22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

lıyor. Bir başka deyişle, 19131950 altdöneminde kişi başına gelirin ortalama büyüme hızı yılda yüzde 1’in altındadır. Ancak, 19131950 arasında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı iki dünya savaşının yanı sıra, yeni bir coğrafyada yeni bir devlet kurmanın iktisadi maliyetleri de dikkate alındığında, kişi başına gelirdeki bu artış başarı sayılmalıdır. 1930’lu yıllarda dünya ekonomisinde ticaret ve uluslararası yatırımlar gerilerken, Türkiye’de korumacılığa başvurulması, iç pazara yönelik sanayileşmeye ağırlık verilmesi olumlu sonuçlar vermiştir. Devletçilik uzun vadede Türkiye’nin sanayileşmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak 1930’lu yıllarda devletçilik henüz uygulamaya girmekteydi. İkinci Dünya Savaşına kadar devletin kurduğu fabrikaların iktisadi büyüme üzerindeki etkisi sınırlı kalmıştır. Öte yandan, demografik toparlanmanın da katkısıyla 1939 yılına kadar tarımsal üretimde önemli artışlar sağlanmıştır. Tarımdan gelen bu destek olmadan kent ekonomisindeki başarılı çizgi yakalanamazdı. III 19501980 Dönemi: İkinci Dünya Savaşı sonrasında altın çağ olarak anılan çeyrek yüzyıllık genişleme dönemi, dünya ekonomisi tarihinin gerçekten de en güçlü büyüme ve refah dönemidir. Bu dönemde dünya ölçeğinde kişi başına gelirlerin ortalama artış hızı yılda yüzde 3’e yaklaşmış ve 19501973 arasında kişi başına gelirdeki toplam artış yüzde 100’ü aşmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa doğusu ve güneyi de dahil olmak üzere hemen tüm bölgeleriyle güçlü bir büyüme eğilimi yakalamıştır. Japonya’nın yanı sıra İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, İsrail, Güney Kore gibi Türkiye ile sık sık karşılaştırmalara konu olan ülkelerde kişi başına GSYİH yılda ortalama yüzde 5’in üzerinde bir hızla artmış ve bu ülkeler 1950 yılında kişi başına geliri en yüksek ülke konumundaki ABD ile aralarındaki farkı ciddi biçimde kapamayı başarmışlardır. Türkiye’de 19501973 döneminde kişi başına GSYİH yılda ortalama yüzde 3’ün üzerinde bir hızla artmış, ortalama gelirler toplam olarak yüzde 100’ün üzerinde artış göstermiştir. Tarımda ekilebilir toprakların sınırına ancak bu dönem sonunda ulaşıldığı için, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük yatırımlara gerek kalmadan tarımda hızlı üretim artışları gerçekleştirilebilmiştir. 1960’larda ise sanayileşmeye geri dönülmüştür. Bu dönemdeki kişi başına gelir artışlarının önemli bir bölümü, kentleşmenin hızlanması ile birlikte işgücünün düşük gelirli tarımı bırakarak daha yüksek verimli kent ekonomisine geçişinden kaynaklanıyor. Eğer ithal ikamesi sanayileşme sürecinin sağladığı üretim kapasitesi 197879 bunalımını beklemeden, örneğin 1970 devalüasyonu ile birlikte ihracata yönlendirilebilseydi, iktisadi ve siyasal bunalım bu denli ağır olmaz, 1980’lerde ödenen ağır iktisadi ve siyasal maliyetlere katlanılmadan sanayileşme sürecine yeni açılımlar sağlamak mümkün olabilirdi. IV 19802005 Dönemi: 1970’li yıllarda sabit kur düzeninin terkedilmesinin ardından petrol fiyatlarının yükselmesiyle yaşanan bunalım ve enflasyon dalgasından sonra, ABD ve İngiltere’de yeni iktidarlar Keynesci, refah devletçi politikaları terkederek neoliberal bir strateji benimsediler. 20. yüzyılın son çeyreğinde iktisadi büyümenin dünya ölçeğinde yavaşlamış, Güneydoğu ve Doğu Asya gibi başarılı örneklerin varlığına karşılık, Afrika, Güney Amerika ve Orta Doğuda pek çok ülkenin ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bir önceki dönemde gelişen bölgelerin hemen hepsi büyüme eğilimini yakalayabilmiş iken, yeni dönemde küreselleşmeye ayak uydurabilenlerle ayak uyduramayanlar arasında önemli farklılıkların ortaya çıktığı, uluslararası düzenin kurallarına, küreselleşmeye ayak uyduramamanın maliyetinin arttığı görülüyor. 1970’lerden itibaren Türkiye siyasal yapıların zayıflığı ve istikrarsızlığı nedeniyle küreselleşen dünyaya ayak uydurmakta, istikrarlı büyüme için gerekli önlemleri almakta zorlandı. 1980 sonrasında Türkiye ekonomisi dışa açılmaya başlamış ve ihracatta önemli artışlar sağlanmıştır. Ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren koalisyon hükümetleri uzun vadeli iktisat politikaları izlemekte ve bütçe disiplini sağlamakta başarılı olamadılar. Bütçe açıklarının iç borçlanma yoluyla finanse edilmesi stratejisi yolsuzluklarla birleşince, ortaya çok büyük bir iç borç yükü çıktı. Bütçe denkliği henüz sağlanmadan sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması, iktisadi dalgalanmaları arttırdı ve 1990 sonrasında Türkiye iç ve dış kaynaklı dört büyük iktisadi krizle (1994, 1999, 2000, 2001) karşı karşıya kaldı. Türkiye ekonomisi 2001 yılındaki derin bunalımdan sonra devreye sokulan ve mali disipline öne çıkaran programın da katkısıyla önemli ölçüde toparlandı. Avrupa Birliği sürecinin de ilerlemesiyle ilk kez ciddi düzeyde dolaysız yabancı sermaye girişi başladı. Ancak bu toparlanmanın fazla istihdam yaratmadığını da vurgulama gerekir. Son çeyrek yüzyılda Türkiye ekonomisindeki en önemli gelişmelerden biri, ihracata yönelik stratejinin benimsenmesiyle birlikte, sanayileşme sürecinin Anadolu’ya yayılmasıdır. Mamul mallar ihracatı Anadolu Kaplanları olarak anılan kentlerin önemli birer sanayi merkezi haline gelmelerinde önemli rol oynadı. Bu süreci, 1930’lardaki devletçilik ve 1960’lar ve 1970’lerdeki özel sektörün başı çektiği ithal ikamesinden sonra Türkiye’nin sanayileşmesinde üçüncü aşama ya da dalga olarak nitelendirmek mümkün. EKSİK OLANLAR NELER? Bu son bölümde özellikle son 50 yılda büyüme hızlarının daha yüksek olarak gerçekleşmemesinin ardındaki en önemli nedenleri ya da Türkiye’nin en önde gelen eksiklerini sıralamaya çalışacağız. Türkiye’nin iktisadi büyüme hızlarını daha yukarılara çekebilme konusundaki birinci önemli eksikliği eğitimdir. Büyüme üzerinde çalışan iktisatçılar eğitim ya da beşeri sermayenin iktisadi büyüme sürecinde çok önemli rol oynadığı üzerinde birleşiyorlar. Ucuz emeğe dayalı bir üretim yapısından daha ileri teknolojiler kullanan, daha yüksek katma değer sağlayan bir yapıya geçebilmek için, daha yüksek becerilere sahip bir işgücü olmazsa olmaz önkoşul olarak ortaya çıkıyor. Oysa Türkiye’nin 20. yüzyıldaki veya İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki eğitim çabalarının bırakalım gelişmiş ülkeleri, kişi başına gelir açısından kendine yakın diğer gelişen ülkelerin de gerisinde kaldığı görülüyor. Türkiye’nin son 50 yıldaki ikinci önemli eksikliği, iktisat politikalarında istikrarı sağlayama KAYNAKÇA Angus Maddison, (2001), The World Economy, A Millenial Perspective, OECD Development Studies Centre, Paris. Şevket Pamuk (2006),"Estimating Economic Growth in the Middle East since 1820", The Journal of Economic History, Cilt. 66, s. 80928. CBT 1040 / 15 23 Şubat 2007 mış olmasıdır. İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan ya da hızlanan kentleşme süreci toplumun beklentilerini hızla yukarıya çekti. Ancak ülkenin siyasal düzeni bu beklentilerin baskısı altında kaldı, pek çok kesime sürekli ve kısa vadeli olarak ekonominin ve devletin kapasitesinin üzerinde sözler verildi. Bunun sonucunda Türkiye son yarım yüzyılda bütçe açıkları ve yüksek enflasyonla yaşamak durumunda kaldı. Enflasyon ortamında gelirler artabilir ancak başka ülkelerin deneyimleri büyük bütçe açıkları ve yüksek enflasyon altında yüksek ve kalıcı büyüme hızlarının mümkün olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin geçtiğimiz 50 yılda daha yüksek büyüme hızlarına ulaşamamasının üçüncü önemli nedeni ise, iktisadi ve siyasi kurumlarının zayıflığıdır. İktisatçılar uzun süre iktisadi büyümenin esas olarak yatırımlar ve teknolojik gelişme yoluyla, kişi başına fizik sermaye ve beşeri sermaye (eğitim) düzeylerinde ve verimlilikte sağlanan artışlar yoluyla gerçekleştiğini düşündüler. Ancak son yıllarda iktisat literatüründe iktisadi büyüme için siyasal ve toplumsal ortamın, kurumların ya da bir toplumun yazılı ve yazılı olmayan kurallarının, politikalarının, davranış biçimlerinin önemi vurgulanmakta. Bu yeni yaklaşım, hukuk, yargı, mülkiyet hakları ve diğer siyasi ve iktisadi kurumların temel işlevinin iktisadi faaliyetlerde belirsizliği azaltarak ve istikrarı artırarak yatırımları, teknolojik gelişmeyi ve yenilikleri özendirmek olduğunu savunuyor. Kurumlar belirsizliği azaltamadıkları ve güveni artıramadıkları taktirde, daha karmaşık ve daha yüksek verimlilik sağlayan iktisadi yapıların ortaya çıkması mümkün olmayacaktır. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha yüksek büyüme hızlarına ulaşabilmesi için kurumlarının güçlendirilmesi, kalitelerinin yükseltilmesi gerekiyor. Avrupa Birliği sürecindeki kurumsal reformların demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi konuların yanında iktisadi büyüme ve gelir artışı açısından da önemi de işte bu çerçevede daha fazla anlam kazanıyor. İKTİSAT TARİHİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle