22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Istanbul'ckki meşruiyetimiz tartışma konusu olur" gibi temelsiz kaygıların yönlendirdiği eleştirüerdi bunlar. Özetle bir kısmı tarih bilmemekten bir kısmı ise resmi tarihçiliğe boyun eğmişliğin yansımasıydılar. Şimdi burada sapla samanı birbirinden ayirmak lazım: O dönem için sözü edilen "hak" ve "meşruiyet", egemenler ve egemen ideolojilere, yani krallara ve dinlere aittir ve onlann zorbalık yapma "hak" ve "meşruiyet"lerine tekabül etmektedir. Gerçekten de o dönemde fetihlerin meşrııiyeti vardır, ama bu ilkelliğin, zorbalığın hâkim değer olmasından gelen bir meşruiycttir. Bu "meşruiyetlerin" sorgusuz aktancısı olacaksak, sol iddialar bir yana tarihçiliğimiz de gölgelenecektir. Çünkü tarih yazımı, o zaman için de olsa zorbalığı akJama aracı olamaz. Tarihsellik ardına sığınan buyaklaşımlann tarihseüiği istismar etmekten bâşka hükmü yoktur. Özetle bu eleştiri sahipleri sol ve nesnel tarihçilik gösterip sağ ve resmi tarihçilik vuruyorlar. Bu mantıkla, Emevilerin, Haçlılann, îspanyolların talan vekırımlarını sorguJayamaz ve bu sorgulamayı çağdaş değerlerin beslerıme alanı yapamayız. Yine Selçııldu ve Osmanlı iktidarlarının başta Türkmenler olmak üzere halklara ve beyliklere, "sapkın" veya gayrimüslim oldukları gerekçesiyle yap Erdoğan AydınBerllnTeknlk Ünlversiteslndebirkonferasta. tıklarını da sorgulayamayız. Çünkü o dönemin meşruiyeti böylesi bir orman kanunıı fneşruiyetiydi. Görüldüğü gibi bu bakış açısıyla hem ezilenlerden yana bir tarih yazmayı hem de tarihteki zorbalıkları sorgulama hakkını ortadan kaldır mış oluruz. Dahası toplum değil, devlet eksenli düşünüp devletlerin toplumlara ve dığer devletlere yaptıklarını meşru gösteren böylesi biryaklaşımla, egemenlerin ve ideolojilerinin yedeği bir tarihçilikten de kendimizi kurtaramayız. Bir Nasıl bir fetih, nasıl bir tarih? MEHMET EMİN ŞENOCAK Erdoğan Aydın, birçok yapıtını (Na (Nasıl Müsliiman Olduk, tslamiyet te Ahlak ve . Kadın. Din ve Kur'an, tslamiyet ve Din) severek okuduğum ve çok şeyler öğrendiğim bir yazardır. Dördüncü baskısı bu yd Cumhuriyet Kitapları arasında yapılan Fatih ve Fetih'de bir dönemin gizli kalmış ya da özellikle gözlerden kaçırılmiş yönlerini gün ışığına çıkarmakta, en azından tartışmaya açmakta ve gerçekten bir miti adam akıllı sarsmakta. Sayfalar akıp gittikçe nasıl bir tarih öğreniminden (buna eğıtim diyemiyorum) geçmiş/geçirilmiş olduğunıızu daha iyi aruıyorsunuz. Görülüyor ki ders kitaplanndaki tarih dilden dile aktanlan, aktarılırken bilinçli ya da bilinçsizce (galiba daha çok belirli amaçlarla) degiştirüen, çarpıtılan.bir söylenceden öteyegitmemektedir. Ögrenciler, anlamlarını kavTayamadıklan, oluşum nedenlerini algılayamadıkları olayları, bunlann olusumunda yer alan kişileri ve etkin oldukları zaman dilimini, veriJmek istenijen çerçevede öğrenmeye, bellemeye zorlanmaktadırlar. Oyle ki, bir yıl sonra kendilerine aktarılanlardan belleklerinde birkaç uydurma öykü dışında hiçbir iz kalmamalctadır. Olayların nedenleri, niçinleri, kişilerin o dönemlerdeki etkinlikleri, toplum ların kültürel, sosyal, ekonomik durumları tartışılmamakta, sorgulanmamaktadır. Hatta resmi tarihe göre öyle gerçekler (?) vardır ki bunlar tabu gibi korunur, elestirel gözle yanlanna bile yaklaşılamaz. Erdoğan Aydın bu yapıtında îstanbul'un alınmasının, siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel tam bir otopsisini yaparak karanhkta kalmış/bırakılmış her noKtadan biyopsiler alıyor ve bunlan mikroskop altında tek tek inceliyor. Küçük bir beylikten Osmanlı Imparatorluğu'na dogru yürümekte olan devletin tepesindeki ıktidar kavgalarını, Zağanos ve Çandarlı Halil Paşaların temsıl ettiği grupların çekişmelerini, fethin ahlaki yönlerini, ticaret yollarına etkisi olup olrnadığını, Ortaçağ ı kapatmış olarak sayılıp sayıimayacağını, askeri öneminin abartılıp abartılmayacağını, fetih sırasında ve sonrasında vaşanılan çalkantılan, Fatih Sultan Mehmet'in ölümündeki karanlık ilintileri, babası II. Murat'ın ölümüyle olan benzerliklerini iz sürerek irdeliyor. CUMHURİYET KİTAP SAYI 563 Fetih sonrası yıllarının sosyoekonomık ortamı Anadolu halkının geri kalmışlığındaki birincil nedenlerin nangi günlerde ve neden ortaya çıktığmı gözler önüne seriyor. Mustafa Kemal'in bir konuşmasınoaki "Ben sizi altı yüzyıllık Osmanlı boyundurutundan kurtardım" sözlerinin anlamını daha iyi kavnyor, Halife sanını aldıktan sonra tile hiçbiri hacca gitmemiş SünniHanefi Osmanlı padişanlannın Anadolu insanının kültüriinü, sosyoekonomik ve ruhsal vapısını nasıl hırpaladıklarının ayırdına bir kez daha vanyorsunuz. Akçalı varlıklannı hünkârdan kaçırma derdine düşen tarikatlann kurduğu vakıfların işlevlerinden günümüzde mantar gibi çoğalan vakıflara uzanan ince göndernıe de çok çarpıcı ve uyarıcı. Yazar, fethin askeri yönünü irdelerken de üginç saptamalarda bıJunuyor ve ileri sürdüğü savlara akılcı çözümler getiriyor. Eski Mısırlılann, üç ünlü anır mezarı (Keops, Kefren, Mikerinos piramitleri) günümüzden yaklaşık dörtbın yıl önce, yüzlerce tonluk granit blokları yerleştirerek nasıl yaptıklarını çoğu kez tartışmış, irdelemiş, oluşturabilmeleri için çeşitli yöntemler aramışken, bizlere bir tansıkmışcasına anlatılan, yetmiş iki parça (çektiri, kadırga vb.) geminin bir gecede, kımseye fark ettirilmeden Dolmabahçe'den Haliç'e nasıl indirildikleri üzerinde hiç düşünmemiş, belki de gururunıı okşadığı için olduğu gibi kabuîlenmiş ve sorguramamıştım. Doğrusu bunu hiç irdelememiştim ama Haüç'in ağzma gerilen ve o günün koşullarında bile kolayca kırılabileceğine inandıöım zincirin kırılması yerine neden böylesine çok güç bir işe girişildiğini de bir türlü anlayamamıştım. Yıllar sonra olayı didikleyen bir Türk yazarının usadayalı, nesnel yorunılannı okumak heyecan yerici oldu. Son hızla bitirdiğim yapıtta gözüme ilişen "kadı kızının kusuru nitelığinde diyebileceğim birkaç noktayı da sonraki baskılara katkısı olur umuduyla vurgulamak istiyorum. Kitabın birincı baskısının (Doruk Yayınctlık, Mayıs 1997) önsözünde (birinci sayfa ikincı paragraf) bir tümcedeki " Sokollu değil miydi; siz Preveze'de bizim sakalımızı kestiniz, ama biz sizin kolunuzu kestik Kıbns'ı alırken diyen?" anlatımı dikkatimi çekmişti. Anımsadı ğım kadarıyla Sokollu Mehmet Paşa bu sözü Venedik Balyozu Barbardya, tnebahtı Savaşı'nın (1571) yitirilmesinden sonra söylenmiştir. Bunun bellek yanılgısı olduğunu düşünmüştüm. Yapıtın bir bölümü Cumhııriyet gazetesinde yayımlanırken aynı yanlışın yinelendiğini gördüm. Yapıt bu kez daha geniş bir kitleye ulaştığı için çok dikkatli olduklannı bildiğim Cumhuriyet okurlarından gelecek uyarıları bekledım. Ne yazık ki önsözdeki tümce kısa bir süre sonra çıkan ikinci baskıda da olduğu gibi bırakılmıştı. Yazarın kullanmayı yeğlediği "hegemonya" sözcüğü bazen "hegomonya" bazen de "hegemonya" olarak dizilmiştir. Birinci baskıda kitabın sonunda yer alan çizimler ve resimler dördüncü baskıda aralara serpistirilirken azaltılmış. Insan kendini, Celal Esat Arseven'in ilk baskıda bulunan ve Istanbul'un Bizans günlerindeki durumunu betimleyen tabiosu içinde, keşke ikinci baskıda da olsaydı diye düşünmekten alıkoyamıyor. Kanımca yapıtın en önemli iletisi kin, nefret, saldırganhk ve böbürlenme duygularıyla tarih yazılamayacağı, öğretilemeyeceği/öğretilmemesişerektiğidir. Goetne'nin "Geçmiş bılmeyenler onIan yeniden yaşamak zorunda kalırlar" sözünü anımsatarak çağcıl Türk gençlerine, onları eğitenlere ve geçmişi önyargısız olarak öğrenmek isteyenlere öneriyorum Fatih ve Fetih'i; okuyunuz, tartışınız. • f diğer eleştiride de, o dönemde "ulusal iyasa, yani vatan" olmadığından fetih:rin köylünün durumunu değiştirmediği, dolayısıyla eleştirilemeyeceği yazılmıştı. Herşeyden önce barışçıl bir el de ğiştirnıe ile karşı karşıya değiliz, her el değiştirmede on binlerce insan ölüyor, tecavüzler, köleleştirmeler, en iyi ihtimallekelle vergisi (cizye) ödeyen ikinci sınıf tebaalar konumuna düşürülüyor insanlar; yani köylülerin durumu ciddi anlamda değişiyor. Dolayısıyla bunlan es geçen brr tarih, sol değil resmi tarihçiliğin "sol" görüntülüsü olabilir ancak. Bunlann unuttuğu bir ayrıntı da tngilizlerin işgal ettiği Osmanlı'nın bir ulusal toprak, dolayısıyla vatan değil, padişahın mülkü olmasıydı. Evrensel bir hak bilinci açısından tüm zorla el koymalara tüm katîiamlara karşı çikmak dunımundayiz. Bunu sağın yapmamasını anlamak mümkün; ama soldan, üstelik bilimsellik adına bu işe teşne olmak, hak bilincinden uzaklaş.an bir yabancıla.şnıayla örtüşmektedir. Ozetle elestirel okuma yapamayanlar'tarihin peşine sürüklenmek zorundadırlar. Günümüzün rasyonel ve evrensel değerleri açısından sorgulanmayan bir tarih yazımından ise günümüze kazandırıla cak hiçbir değer olamaz. Elbette ki bııgünün değerlerini uygulamadılar diye geçmişi tukaka üan etmeyecek, keza sınıfindırgemeci bir tavırla, tarihin sahnesini çok daha etkin yer almış egemenleri reddetmeyeceğiz; örneğin Fatih gibi kimi egemenlerin (kitaplarımda da yaptığım gibi) aynı zamanda bir dizi erdemin de tasıyicısı olduğunu görüp yazacağız. Ancak dünden bu güne Uerleme sağlayabilmenin gereği olarak, her türden fetih, totalitarizm ve despotizmi sorgulayacağız Istanbul'un fethtmn ıngiliz i^galıne benzetilmesinin "halt etmek" olduğu, daha ötesi "Osmanltnın yaptı&t bir lütufdarbesi" olduğu söylendı... Evet, ne yazık ki bu yaklaşımda da gördüğümüz gibi kimi arkadaşlann sözünün endazesi yok. Üstelik bu yargı saygı duyduğum bir tarihçiye ait. Ama nasıl ki "halt" yargısı bir gar ise, "lütufdarbesi" yargısı da bunun üstüne tüy dikmektedir. Bilmeyenlere anımsatayım; OsmanMar Istanbul'a girdiklerinde hâlâ elinde kılıcı savaşan, kaçma olanağını reddedip şehriyle birlikte ölümü seçen bir imparatorun önderliğinde dönemin en büyuk ordusu ve teknoloiisine 53 gün kök söktürülen bir fethin hikayesi DU. 60 bin kadar Osmanlı, 15 bin kadar Bizans ölüsü ve şehrin tüm nüfusunun uğradığı talan ve tecavüz dışında esir alınıp paylaşılması olayı ile karşı karşıyayız. Bız zat Fatib'in tarihçisi Kritovulos'un iradesiyle 1204'teki Katolik talanından çok daha büyuk bir talanla karsı karşıyaydık. Oyle ki şehri ele gecirmek için nerşeyi ;öze alan Fatih bile, hem yıkımın boyutanndan büyük bir teessür duyacak, hem de şehrin gösterdiği direnişe hayranlığını belirtecektir. Diğer yandan kimilerinin çok sevdiği "Bizans'ın çürümesi" kavramını da doğru anlamak lazım. Buradaki niteleme, ancak artık tarihsel ömrünii tamamlamış olmak anlamında doğrudur. Yoksa fetih öncesi Istanbul'u, entelektüel canlılığı, TürkMüslümanlar dahil farkb inanç ve aidiyetlerden insanların barış içinde yaşaması ile bir ilkel demokrasi örneğiydi aynı zamanda. Herşey bir yana, şehrini teslim etmemekte direnmiş bir halkın iradesine karşı, onu öle öldiire almış bir iradeyi, kendimizi ve tarih yazıcılığımızı kirletmeden meşru göremeyeceğımize, görmememiz gerektiğine göre, sorun kullanılan sözcükte değil, işin özündedir. Ve bu noktada, istisnasız tüm fetihlere karşı elestirel bir tutum takınmada tutarlı bir kararlılık edinmeliyiz. Papalığın bile Haçlı Seferleri adına özür dilemek zorunluluğunu hissettiği bir dünyada, fetihçiliği meşru görme anlayışının, nasıl patolojik bir toplumsal ruh E SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle