22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Fakülteleri firmalaştırmak ya da fabrikalaştırmak Fakülte… Firma… Fabrika… Üç sözcük de yabancı dilden. Fakat üçünün de çağdaş bir ekonomi için birbirini değişik açılardan tamamladıklarını ve birbirlerine pozitif dışsallıklar sağladıklarını düşünürsek onlara asla yabancı kalamayız. Hele, Sn. Orhan Bursalı'nın CBT'deki başyazısını (01.06.07) okuduktan sonra… İrfan Kalaycı. İnönü Üniversitesi İktisat Bölümü. ikalayci@inonu.edu.tr Y azının başlığı olan “Dekanlık bir proje olabilir mi?” sorusu, epey zor/lama bir soruya benziyor. Bunun yerine “Fakülte projeci olabilir mi / bir fakültenin projesi ne olmalıdır?” diye sorarak, dekanlığı da kapsayan daha geniş ve bütünlükçü bir yaklaşım sergilenebilir. Bursalı, yazısında temelde iki noktaya temas ediyor (tırnak içinde): 1 “ABD ve Avrupa'da üniversiteleri birer 'işletme' gibi görme anlayışı giderek egemen duruma gelmiştir.” Bu saptama, küreselleşen Türkiye için de geçerlidir. Çünkü, kamu/özel ayırımı yapmaksızın, gelişmiş/gelişen pek çok üniversitemizde fakülteler, geleneksel olanlara karşı adeta 'firma fakülteler' ve/ya 'fabrika fakülteler' şeklinde kategorize olmuştur. Bu niteleme hak edilircesine, üniversitesanayi işbirliği, üniversitetoplum işbirliğinden daha hızlı ilerlemektedir. Bize bu fikri veren; proje yapan akademisyenlerin, yaptıran üniversite / fakülte yönetimlerinin ve bu projeleri ekonomide katma değere dönüştüren özellikle sanayi ve hizmet sektörlerinin proje ticaretinde tatlı kazançlar elde etmeye başlamış olmalarıdır. Proje yapıp satan üniversite cephesi ek bir gelir sağlarken, müşteri cephesi de görece düşük maliyetlerle bir hizmet satın almaktadır. Ancak tüm bu gelişmelerin topluma refah şeklinde yansıması hemen ve kolay olmuyor. Projecilik bir ticaret kapısı haline getirildi, yani piyasalaştırıldı. Şu gelir düzeyi yetersiz, gelir bölüşümünün de adaletsiz olduğu kapitalist düzenimizde; akademisyenlerin zoraki / gönüllü bir psikolojiyle projeciliğe soyunmasını yadırgamak ne kadar doğru olur, bilmiyorum. Aynı mantığı, bütçesi yetersiz olan ve kaynak yaratma gereksinimi duyan üniversitelere de uyarlamak mümkün. Proje satın alan firmalar bir yandan “maliyet enazlaması kâr ençoklaştırması” ilkesiyle hareket ediyor, diğer yandan üniversitelerdeki potansiyel proje ruhunu sürekli canlı tutuyorlar. 2 “Dekanlığı bir üst düzey nitelikte tanımlayarak bir projeye dönüştürmek, belirli hedefler gözetmek ve bu 'projeyi' gerçekleştirebilecek bir insan aramak (veya atamak), doğru olmaz mı?” Bursalı'nın yazısındaki asıl “kritik” soru bu… İşte burada gelenekçiler ile yenilikçiler karşı karşıya gelir. Zaten o da, dekanın seçiminden görevi sona ermesine kadar geçen süreçteki mevcut yapının değiştirilmesini pek kolay görmeyerek 'deveye hendek atlatmaya' benzetiyor. İzninizle önce birkaç “hendek” kuralım, sonra deveye atlattırma işini hayallerinize bırakalım… a) İcraatçı dekanlık dönemi başlatılmalıdır. İc raatçı olan bir rektör, kendisi gibi icraatçı olan bir dekanla çalışmayı tercih etmelidir. Yine eskisi gibi, kiminle çalışmak istediğini YÖK'e bildirebilir, atamasını sağlayabilir. Ama o dekan, göreve başladığında fakülteye ne gibi yenilikler, kalıcı kazanımlar sağlayacağı yönünde idealleri, kısaorta vadeli planprogramları olan girişken dekan adayları arasından seçilmelidir. Elbette seçilen / atanan dekanın bilimsel üretkenliği ve yetkinliğinin de üst düzeyde olması gerektiğini belirtmeye gerek yok. Böyle bir dekan, fakültesinin üretken olabileceği alanları derecelendirirken, akademisyenleri için dersprojeseminerbildiri sunumu arasında optimal dengeyi kurmakla sorumludur. Dekan ile öğretim elemanları arasında sağlıklı bir iletişim ve işbirliği sağlanırsa; proje yapmaya 'evet' denilmesi, fakat bunun alternatif maliyetinin (vazgeçileni), derslere iyi hazırlanma, öğrenciye yeterli zaman ayırma, vb. şeklinde olmaması gerektiği sonucuna varılmalıdır. (Tersi de geçerlidir.) Resmi olarak tam zamanlı olan öğretim elemanları, fiilen yarı zamanlı, hatta çeyrek zamanlı çalışırlarsa (bazılarının işadamı kartvizitlerinden kolayca anlayabilirsiniz), “icraatçı dekanlık”tan geriye sadece dekanlık kalabilir. b) Dekanlığa doçentlerin atanması… Profesör titrine sahip hocaların bu öneriye kızacağını tahmin etmek zor değil. Pekâlâ yetkin bir doçent dekanlık koltuğuna oturabilmeli. Burada handikap, bir doçentin dekanlık görevinden dolayı profesörlüğe hazırlık için fazla zaman ayıramaması ya da hiyerarşik yapıyı bozması, vs. olabilir. Ancak, bu tür durumların uygulamada her zaman beklendiği gibi aksi sonuçlar doğurmayacağını düşünerek biraz rahatlayabiliriz. Zira, Türkiye'de doçent unvanını almış birinin prof. olabilmek için öyle olağanüstü bir çaba göstermesi pek gerekmiyor. Hiyerarşi sorununa gelince…Üniversite hastanelerinin bir çoğunun başhekimi doçent değil mi? Eğer mutlaka hiyerarşi korunacaksa bu makama niçin bir prof. atanmaz? Bir çapraz örnek de ordudan verilebilir: Deniz Harp Okulu'nun komutanlığına bazen tümamiral bazen de tuğamiral atanır. Ayrıca, bazı ülkelerde genelkurmay başkanlığını orgeneral yerine korgenerallerin yaptığı da biliniyor. c) Dekanlık atamaları ve süresi kısıtlanmalı… Türkiye'de eskiden dekan deyince akan sular dururdu. Bunun bir nedeni dekanların az sayıda oluşuydu galiba. Her şey gibi onlar da çoğalınca, sular yerinde durmaz oldu. Şu önerilebilir mi? Bir dekan, (3+3 yıllığına) üst üste en fazla iki dönem ya da akademik yaşamı boyunca iki defa bu görevi üstlenmeli. Bu önerinin başka çeşitlemeleri olabilir: “Rektörle göreve başlayan bir dekan, rektörle gitmeli.” Bu tür politikalarla, bir dekanın her dönemin adamı olduğu yönündeki spekülasyonlar ve diğer yıpranma halleri azaltılabilir. d) Fakülteler tipik ticarethane değil, bilimi üretme ve toplumsallaştırma merkezleridir… Bir fakülte, meslek yüksek okuluna indirgenirse saygınlığını koruyamaz. Salt proje ticareti yaparak da üretken olduğunu kanıtlayamaz. Bir fakülte piyasaya proje yapmadan önce, asıl kendisini geliştirecek projeler yapmalıdır. Bunun için dekanlıkla öğretim ve idari kadrosu + öğrenci birliği arasındaki iletişim ve etkileşim kanalları açık tutulmalıdır. Gereksinimkaynak denklemini bir firma ya da bir fabrika nasıl çözüyorsa, fakülteler de o yöntemle çözebilmelidir. Son olarak… Bir fakültenin asıl işi, girdisi de çıktısı da aynı olan öğrencileri çağdaş öğretim ve eğitim süreçlerinden geçirerek topluma 'özgür (düşünen) birey', ekonomiye de 'kaliteli emekgücügirişimci' olarak kazandırmaktır. Panel, sempozyum vb. platformlarla da bilimi toplumsallaştırmasıdır. Her fakülte, bu hedefe ne kadar ulaştığını her dönem test edebilmelidir. Alın size, firma gibi fakülte, fabrika gibi fakülte… Ancak böyle model fakültelerini çoğaltabilen üniversiteler sayesinde ülkemiz, yürüdüğü refah merdiveninde daha üst basamaklara çıkabilecektir. Yine yanlışlık nerede! Yrd. Doç. Dr. Aytekin Aydemir, Mersin Üniversitesi, Fizik Bölümü, aydemir@mersin.edu.tr S CBT1057/20 22 Haziran 2007 ayın Çetin Aşçıoğlu 262007 tarihli Cumhuriyet BilimTeknoloji ekinin “HukukBilim” köşesinde: Hukukun soyut olduğunu, doğru ve yanlış kavramlarının göreceli olduğunu söylemektedir, ki bu ifadeler özellikle kesin doğrular ya da yanlışlar olmaması söylemi dört hafta kadar önce Sayın Tınaz Titiz'in (24 Nisan 2007, CBT 1049/7), benim iki hafta önce eleştirdiğim (11 Mayıs 2007, CBT) düşünceleriönermeleriyle örtüşmektedir. Sayın Çetin Aşçıoğlu yazısında özetle (benim anladığım kadarıyla); Olaylar değerlendirilirken her zaman kesin hukuksal çözümler bulunamayacağını, sonuçların biraz toplumsal yarar da (!) gözetilerek yargıçlar tarafından yorum sonucunda elde edileceğini ve öyle olmasının da gereklizorunlu olduğunu söylemektedir. Ve bu tartışmayı da Cumhurbaşkanlığı seçimi çerçevesinde gerçekleştirmektedir. Aşçıoğlu ele aldığı konuları oldukça anlaşılır biçimde irdeleyen yazılarını ilgiyle okuduğum bir kişidir. İkincisi Cumhurbaşkanlığı konusunda aslında tartışılacak bir durum da yoktur. Sayın Sabih Kanadoğlu'nun yorumları (hukuksal anlamda!), Anayasa maddesinin doğru okunması, alınan sonucu haklı gösterdi. Sayın Çetin Aşçıoğlu'nun yazısındaki, tartışmak istediğim ana başlıklar şunlar: 1. Kesin doğrular olup olmaması: Bu her alanda konuda, ister hukuk ister doğa bilimleri ister felsefe sonuçlandırılması gereken bir durumdur, tartışmadır. (Bu arada Sayın Aşçıoğlu Fizik Matematik gibi alanları kesin doğruları olan bilimler olarak anıyor. Ancak fizikte Kesinlik (Determinizm) değil Olasılık (Probability) yorumu özellikle Kuantum Fiziğindeki çalışmalar sonucunda temeldir. 2. Hukuk un soyut bir alan olduğu söylemi: Düşünceme göre hukuk, çevremizde toplumda ortaya çıkan sorunların
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle