Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Küreselleşme ve Sonuçları geller genellikle ulusal niteliktedir. Diğer taraftan, ekonomiyi uluslararası ticarete kapamak, toprak ağaları, siyasiler, bürokratlar ve yönetimin sağladığı destek fonlarıyla beslenen zenginler gibi çıkar çevrelerinin gücünü azaltmaz. Sonuç olarak, küreselleşme karşıtlarının iddia ettiği gibi, gelişmekte olan ülkelerin önündeki temel sorun küreselleşme değildir. Diğer taraftan serbest ticareti destekleyenlerin büyük bir heyecanla savunduğu gibi, küreselleşme, bu ülkeler için tek çözüm de değildir. SERBEST TİCARET VE ÇEVRE Küreselleşmenin çevre üzerindeki etkisi nedir? Pek çok çevreci, uluslararası entegrasyonun, ormanlar ve denizler gibi kırılgan doğal kaynakları aşırı tükettiğini ve dolayısıyla yoksulların yaşam alanlarının ellerinden alındığını iddia ediyor. Çok uluslu şirketlere yöneltilen suçlamalardan biri bunların yoksul ülkelerde akın ederken ellerinde gevşek bir çevre standardının olduğu yönünde. Ancak bu konuda çok az istatistiksel çalışmanın yapılmış olması iddiaların sağlam bir temele oturtulmasını engelliyor. 2003 yılında Dünya Bankası’ndan Gunnar Eskeland ve Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden Ann Harrison, Meksika, Fas, Venezüela ve Fildişi Sahili’nde yaptığı araştırmalarda, şirketlerin zengin ülkelerdeki sıkı çevre koruma yasalarından kaçmak için buralarda yatırım yaptıklarına ilişkin somut kanıtlar elde edemediler. Söz konusu araştırma, yatırım kararlarını etkileyen en önemli faktörün yerel pazarın büyüklüğü olduğunu ortaya koydu. Yoksullukta olduğu gibi, gevşek çevre standartları ulusal siyasetin veya ku 1990’larda Tayland’da bir tekstil fabrikasında çalışan Birmanyalı sığınmacılar 2002 yılında Hindistan, Mumbai’de Mahim Tren istasyonu yakınlarındaki bir genelev rumları ve hukuk devletine yaraşır altyapısıyla, suç ve şiddetin pençesine düşen Jamaika’yı hızla geride bıraktı. Güney Kore ve Filipinler’de 1960’lı yılların başında kişi başına düşen ulusal gelir aynı düzeyde seyrederken, Filipinler siyasi ve ekonomik çöküş içine girdi (özellikle iktidarın ve milli gelirin birkaç kişinin elinde toplanmasına bağlı olarak). Dolayısıyla Filipinler gelişmekte olan ülkeler statüsünde kalırken, Güney Kore gelişmiş ülkeler sıralamasına dahil oldu. Bostwana ve Angola Güney Afrika’da iki elmas ihraç eden ülkeyken, Bostwana demokratikleşme ve kalkınma yolunda hızla ilerledi; Angola iç savaş ve yozlaşmanın pençesinde hâlâ ayakta kalma mücadelesi veriyor. Bu deneyimler ve diğer ülkelerdeki gelişmeler, yoksulluğu yok etmek için uygulanan programların küreselleşme faaliyetlerine bağlı olarak engellenmediğini gösteriyor. Ülkelerin ekonomilerini düze çıkartmak için sosyal programlarını terk etmemeleri gerekiyor. Kaldı ki sosyal ve ekonomik hedefler birbirine destek vermek zorunda. Küçük üreticiler için toprak reformu, kredi ve hizmet olanaklarının genişletilmesi, işsizler için kamuçalışma programları, çalışanların temel eğitimlerinin ve sağlık gereksinimlerinin karşılanması, çiftçilerin ve işçilerin verimliliğini yükseltir ve böylece ülkenin küresel rekabet gücü artar. Bu tür programlar, bütçedeki öncelik taşıyan kalemlerinin yeniden düzenlenmesini gerektirdiği gibi bu ülkelerdeki siyasi ve idari çerçevenin daha dengeli bir yapıya kavuşturulmasını da gerekli kılar. Ne var ki kalkınmanın önündeki en Piref H. Ökkeş Janissary. Bir de bunu pek güzel dilimize çevirirsek: "Yeniçeri"... Yeniçeri, DC Comics adlı 1920’lerden beri Batman’iyle Superman’iyle pek çok çizgiroman kahramanını popüler kültüre armağan etmiş pek hayırsever, eli yüzü düzgün bir çizgiroman şirketi tarafından yaratılmış ve 2000 yılında da Amerika’da görücüye çıkmış. Ülkemizde de birkaç yıl önce raflara usulünce yerleşen "Yeniçeri"; konusunu, karakterlerini her bişeyciğini Türkiye’ye bağlamış bir "The USA" çalışması... Olabildiğince az yorumla konuyu kıssaca bir özetlemek ister, derin tasavvur âemine dalarak konu hakkında beni aydınlatmanızı rica ederim sevgili hocam. Gerici düşünceleri yüzünden ordudan ihraç edilmiş general Kazım Anka, Türkiye’ye irtica getirmeyi kafasına koyar; geceleri uykusuz, gündüzleri şuursuz kalır. Sonunda İblis’ten yardım alan Anka, Osmanlı dönemindeki askerleri dirilterek(!) ve İblis’in ona yolladığı ateşten cinleri kontrol ederek, okura çok nazik bir tonla "Çüş!" dedirtecek bir üslupla memlekete irticayı getirir. Hâl böyle olunca, Amerika’da ne kadar süper kahraman varsa (tabii DC Comics’le anlaşmalı olanlar) uçarak, ışınlanarak, otobüsle kamyonla, kısaca bir şekilde Türkiye’ye gelir, Anka’nın ordularıyla savaşırlar. Lakin, Anka’nın ordusu, süper kahramanları bir hamleyle süpürür, halkı da kahramanı da çaresiz bırakır. Halk bahtsız, kahramanlar çaresiz. Kim kurtaracak Türkiye’yi irticadan? İşte bu noktada "Yeniçeri", olabilecek en bodoslama şekilde öyküde yerini alır. 1999 İzmit depreminde doktor olarak görev yapan Selma Tolon (Bu ileride "Yeniçeri" olacak), yıkıntılar arasında dört yüz yıldan fazla zamandır saklı kalan Kanuni Sultan Süleyman’ın Kılıcı’nı (!) ve Büyücü Merlin’in Kitabı’nı (!!!) bulur. Asit baz reaksiyonlarına taş çıkartacak derecede karizmatik bir şekilde birleşen bu iki büyülü nesne Selma Tolon’u kırmızı çarşaflara sarılmış, üzerinde ay yıldız bulunan, her türlü süper işi layıkıyla yerine getiren 24ayar bir kahramana çevirir. (Hocam, izninizi rica ediyor ve bu noktada bir kez daha "Çüş!" demek istiyorum. Aklıma gelmişken ekleyeyim: 12 Eylül ertesinde Gırgır Dergisi benzer bir kapak yüzünden kapatılmıştı.) Sayfalarca süren bir dolu zıpırlığın ardından hikâyenin sonunda Yeniçeri, sağında Superman, solunda Batman; General Anka’nın karşısına çıkar (Bu arada, öykünün finalinin Batman’de geçmesi de artık, işin ne kadar suyunu çıkarttıklarını ispat etmektedir). Destansı maceramız, İblis’in Yeniçeri’nin içine girmesi ve bu durum üzerine Yeniçeri’nin Allah huzurunda secde ederek İblis’ten kurtulması ile son bulur. Canım Türkiyem kurtulmuş, süper kahramanlar güle oynaya Amerika’ya geldikleri gibi gitmişlerdir! Hocam, mektubumun sonunda, yazdıklarıma bir kez daha bakıyor ve keşke bunların hepsi benim hayal ürünüm olsaydı diyorum. Ellerinizden öpmek dışında başka birş ey söyleyecek gücü kendimde bulamıyorum. Yazarkasa’dan “Yeniçeri” mektubu Bir buğulu gözlüğü, bir hicran dolu kalbi ile bilim yolunda deli divane koşturan; bazen o eski, kuantumdan fersah fersah uzak, Newton fiziğinin her derde deva günlerini hatırlayan; böyle zamanlar nostaljinin tatlı rüzgârının gözbebeklerini boncuk boncuk yaptığı; gene de gözyaşlarını silip yüzünü doğan güneşe çevirdiğinde, yeniliklere tüm gücüyle atlama cesaretini her vakit kendinde bulan; sizin, bizim, herkesin üstadı, ustası, hocaların hocası, biricik Ökkeş hocam… Geçenlerde süper kahramanlar hakkında aklımın yettiği ölçüde nacizane saptamalar yapma denemesinde bulunmuştum hatırlarsanız. Bu kısa mektubumda da, bana sunduğunuz mümkünat çerçevesinde, saptamalarıma ufak bir anekdot eklemek ister, işin sonunda herhangi bir saçmalığın vuku bulmaması ümidiyle söze başlarım… Bir süre önce Kadıköy Çarşısı’nda karşıma çıkan bir çizgiroman, beni derin tasavvurlara itti; tüm sinir uçlarımı, enselerine teker teker şaplak atarcasına uyardı adeta. Öyle ki, konuyu bir bilirkişiye, bir kalem kâğıt duayenine (Bu siz oluyorsunuz aziz hocam) iletmem gerektiği gerçeği, saklı kaldığı muallaktan dizginleri tutulamaz vahşi bir at misali fırlayıp aklıma dank etti. Mevzu bahis olan çalışma ilk bakışta raflardaki herhangi bir çizgili böcekli dergiden fazlası değilmiş gibi gözüküyor; buna rağmen tabii ki bir farklılık içeriyor. İlk olarak ismiyle başlayalım: DörtKöşe 998/14 6 Mayıs 2006 DörtKöşe İmza: Dr. Kamuran Yazarkasa – Beylerbeyi DörtKöşe DörtKöşe