Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ZÜMRÜTTEN AKİSLER A.M. Celal Şengör etmişler. İşte bu şekilde doğru tahmin yapan ve yanındakinden daha fazla ödül aldığını bilen deneklerde ödüllenme merkezinin daha fazla etkinleştiği görülmüş. Sonuçlar geleneksel ekonomi teorisiyle örtüşmemekte. Bu teoriye göre sadece gelirin yüksek olması önemli, kişinin diğerlerinden daha fazla kazanmasının motivasyon üzerinde etkisi bulunmamakta. İlk kez bu tezi bir deneyle çürütmüş olduk diyor araştırmacılar. Bundan sonraki araştırmalarda kadınlar ve Asyalılar incelenecek. Bilim insanları böylece cinsiyetler ve kültürler arasındaki olası farklılıkları ortaya çıkarmak istiyorlar. Tüm sonuçların değerlendirilmesiyle modern ekonomi toplumlarındaki insanlar yani “Homo oeconomicus” analiz edilecek. Geçenlerde Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde yapılan bir Deneysel Cerrahi Tıp Kongresi düzenleyicilerinden muhterem dostum Prof. Dr. Semih Baskan kongre çerçevesinde bilim ve yaratıcılık konusunda bir konferans vermemi rica etmişti. Bu konuda söylenecek yeni ne var diye düşünürken, aklıma, sorunun yaratıcılıktan ziyade problem teşhisinde olduğu geldi. Yaratıcılık mı, Problem Teşhis Etmek mi? Her insan az veya çok yaratıcıdır. Örneğin Türkiye'de hiç kimse yaratıcılığın eksik olduğunu iddia edemez: Dolmuş kavramını icat etmiş, yasaların dışında yaşayabilmek için herhalde dünyada ender görülen bir yöntemler koleksiyonu oluşturmuş bizimki gibi bir halk az bulunur. Öteye gitmeye lüzum yok: bir Karagöz'ün, bir orta oyunun kültürel zenginliğinin yanında, ânında türetilen mizah zenginliğini düşününüz. Örneğin meşhur Küçük Ali gibi pek çok hayâlinin yaratıcılığı neredeyse destansaldır. Ancak aynı halk ülkesini tam bir bilimsel çöle çevirmiştir. Cumhuriyete kadar bugünkü Türkiye toprakları içinde yaşayan insanların insan bilgisine kalıcı katkıları tam bir sıfırdır. Yani Osmanlı İmparatorluğunun tüm izleri tarihten tamamen silinse, bilim dünyasının en ufak bir kaybı olmaz. Halbuki aynı halk Cumhuriyetten sonra, bir Hulusi Behçet'in, bir Cahit Arf'ın, bir Ekrem Akurgal'ın, bir İhsan Ketin'in, bir Sedat Alp'ın ve daha nicelerinin şahıslarında bilime pek önemli katkılar yapmış, ayrıca, yukarıda bahsettiğim, ne yazık ki her zaman iftihar vesilesi olamayacak yaratıcılık örnekleri de vermiştir. Ancak Türk halkının uygarlaşma yönündeki sorunlarını çözemediği de gün gibi âşikârdır. Bunun nedenini hep yaratıcılığımızın köreltilmekte olduğuna bağlayıp durmuşuzdur. Ben de Semih Hocanın ricası gelene kadar aynı şekilde düşünüyordum. Ancak Semih Bey bu nazik davetiyle beni yaratıcılığımız konusunda bir kez daha düşünmeye zorlayınca, sorunun yaratıcılığımızın eksik olmadığında, tam tersine bayağı da yaratıcı bir toplum olmamıza rağmen, bazı problemlerimizi çözemediğimizde yattığını gördüm. Çünkü problem tanıyamıyoruz. Sık tekrarlanan bir lâftır: Problemin çözümünün yarısı problemi görmekte yatar. Biz işte bu problemi görme, yani teşhis etme kısmında çuvallıyoruz. Problem görmenin iki bileşeni vardır: 1) Eleştirel bir tavır sahibi olmak. Yani her duyduğundan, her gördüğünden kuşkulanmak. 2) Etrafımızda olup bitenler veya ilgilendiğimiz konular hakkında bilgi sahibi olmak. İşte biz bu her iki konuda da çuvalladığımız için, problem teşhisi yapamıyoruz. Tabiî problemi görmeyince ortada yaratıcı çözüm bulmak için neden kalmıyor. Herşeyden önce «inanmaya» programlı bir toplumuz. Annemize babamıza inanırız, öğretmenimize inanırız, devlet büyüklerimize inanırız, din kitaplarına inanırız, ...inanırız da inanırız. Bu inançlarımızın bazıları çok derin köklüdür. Meselâ anneye inanmak, doğal seçmenin ortaya çıkardığı kalıtımsal bir özelliktir: Yavrunun hayatta kalmasını sağlar. Babaya inanç, tâ avcı olduğumuz kaba taş devrinden bize miras kalan bir özelliğimizdir. Onun da hayatta kalmamıza katkısı vardır. Dine inanç, ilkel toplumların sosyal çimentolarından biridir. Çevresinde toplanılan bir düzen yaratır. İnanmak rahatlık verir. Ama aynı zamanda da rehâvet verir. Problemi olmadığına veya problemlerini kendi çözemeyeceğine inanan bir adamın rahatlığını bir düşününüz. Halbuki herşeyin kuşkulu olduğunu düşünen bir insan rahat yüzü görmez. Gelgelelim araştırıcılar da işte bu «rahatsız» insanlar arasından çıkar. Fazla rahata eren kişi, bilgiye de ihtiyaç duymadığı hasebine kapılır. Halbuki kuşkulu kişi, her fırsatta bilgisini kontrol etmek ister. Onun için her şey bir sorundur. Kimseye inanmaz, söylenilenleri problem addedip doğruluklarını kontrol etmeğe gayret eder. Tabiata bile kuşkuyla bakar: Acaba şu sudan içersem ne olurum? Bana bir zararı olur mu? Veya faydası olur mu? Bunu nasıl öğrenebilirim? Öğrendiğimden nasıl emin olabilirim? Yürümeye mecbur muyum? Şu at benden hızlı gidiyor, acaba ona binmeyi mi denesem? Sırtı ayaklarımı ve kuyruk sokumumu acıtabilir. Orada nasıl rahat oturabilirim? Tüm bu ve benzeri sorular şimdiki durumundan memnun olmayan, onu iyileştirmeyi amaçlayan insanların sorularıdır. Bir lokma ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olamaz. Bu felsefeyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Okullarında itaat ve kanaat öğreten toplumlar başkalarına itaate ve kendilerine verilenle kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açımızı değiştirmeyi, problem görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz. O zaman yaratıcı olmadığımız sandığımız yerlerde de ne kadar yaratıcı olduğumuzu göreceğiz. DOĞU AVRUPA ÜLKELERİNDE HIV ENFEKSİYONU TIRMANIŞTA Avrupa'nın yirmi ülkesinde HIV enfeksiyonu 1999 yılından bu yana neredeyse ikiye katlanmış. Araştırmaya göre 1999 yılında bir milyon kişiden 28,8 kişi HIV enfeksiyonuna yakalanırken, 2006 yılında bir milyon kişiden 57,5 kişi hastalanmış. Avrupa Hastalıkları Önleme ve Kontrol Mer kezi (ECDC) en yüksek artışı Estonya'da saptamış. Estonya'da geçen yıl bir milyon kişiden 504'ü hastalanmış. İstatistiklere göre Avrupa'da geçen yıl erkekler arasında 87.000 yeni HIV vakası ortaya çıkmış. Enfeksiyon en fazla heteroseksüel ilişkiyle bulaşmakta, hastalığa yeni yakalananların %66'sı erkek. HIV oranındaki artış öte yandan Doğu Avrupa ülkelerinde daha fazla kan testinin yapılmasına bağlanmakta. HIV enfeksiyonları artık daha iyi kaydedilmekte. Estonya'dan sonra en fazla HIV tanısı 288 yeni vakayla Ukrayna'da yapılmış, bunu 275 vakayla Rusya Federasyonu ve 205 vakayla Portekiz takip ediyor. Nilgün Özbaşaran Dede 500 DİŞLİ DİNOZOR 110 milyon yıl önce yaşayan bir dinozorun 500 sivri dişe sahip olduğu saptandı. National Geographic Birliği tarafından Washington'da tanıtılan ilginç dinozorun boyu aşağı yukarı bir fil kadar. Nigersaurus taqueti dinozorunun çene kemiği çok hafif olmasına rağmen, geniş ve köşeli bir yapıya sahip, Chicago Üniversitesi'nde Paul Sereno ile çalışan ekip otçul dinozorun kalıntısını Sahra çölünde bulmuş. Nigersaurus'un uzun bir boynu var ama yine de zürafa gibi beslenmiyordu. CT tarama sisteminin yardımıyla dinozorun tebeşir dönemi bitkilerini daha çok inek gibi geniş çenesinde öğüterek yediği anlaşılmış. Hayvanın özellikle de eğreltiotlarıyla beslendiği tahmin edilmekte. CBT 1081/5 7 Aralık 2007