Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? vermiş, ayçekirdeği yiyen geniş dünyalı insanlar. Çocukluğa ilişkin her şeyse bu öyküde de nerdeyse yerini alıyor. Belki de Sibel’e bunu, yarım kalmış çocukluk ya da ilk gençlik duygusu yaptırıyor. Bir de sonradan tüm bunlara, ansızın yaşanmamış bir aşk duygusu ekleniveriyor. Denizse, herkes gibi vazgeçilmezi Sibel’in. Göksu Deresi, kirlenmemiş deniz… “Eskimenin kırılganlığı içinde birbirine yaslanmış evler, içlerindeki yaşamlar, ölümler…” Ayrılan anne, baba ve Zafer temelinde hüzünlü biten bir çocukluk aşkı öyküsü bu. Zamanın Kıyısında Solan Renkler adlı öyküde ise Öz, yedi tepe üzerine kurulu İstanbul’un, meşhur yokuşları ile başlıyor anlatacaklarını anlatmaya. Yokuşu tırmanırken gözlemlenenler, okuldan çıkan çocuk sesleri, satıcıların bağrışmaları ise bizlere nerdeyse çocukluğumuzda keyifle okuduğumuz, Pal Sokağı Çocukları adlı kitabı anımsatıyor. Öyküde, yer yer insanı sarıp sarmalayan ilginç benzetmelerde var. Örneğin bunlardan bir tanesi de; “Çocuklara laf yetiştiren salıncak” diğeri de “alnının ortasında bir tutam söz dinlemez kâkülü.” İnsanın bu benzetmeleri okuyunca, nerdeyse salıncağa binesi ya da çocuk olası geliyor. Bazen de “Kadın eli ne güzel yaraşırdı her şeye” derken ki o ince ayrıntı. Bu da kadının ayrıntıcı özelliğini ortaya koyması bakımından bir o denli önemli. Kadına, kadınların yaşadığı sorunlara ilişkin zaman zaman değinilerde yapılmış. HAYATIN SIKINTILARI... Zamanın Kıyısında Solan Renkler adlı öyküde, öykü kişisi Gülay adlı genç kızın, Yavuz adlı gençten hamile kalması ve çocuğunu aldırmak zorunda kalmasının onda yarattığı sarsıntı, öykünün odak noktası olarak beliriyor. Fakat en umutsuz anlarında bile, ne o ne de öykü kişileri umutsuz değil. Öykü, Hakkı ustanın Gülay’a moral vermesi ve Gülay’ın hayata umutla bakması ile son buluyor. Kitabın içinde yer alan diğer öykü ise Yeniden Başlayabilirdim adlı öykü. Bu öykü 2000 Haldun Taner Öykü Ödülü’nde üçüncü olmuş. Kendine ya da içindeki öteki ben’e seslenir gibi yazdığı bu öyküde Sibel Öz, iyi bir baba olan Salih’in yaşamını ve onun zaman içinde değişimini temel almış. Salih’in kendini toparlayışı, patronu İbrahim’i şaşırtışı temelinde aslında insanlık yatıyor. Nerdeyse Oğuz Atay örneğinde olduğu gibi o da hayata tutunamıyor, bu anlaşılamamak da onun intihar etmesinde etkili oluyor. Öykünün sonunda ise Salih’in cebinden çıkan not, öyküye ad olmuş. Cebinden çıkan not da şunlar yazıyor: “İçinizden sadece biri anlayabilseydi beni, yeniden başlayabilirdim” Öykülerinin içinde manifaturacı dükkânları, hanlar, tabak çanak, çocuk sesleri karışan Öz, Her Ağaç Düş Görür Ölürken adlı öyküsünde ise, dertleri, sıkıntıları ama hep meselesi olan insanları anlatıyor. Bu insanlar asla boş insanlar değiller. Düşler görüyor, kötü koşullarda yaşıyorlar ama umutsuz değiller. Hayatın tüm sıkıntılarını özellikle birebir yaşamışlar. Yaşanılan sıkıntılı sürecin yükünü üzerlerinde olanca ağırlığı ile hissedebiliyorlar. Ölüme Uyanmak adlı öyküye baktığımızda ise, Nurgül’ün babasının ölümü ile gelişen olaylar anlatılıyor. Başsağlığına gelen arkadaşlarından Güler’in, ölü CUMHURİYET KİTAP SAYI evinde kahkahalar atması ile gerilimin dozu bir anda artıveriyor. Güler temelinde, aslında duygularını bastırmakta olan, kendisine acınmasını istemeyen insanlar ve onların hikâyeleri anlatılmış, toplumsal bir soruna da değinilmiş. Öyküye devamla, üstü kapalıda olsa bir zamanlar anlatılanlardan, Nurgül’e babası tarafından tecavüz edildiği de anlaşılıyor. Gittiği çay bahçesinde geçmişe dönük yaşadığı anımsamalar, onun eve dönmesiyle adeta gözlerinden yaşların dökülmesine neden oluyor. Çünkü eve döndüğünde onu her zaman karşılayan kedisi Garip, bu kez onu karşılamamış, ayaklarına da sürtünmemiştir. Bu da onun; yani kedisinin ölümü, onun ağlamasında bir vesile oluyor. Bir anlamda Güler’in, bastırılmış duyguları harekete geçiyor. Kentin Huzuru adlı öykü ise, yine yaşamın içinden çıkmış sahici bir öykü, okuyanı her anlamda kucaklıyor. Efsaneler Ülkesinde Aşk adlı öykünün de diğerlerinden farkı yok. Ama iç acıtıcı. Öyküyü okudukça iliklerimize kadar titrediğimizi hissediyoruz. Nerdeyse kitabın adıyla da bir bütünlük sağlıyor öykünün tamamı okundukça. Bu öyküde, umutsuz bir aşkın öyküsü anlatılmış. Kim bilir belki de başlamadan biten bir aşkın öyküsü. Dağlara yol almanın bedeliyle biten aşk, savaşta kaybedilmiş oğullarını almaya gelen annelerin iç sızıları ile sürmekte. Ağlamamayı, gözyaşlarını içlerine akıtmayı ise kendilerine ilke edinmiş bu kadınlar. Hayal edilenle yaşanılansa, anlatıcı ben açısından bakıldığında çok farklı görülüyor. Umdukları da buldukları değil. Anlatıcı bunu kitaptan alıntıladığım şekliyle, şu şekilde ifade ediyor: “Hemen sonra yüreği acıdı, “Buralara böyle mi gelecektim, buraları böyle mi gezecektim?” Oysa hep günlük güneşlik festival gezileri hayal etmişti daha önce. Düşünüyordu. Doğu, hiç bir şey bilmediğini bilmenin mütevazılığını kazır insanın alnına. Ve kaderini. Batı, her şeyi bildiğini sanmanın cesaretini. Ve yanılgısını.” Ve insan, hep ayaklarına acılar dolanarak yürür buralarda.” FELAKETE ALIŞIK İNSANLAR Kitabın son öyküsü ise, Sadece Hayatmış adını taşıyor. Kitabın bütününe bakıldığında, hayatın yükünü çeken kadınlar, erkekler ve çocuklar daha çok dikkat çekiyor. Ama hayatın yükünü çeken özne, umudu içinde barındırıyor çoğunluk. Hayatsa karmaşık. Bu karmaşa içinde yaşayan insanlar, bu karmaşaya olabildiğince alışmışlar, Dostoyevski’nin Ölüler Evinin Hatıraları’nı anımsatırcasına. O ve onun öykü kahramanları da, pisliğe, koku ve felakete alışmış insanlara, nerdeyse dur deme cesaretini kendilerinde bulabiliyorlar. Sibel’in de aslında işaret etmek istediği tamı tamına bu. Göstermek ya da diyelim ki müdahale etmek. Toplumun geçtiği, olumsuz süreç içerisinde yaşadıklarını, yaşatılanları söylemek, söyleyebilme cesaretini göstermek. Sanırız ki o, çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı kimliği belli yazılarla, kendisi ile kendi söyleşi yapma gereğini duymadan, etik anlamda sapma göstermeden söyleyeceğini söylüyor. Çünkü onun böyle şeylere ihtiyacı yok. İyi şiirin kötü şiiri kovduğu gibi iyi öykü de kötü öyküyü kovar. ? En Çok Seni Bekledim/ Sibel Öz/ Agora Kitaplığı/ 2006/ 134 s. 872 SAYFA 17