işte! Öyle ya, anıların en kutsalının yazarların ürünlerinde gezindiği öne sürülebilir. Artık bunlar öyle bir sınırdadır ki, bir uçları anıya, belgeye uzanır, ama öte uçları kurmacadır, düştür! Yazar, öylesine dönüştürmüştür ki anılarını, biz bunu sanat yapıtı olarak alımlarız yine de. Yazarların gelişmiş kentliler, bireyler olması boşuna mı? Okuyun bütün yazarları, yaslandıkları yaşamsal gerçeklik tektir, kazıyın yapıtlarını; altından kendileri çıkar her kezinde. man Akarken’i okurken. HİKMET ÇETİNKAYA: “ÇAĞIMIZIN ÜÇ TANIĞI” Yazarlar, kimileyin doğrudan anlatmak yerine bir başka yazar aracılığıyla da aktarabilir söyleyeceklerini. Ayrıca Nevzad Sudi, Yıldırım Keskin gibi İstanbullu değil taşralı, hatta köy kökenli de olabilir. Ne var ki yazar, kentli olmak, kentlilik bilinci yansıtmak zorunda yine de. İşte Hikmet Çetinkaya’nın Çağımızın Üç Tanığı (Günizi, 2004) adlı yapıtı, bize biri Adana’dan, öteki Söke’den iki yazarı, onların anılarını, tanıklıklarını getiriyor önümüze: Muzaffer İzgü ile Samim Kocagöz’ü. Öteki tanık Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na bir başka yazıda yer açmak daha doğru olacağından İzgü’yle Kocagöz’e değineyim istiyorum yalnızca. Her iki yazarın tanıklığını burulmayla, acının eşlik ettiği alımlamayla okuyorsunuz. Bir açıdan toplumsal tarih dersi alıyorsunuz bu iki yazarımızdan. Evet, anılar tanıklığa denk düşüyor, yaşanılanların içinde bir sürüklenmeye değil! Hikmet Çetinkaya’nın yazar tanıklığını kışkırtan sorularının da bunda katkısı var kuşkusuz. İzgü’nün anlattıklarını bir gözünüz gözyaşı tomurcuğu, öte gözünüz şıkırdımlı sevinç ıslığı öyle okuyorsunuz. Çocukluğunu bir arsada yağmurun viran ettiği, selin sürüklediği yıkıntıda geçiren İzgü bakın ne diyor Çetinkaya’ya: “Bana her zaman sorulmuştur, ‘Niçin çok dayak öyküleri, polis öyküleri yazıyorsun?’ diye. Nasıl yazmam ki, polisten ilk dayağımı yediğimde daha sekiz yaşına basmamıştım. Azılı hırsızlığım mı? Kavun çalmıştım.” (86) Samim Kocagöz, ilk öykü kitabını 1941’de yayımlıyor. Büyük öykü ustaları çağında… Evde, çok küçük yaşlardan başlayarak annesinin babasının geniş kütüphanesinden yararlanıyor. “… Bol bol öykü yazıyor. Öyküsü Yücel dergisinde yayımlandığında okulda kıyamet kop(uyor).” (122) Sonra, o öykü devleriyle yüz yüze geliş… İşte Sabahattin Ali’yle ilgili ders niteliğindeki tanıklığı: “Benim Ses dergisinde ‘Yarın’ adlı bir hikâyem çıktığında, Ankara’da konservatuvarda öğretmenlik yapan Sabahattin Ali’ye, ‘Bir Samim Kocagöz çıktı, senin pabuçlarını dama attı, atacak’ demişler. Bir kızmış, bir kızmış. Benim adresimi arıyor, bulamıyor, bilmiyor benim yerimi. Yusuf Ahıskalı’ya bir mektup yazıyor, alamadım elinden o mektubu. Mektupta Sabahattin Ali, şöyle yazmış: ‘Yüz tane Sabahattin Ali, yüz tane Samim Kocagöz bu memlekete az gelir.’ “ (129) Yazarlar tuttukları aynayla kendimizi sorgulama fırsatı da yaratıyor bizim için. Bir döneme ayna tutabilmek birey olmayı gerektiriyor, bireyin anısı, bu anlamda ciddi değer taşıyor işte. Hoş kırsal alanda bir biçimde anılarını yazmaya girişenlere de rastlanmıyor değil! Bunlar bireyleşme sürecinde kendilerini geliştirenler kuşkusuz. Kimi kentlilerde de gözleniyor bu tutum. Sözgelimi Zakire Büyükfırat’ın anı kitabı Kuzguncuk /Bellâ Vista Hoşçakal (Sone, 2005), bu bağlamda tam bir kent tanıklığı bana göre. Ne dersiniz, haftaya başka örneklere uzanarak da sürdürelim mi konuyu?? SAYFA 29 M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası “A Anılar, tanıklıklar lendirmeler yapıyor… Biri, değerlendirmeye girişiyorsa, önündekini diğerinden, nesneyi ötekinden ayırıyor, olayları olNEVZAD SUDİ: guları karşılaştırıyor, bugünün ya“KÜLLÜK ANILARI” nına geçmişi koyuyor, bunları tarihlerine, tarih içindeki uzamlarıNevzad Sudi, A.Nevzad Odna yerleştiriyor demek değil miyakmaz olarak yıllardan bu yana dir? Nevzad Sudi, bunu hakkıyla şiir verimlemiş değerli bir yazıncı. yapıyor, üstelik kıskanılaNevzad Sucak şavkımada bir dille. di’nin anılar Gerçekten de bir yademeti, bu zıncının, hele de şairin bağlamda söyelinden çıkınca anılar, tanıklığın da ötesine geçiyor, düpedüz yazınsal tatlar derdiğimiz, alımlamaya açık, estetik bütünlük, özgünlük taşıyan “yapıt”a dönüşüyor. Dildeki yalınlığın, duruluğun ulaştığı düzey, dikkat çekici boyutta. Nevzad Sudi Zaten yapıtın şair elinden çıktığı ilk ağızda belli oluyor hemen. Tümce kuruluşları, leyegeldiklerimizi somutlayan güsözcük seçişleri, deyiş köpürtüşlezel bir örnek: Küllük Anıları ri sarsıp silkeliyor bir anda insanı. (1987, üçüncü basım: Me(f)isto, Sözgelimi şu söyleyişler buna ör2002). Görgü kitapları da kaleme nek: Bulucuk, yunak, artam, batalmış bir yazar, şair o. Küllük Anıkın, varışlı, duyultu, sürmece, düları, bu addaki uzamın temele zence, okşar övgü, kapılgı, gülünalındığı bir anı kitabı. 1930’larda, tüçizim, satkın, dizeç, çevrel sıra, 40’larda yazıncıların, öteki türlerkökleşik, karmaç, gizdökümü vb. de ürün verimleyen sanatçıların Nevzad Sudi’nin anılarını okugelip gittiği bir kahve. duktan sonra iyi ki yazmış bunları Yazar, “Küllük Kahvesi”ne diyorsunuz. 1939’da adım atmıştır ilk kez (32). Kahve iki bölümdür, ön bölümde YILDIRIM KESKİN: oturanlarla arka bölümde oturan“ZAMAN AKARKEN” lar ayrıdır. Nevzad Sudi, tanıdığı Yıldırım Keskin’in Zaman hemen her yazarı, çevresindeki Akarken (Dünya, 2005) adlı anı her kişiyi, dış görünüşünün yanınkitabı için “Edebiyat ve Diplomada ruh haliyle de yansıtıyor bize, si Anıları” altbaşlığını seçmesi hem de şaşırtıcı bir biçemle… Nigözden kaçmıyor. tekim Celâl Sılay, Rıfat Ilgaz, SaÖtekiler bir yana, kitabın Yaşar lâh Birsel, Neyzen Tevfik vb. ünNabi Nayır’la, Muhsin Ertuğlüleri öylesine canlı aktarıyor ki rul’la, Aziz Nesin’le ilgili bölümleyazar, tanımayan okur bile onları rinin ilginç açılımlar getirdiğini yakından tanıyormuşçasına bir ikbelirteyim. Gerek yazınımız gelimde geziniyor kitapta. rekse tiyatromuz bağlamında bu Nevzad Sudi, anlatımına yargıanıların okunmasında büyük yarar lar, düşünsel öne sürüşler de yervar bana göre. Gerçekten de biz leştiriyor. Kuşku yok ki bu tanıkYıldırım Keskin’in anılarını okurlıklara kendi iç çatışmaları da yanken Yaşar Nabi’de genç yazarlarla sıyor onun. Düş kırıklığı, şiir sanailişkilenmenin, Aziz Nesin’de yatında kendine biçtiği gelecek, öğzarlığın dip sularında yol almanın, renim, aile, iş vb. kaygıları, dostlaMuhsin Ertuğrul’da hakkıyla tirıyla ilişkisi, alışverişi. Evet evet, yatro sanatçısı olabilmenin anlaNevzad Sudi’yi de, üstelik hem insan hem şair olarak tanıyıp yerli yerine oturtabiliyoruz yapıt boyunca. Çok içten bir tanıklık bu; çuvaldızı başkasına, ama iğneyi de ille kendine batıran türünden. Demek ki oldukça nesnel bir yaklaşım! Yazar, törel, hukuksal değerler, aydınlanma devrimi, siyasa, yazın vb. pek çok konuda bunlara tanıklık yapmış biri olarak tutanakçılık, kopyacılık Yıldırım Keskin yerine apaçık değerİlginç olan şu ki, anılarını kaleme almadan duramaz yine de yazarlar. SAYI 835 mını daha derinden kavrıyoruz. Keskin, yapıtını, bir portreler kitabına dönüştürüyor neredeyse… İşte Yaşar Nabi Nayır ve Varlık için söyledikleri: “Varlık dergisi… genç yazarlar için ne büyük bir nimetti, yazılarını yayımlayabilecekleri böyle bir derginin yayımlanmakta olması.” “Varlık Yayınları o dönem gençlerinin eğitimlerinde, yetişmeleri ve dünyaya açılmalarında vazgeçilmez bir hazine oluşturmuştur.” Yazar, kendi yapıtlarıyla ilgili de şu açıklamayı getiriyor: “İnsansızlar’ın Paolo Cerulli tarafından İtalyancaya, Soruşturma’nın Viorica Dinescu tarafından Romenceye çevrilmeleri, Varlık ve Yaşar Nabi’nin aracılığıyla olmuştur.” (17 vd.) Yazarın, Bulgaristan’da büyükelçiyken Aziz Nesin için getirdiği tanıklık da ilginç: Hikmet Çetinkaya “… Aziz Nesin kolay bir adam değildi. Türkiye’de nasıl kabına sığmaz bir yazar idiyse, Bulgaristan’da da öyleydi. Bulgaristan’a geldikçe, yönetimin soydaşlarımıza uyguladığı kötü muamelelerle uğraşıyor ve Bulgar yetkililerini her yerde, en ağır biçimde eleştiriyordu. Bulgarlar, bu eleştirilerden çok rahatsız oluyor ama, sosyalist bir yazara da bir şey yapamıyorlardı. … Bulgar yetkililere ağzına geleni, bu arada yapılanların sosyalizme sığmadığını da kendi biçemi içinde söylüyordu. Aziz Nesin’in soydaşlarımızı bu şekilde koruması onun Türkiye’de bilinmeyen bir yönüdür.” (136) Şunlar da Muhsin Ertuğrul için söyledikleri: “Uzun yaşantısı boyunca önemli destekler görmüştür; niçin yadsımalı? Ama çetin savaşımlar da vermiştir. Bildiğini savunmaktan hiç kaçınmamış, özellikle tiyatronun ve tiyatrocunun onuruna toz kondurulmamasına özen göstermiş ve gerektiğinde şapkasını alıp gitmeyi bilmiştir.” (100 vd.) Yıldırım Keskin de Nevzad Sudi gibi, yazınsal yapıttan beklenebilecek bütünlükte, özgünlükte örüntülüyor kitabını. Bu nedenle bir romanın sayfaları arasında geziniyorcasına tat alıyorsunuz Za CUMHURİYET KİTAP