28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

le başlıyor. “Böylece eski kavimlerin her yönüyle tarihini doğrudan doğruya kendi ağızlarından öğrenme imkânını bul(uyoruz).” İşin ilginci şu ki, “bu belgelerin en eskileri insanlık tarihinin ilk yazılı kaynakları İstanbul Arkeoloji Müzelerinin Çiviyazılı Belgeler Arşivi’nde bulun(uyor) ve çok büyük değer taşı(yor).” (40) YARATICI YAZARLIĞA DARBE: DÜŞÜNSEL KISIRLIK... Muazzez İlmiye Çığ, çiviyazısıyla üç dil bilmektedir: “Biz Akadcayı iyi biliyorduk, Hititçemiz mükemmeldi, ama Sumercemiz çok zayıftı.” (Çivi Çiviyi Söker, 75) Çığ sonradan buna “55 yıllık arkadaşı” Hatice Kızılyay’la birlikte tüm dünya için büyük önem taşıyacak olan Sumerce uzmanlığını da ekleyecek, bu bağlamda Kızılyay’la dünya bilimine katkı sağlayacaktır. Çığ’ın yazarlığı bu aşamada başlayacaktır işte; var olan gerçeklikleri, tarihsel olguları karşılaştırarak, bunları eleştirel süzgeçten geçirerek, ırklar, diller, dinler, toplumlar, sınıflar, cinsler arası bağlantılar kurarak... Çığ, bu arada şaşırtıcı olduğu denli sarsıcı bağlar da kuruyor kuşkusuz. Sözgelimi 1995’te Bilim ve Ütopya dergisinde yayımlanan şu satırlar, yukarıda sözünü ettiğim davanın da ana dayanağını oluşturuyor denebilir: “Sumer mabetlerinde, özellikle Aşk Tanrıçasının mabetlerinde, rahibeler fahişelik yapıyorlardı. Bu bir Tanrı görevi sayılıyor, bunlara kutsal kadın gözüyle bakılıyordu. Ayrıca diğer kadınlardan ayrılmaları için başlarını örtmeleri gerekiyordu. Daha sonraki çağda bu gelenek, evli ve dul kadınlara da uygulandı. Sumerliler, onları da, meşru seks yaptıkları düşüncesiyle kutsal fahişe sınıfına sokmuşlardır. Bu gelenek Yahudilerde fahişelerin peçe takması, evlilerin baş örtmesi olarak sürdürülmüştür. Hıristiyanlıkta bütün rahibeler başlarını sıkı sıkı örtmüşlerdir. Müslümanlıkta ise bu gelenek erkekten kaçma şekline dönüşmüştür.” (Uygarlık Mirası, 105) Gelin şu satırlara göz atalım şimdi de: “...Sumer kadınları kendilerinden binlerce yıl sonra yaşayan İslam kadınlarından çok daha uygar ve özgür. Hatta ilk çağlarda iki koca alabiliyorlarmış.” (215) Çığ, bu verilere dayanarak cumhurbaşkanından milletvekiline, gazetecisinden bilimcisine onlarca insana yazdığı mektupları Vatandaşlık Tepkilerim’de toplayınca ama kıyamet kopmakta gecikmiyor. Ne ki, tutuklanıp hapse atılan ilk yazara da yine Sumer’de rastlanıyor: “4000 yıl önce Sumer’de olmuş bu uygulama. Ribidagan adlı bir yazarın ayaklarına zincir vurulmuş cezaevinde.” Ama sıkı durun. Muazzez İlmiye Çığ, ekliyor: “Yargı bitip tutuklama kararı alınınca cezalı içeri alınıyor. Cezaevi kadının dölyatağı olarak düşünülmüş.” “...Gardiyan olan Tanrıça Nungal bir anne gibi şefkatli ve merhametli. (...) Onun en önemli işi tutukluyu şefkat ve sevgi ile iyi insan yapmak.” (Ortadoğu Uygarlık Mirası2, 63, 64, 68, 69) Ne dersiniz, ülkemizin erkeklerini toplayıp da tümünü birden bir hapishaneye, yok yok tımarhaneye mi tıkmalı yoksa? Anadolu’nun ana tanrıçalarını başlarına dikerek?... Affedersiniz, cumhuriyetin neresindesiniz siz? ? 872 SAYFA 37 Muazzez İlmiye Çığ ? AYDINLANMANIN DİKENLİ, AMA ONURLU YOLLARINDA... Bütün bunları, Kaynak Yayınları’nca basılmış olan Ortadoğu Uygarlık Mirası (Üçüncü basım, 2006) ile Ortadoğu Uygarlık Mirası2 (İkinci basım, 2006) adlı kitaplarda bu kez yazılarının bilimsel kılavuzluğunda yeniden anlamlandırıp yerli yerine oturtuyoruz. Bana sorarsanız bu kitapları bir “aydınlanma ansiklopedisi” gibi karıştırabilmek de olanaklı. Sözgelimi “Niçin Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi açılmıştı?” sorusuna Çığ’ın getirdiği yanıt, Atatürk’ün Anadolu aydınlanması konusundaki kararlılığının, bu arada elbette çağı için örnek oluşturan kavrayışının da coşkulu bir açılımını oluşturuyor: “...Atatürk bir milletin ancak eğitim yoluyla uyanacağına ve aydınlanacağına inanıyordu. (...) Yüksekokul olarak yalnız İstanbul Üniversitesi vardı, o da günün koşullarına göre eğitim vermiyordu. Gerek İstanbul Üniversitesi’nde yapılacak reform, gerek açılması düşünülen yüksekokullar için çeşitli alanlarda eğiticiler yetiştirilmek üzere 1920’lerden itibaren Avrupa’ya, hatta Amerika’ya başarılı öğrenciler gönderilmeye başlandı. O günkü koşullarda bu hiç de kolay değildi. “1932 yılında açılması düşünülen yüksekokullar için bir rapor hazırlamak üzere İsviçre’den Parlamento üyesi olan Prof. Albert Malche getirtildi. O, çalışmalarını sürdürürken 1933 yılında Almanya’da Nazi hükümeti tarafından, ailelerinde Yahudi olan profesörler işlerinden uzaklaştırılmaya başlanıyor. Bunlardan bir kısmı Zürih’te kurdukları bir dernek aracılığıyla çeşitli ülkelere, işe alınmaları için başvuruyorlar. Hiçbiri, bir göçmen ülkesi olan Amerika bile Hitler korkusuyla onları kabul etmiyordu. Bunun üzerine Türkiye’de bulunan Prof.Malche aracılığıyla Türkiye’ye başvuruyorlardı. Atatürk bunu duyunca, gelmeleri için ne gerekirse yapılmasını emretti. (...) Şimdi Batı’nın çağdaş eğitimini yaptıracak büyük bir kadro ayağına gelmişti. Hemen onlarla bir anlaşma yapılmıştı. Hitler’den korkan diğer devletlere karşılık, henüz on yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin cesurca yaptığı anlaşma (...) sonunda Türkiye’ye Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya üniversitelerinden profesör göçü başladı. (...) Türk Hükümetinin kararlı davranışıyla 1933–1945 yılları arasında en az 1200 bilim adamı ve göçmen Türkiye’ye geldi. (...) Prof. Fritz Neumark bir kitabında şöyle yazmıştır: ‘... Gittikçe ikinci vatanımız olarak kabul ettiğimiz bu ülkenin devletine, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bende olan duygu, derin ve içten bir minnet ve şükran duygusudur.’” (Ortadoğu Uygarlık Mirası, 12, 13) Anadolu aydınlanmasıyla başlayan, Anadolu’nun geçmişine yönelik bu serüven dolu yolculuk, çiviyazılı tabletler CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle