Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? günahlarının kefaretini ödemek üzere yaratıldık." Ayrıca, zamanın kendisinin sorgulanması, ‘kurmaca âleminin kendi zamanının sürekliliğini yaratması ya da kahramanların zamansızlığa bırakıverilmeleri yaratıcının bir diğer ‘oyun alanı’. "İki trafik kazası, iki faili meçhul aynı hikâyede çok fazlaydı. Bir kez olan tesadüftür, iki kez olansa... İki kez olan doğal değildir. Zaman, Tanrı’nın her şeyin bir kez olmasına izin vermesi için vardır." Neşet Akıncı’nın başından geçenlerde de, Cem’in yaşadıklarında da birkaç açıklanması güç tesadüfün üst üste gelmesi söz konusuydu. Roman boyunca yazar bu kadar tesadüfün bir yaşam için fazla olduğunu sürekli yineliyor. Yazar bir yaşam kuruyor, bazıları açıklanabilir nedenlerle gelişen, bazıları da tesadüfen yaşanan olayları diziyor, bağlantılar kuruyor ve bunların gerçek hayatta bu şekilde ve hatta aynı günde yaşanma olasılığının düşük olduğu konusunda okuyucuyu sık sık uyarıyor. Böylelikle okuyucunun bir kurmaca içine girmiş olduğunu sürekli vurgulayarak hoş bir üslup yakalarken bir yandan da tüm olası gelişmelerden kuşku duymamıza neden oluyor. Örneğin Cem gazete haberini okuduğu anda, o olayla ileride bir bağ kurulacağını düşünüp, beklemeye ve merak etmeye başlıyoruz. Hatta Murat Gülsoy’un oyunlu, şaşırtan sonlarına hazırlamaya başlıyoruz kendimizi. Murat Gülsoy’un anlaşılır ve akıcı dili bu romanda daha da sadeleşmiş. Bu sade üslup okuyucuya, anlatıcının anlatma ve hatta düşünme hızına yetişebildiği hissini veriyor. Özellikle anlatımı güçlendiren parantez içleri, bazen dışarıdan bakan, durumu açıklayıcı, sorgulayıcı veya duruma vurgu yapan cümleler, bazen de ayrıntılara değinen ‘acıklı’ ya da ‘komik’ ya da ironik açıklamalar. Eşini düşünürken kullandığı kelimeleri kendi kendine sorgulayan Cem oldukça etkileyici: "(Giderayak. Kızıyor musun Cem?)" Başka bir örnek: "Cem Serap’ı, Aslı da Cem’i bırakmamıştı (Gerçekten mi?)." Bir başkası da şöyle: "Kimseye ihtiyacı yoktu (Vardı!). Burada beklemekten başka bir işi yoktu (gerçekten de yoktu!). Serap’ın başında bekleyen hadım bir rahipti (Hadım?)." Enis BATUR Pervasız Pertavsız ÇOK KATMANLI YAPI Romanın çok katmanlı bir yapısı var. Kitabı baştan sona bir aşk hikâyesi olarak okumak mümkün: Zamanla eskiyen bir ilişkinin aşk üçgenleri yaratması. Cem ve Serap’ın ironi ve kara mizahla karışık tartışmaları çok gerçekçi. Farklı bir göz aynı romanı, birkaç neslin farklı insanlarını anlama çabası olarak okuyabilir. Kitabın önemli bir bölümü Serap’ın babasına, babakız arasındaki soruna ayrılmış. 1980 öncesinde asker olan babanın, sonrasında personel müdürlüğüne oradan yönetim kurulu üyeliğine terfi etmesi ve bir sonraki dönemde de şirketine el konması; hepsi Türkiye’nin yaşadığı kritik dönemlerin mimarlarının durumunu ortaya koyar nitelikte. Kişisel dramlar da yaşananlara farklı bir boyut kazandırıyor. Emeklilikten personel müdürlüğüne geçişte ‘eskiyen’i bırakıp genç ve güzel bir kızla evlenmek ve kızını yok saymak da değişen yaşamın gereği. Bir de ’80 sonrasında doğanların kimlik ve aidiyet sorunlarını dile getiren Aslı var. Üçüncüsü ise ‘mistik deneyimler’i merkeze alan bir okuma olabilir. N.A.’nın hapishanede yaşadıkları ve özellikle yaptığı resim oldukça etkileyici, fantastik hikâyeleri sevenlerin ilgisini daha fazla çekecektir. Cem ve Neşet’i birbirine bağlayan ve ikisini de aklın sınırında tutan, yaşadıkları travmalar ve yine aynı nedenlerin ikisini de mistik arayışa sürüklediği söylenebilir. Tabii yazarın yaratıcılık üzerine bir oyun kurmuş olduğu da unutulmadan. Sonuçta Sevgilinin Geciken Ölümü okuyanların tamamı için zengin ve keyifli bir okuma sunuyor. ? Sevgilinin Geciken Ölümü/ Murat Gülsoy/ Can Yayınları/ 200 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI ir kitap nasıl, ne kadar neden kaybolur? Bu soru nicedir önümde dikiliyor ya, ‘kaybolmak’ derken tam söylemek istediğim nedir, önce bunu aydınlatmam gerek: Nicholas Mann’ın Petrarca’sını bir yolculukta, uçakta unuttum. O kitabın kaybolduğu ileri sürülemez, şimdi bir başkasının elinde, kitaplığındadır. Muzaffer Buyrukçu, yıllar önce, taşınırken, bir romanının elyazmasını kaybetmiş? Burada da, henüz kitap haline gelmemiş bir yapıtın sırra kadem basması söz konusu. Benim tasam başka: Yayımlanmış bir kitap, okur için, olası okurları için kaybolabilir, kayıp sayılabilir mi? Bu "statü"yle, bir kitabı bulduğumda yüzleştiğimi fark ettim. Bir kitabı bulmuş, onunla karşılaşmışsam, "kaybolma" koşulundan dem vurmam mantıkdışı sayılabilir; gelgelelim, bulduğum pek az kitap karşısında, bu duygudüşünce karışımını yaşadığımı belirtmeliyim: Sahaf dükkânında rastladığım eski kitapların çoğunun kütüphanelerde, kişisel kitaplıklarda bulunabilme olasılığı yüksektir; buna karşılık, ara sıra, öyle kitaplar çıkar ki karşıma, bir nüshasının daha izini saptamanın hemen hemen olanaksız olduğuna hükmederim! Bir tanesinden söz edeceğim. Fransızca yazılmış, 1888 Paris baskısı, ne kapağında, ne içinde bir yayıncı adı, adresi yer alıyor, tek ipucu Poitiers’deki bir basımevinde hazırlandığı: Kesnin Bey tarafından yazılıp yayımlanmış Le Mal d’Orient başlıklı bir kitap için Alemdağ Münzevisi (L’Ermite d’Alemdagh) kaleme alınmış bir tür reddiye, polemik, çürütme metni (réfutation) bu. Alemdağ Münzevisi’ni çevremdeki tarihçilere, kültür tarihçilerine sordum, çeşitli kaynakları yokladım, hiçbir bilgi kırıntısı çıkmadı önüme. Kesnin Bey için de durum farklı değildi aslında: Duyanı, bileni, kayda geçeni görmedim, bütün yoklama ve arayışlarıma karşın. Sonunda, 15 milyon kitaplık kataloglarını düşünerek BNF’ye (Fransa Ulusal Kütüphanesi) başvurmaya karar verdim. Kesnin Bey’in "Mœurs Turques" altbaşlığını taşıyan Le Mal d’Orient’ının tarihsiz iki ayrı basımının (en az biri 1887 tarihin İki kayboluş(u) arası bir kitabı bulmak B de yayımlanmış olmalı) birer nüshasının Marsilya ve Lyon’daki kütüphanelerde izini bulabildim. Buna karşılık, Alemdağ Münzevi’sinin reddiyesiyle ilgili kayıt yok BNF’de; arama motoruna bu sıra dışı ismi verdiğinizde karşınıza Vikont René Vigier çıkıyor? Besbelli, 1886’da Paris’te yayımlanan İstanbul’da bir Parislinin yazarının takma adıymış Alemdağ Münzevisi. Öyleyse, ortada ‘kayıp’ kitap yok, denilebilir: Alabildiğine bulanık iki kimlik var: Kesnin Bey ile René Vigier, nâmı diğer Alemdağ Münzevi’si. Konunun bu yönüne döneceğim. Le Mal d’Orient’ını okumadım, görmedim; bir biçimde metne ulaşmayı deneyeceğim. Reddiye kitabını, altedilmez bir merakla hemen okudum. Başlangıçta, Alemdağ Münzevisi’ni Fransızcayı çok iyi bilen bir Türk sanmıştım: Kullandığı isim kadar İstanbul’dan, Türkiye’den, Türklerden "biz" diye söz ettiği için. Buraya gelesiye öğrenebildiklerime bakarak şu aşamada, bizi kendisinden bizden biri olarak dem vuracak ölçüde benimsemiş bir "yabancı"yla, Viconte René Vigier’yle karşı karşıya olduğumuz sanısını taşıyorum. Reddiyenin, kitabın yaklaşık üçte birini kapsayan giriş bölümü, önceleri Borges’vari bir kurmacanın içine daldığımı düşündürdüydü: XIX. yüzyılın sonunda, İstanbul’un ücra bir köşesine çekilmiş yaşayan yazarın yatak odası kapısı, sabaha karşı hizmetkârı (Agabie) tarafından çalınır, kadıncağız, münzevi zaviyesinin kapısına o saatta dayanan çaresiz postacının söylediklerini ev sahibine aktarır: Uluslararası Galata Postanesi’ne "çok acele" kaydıyla gelen paketi, amiri öyle buyurduğu için, bir an önce teslim etmek amacıyla gece yarısı yola çıkan postacı kayıkla Üsküdar’a geçmiş, dört saat yürüdükten sonra Alemdağ’a bitkin halde ulaşmıştır. Paketten Le Mal d’Orient çıkacaktır. Alemdağ Münzevisi, Kesnin Bey’in bir Leh tarafından seçilmiş bir mahlas olduğunu ileri sürer, kitabın Türklerin yaşama biçimleri ve gelenekleri, İslam dini ve azınlıklar ile ilgili bölümlerine geçmeden önce ayrıntılı bir ‘içindekiler’ dökümü yapar, ardından da nasıl önyargılı, cahilce yazıldığını kanıtlamaya koyulur, açıkçası bunu başardığını söyleyebilirim. Alemdağ Münzevisi’nin kitabını, her türlü ilginç kitabı koklamadan yapamayan, hangi kitabın kimin işine yarayacağını hemen kestiren dostum Selçuk Altun armağan etti bana, kısacası onu gerçekte bulan ben değilim. Kayıp sayılamaz demek ki: Her ne kadar (koskoca BNF’nın kataloglarında bile adı geçmediğine göre) dolaşımda çok fazla nüshası kalmamış olsa da. Bir yerde, birkaç yerde daha duruyor, bekliyor mudur? Büyük olasılıkla. Gelgelelim, beni burada düşündüren soru şu: Otuz yıl, yetmiş yıl, yüz kırk yıl, iki yüz seksen yıl önce basılmış bir kitaptan kalan az sayıda nüshaya hiçbir okurun eli değmemiş, gözü değmemişse, onun var olduğu söylenebilir de, kaybolmadığı ileri sürülebilir mi? Alemdağ Münzevisi’nin kitabını bulduğumu ifade ediyorsam, onu okuduğum, yekpâre yalnızlığından çekip çıkardığım için. Bir şüphe var içimde, sevdiğim bir şüphe, bir bilinmeyen: Yerkürenin bir başka köşesinde, aynı kitaba dünyada yarın, benim girişimimden hepten habersiz, bir okur daha davranmış, davranacak olabilir. Bir defasında, bütünüyle sıradan, eskimiş, artık hiçbir okurun gözünde çekiciliği, uzun boylu anlamı kalmamış kitaplardan oluşan bir kütüphaneden söz etmiştim. Öylesi bir kütüphanenin içinde haksız yere ıskalanmış, gözden kaçmış, unutulmuş tek bir kitap olsun bulunamayacağını ileri süremez kimse. Lautréamont, Maldoror Şarkıları’nı ve Şiirler’i cebinden para vererek bastırtmış, dağıtmaya ve okura ulaştırmaya çalışmış, bunu başaramamıştı: 18691870. Bu büyük şairi yirmi bir yıl sonra Rémy de Gourmont keşfeder: Şiirler’in özgün baskısının bugüne dek bulunabilen tek nüshasının bir rafında beklediği Ulusal Kütüphane’de çalıştığı için. Hiç kimsenin ilgisini çekmemeyi, merakını çelmemeyi hak eden bir kitap yazılmış olabilir mi? Bu tanıma uyacak bir kitap, tıpkı Schopenhauer’in sözünü ettiği ‘okurunu sıkıntıdan öldürebilecek’ kitap gibi, salt bu nedenle, pek çok kitapseverin ilgisini çekebilirdi. Alemdağ Münzevi’sinin reddiyesinin, yayımlanışından 116 yıl sonra, külliyen unutulmuş olması kaçınılmaz bir sonuç mu sayılmalı? Fransa’da, 1887’de yayımlanan, Türkiye’yi ve Türkleri düpedüz yalan yanlış tanıtan (sözgelimi Bâbıâli’nin Kuruçeşme’nin karşısında olduğunu ileri süren) bir kitabın köklü eleştirisini, 2004 yılının sonunda Türkiye’yle ilgili ortalama cehaleti uzun boylu değişmemiş Fransa’ya karşı, hiç değilse burada, değerlendiremez miydik? Bunu yapabilmek için, geçen süre içinde Alemdağ Münzevi’siyle ve kitabıyla tanışmamız, onu dilimize aktarmamız gerekirdi? İki tarafın da adım atmadığı durumlarda yakınlaşmadan sözetmek güç. Elimde tuttuğum kitabı unutmuş olduğumuz doğru değil gerçekte: Onunla belki de hiç tanışmadık. Yayımlandığı ülkede, yazıldığı dilde yazgısı farklı olmamış anlaşılan. Bir kitabın kayboluşuna ilişkin bundan somut kanıt aranmamalı. Alemdağ Münzevisi’nin kimliğini araştırmak kimin "iş"idir bilemiyorum, bütün bildiğim benim gibi bir edebiyat adamının görevinin böyle bir araştırmayı yürütmek olmadığıdır. Vikont René Vigier’nin birkaç kaynakta gözüme çarpan İstanbul’da Bir Parisli’si de bir tür reddiyeymiş, aynı metnin farklı bir başlıkla yayımlanmış versiyonu mu bu, yoksa bambaşka bir kitap mı? Kimdi Vigier, sahiden de bir süreliğine Alemdağ’da inzivaya çekilmiş bir İstanbul sevdalısı mıydı? Bir kitap bulundu. Şimdi, yeniden, kayboluşuna hazırlanma vaktidir. ? Haftanın kitabı: Herman Melville, Pierre ya da Belirsizlikler,YKY. 835 SAYFA 15