Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TARTI ŞM A BEYİN A R A Ş T I R M A L A R I Bilim mi, sanat mı? Prof. Dr. Süleyman Çelik ilim ve Teknik Dergisi'nin 144. sayısında, Sayın Vehbl Belgil "Sanatın Bilime Üstünlüğü" başlıklı yazısında, "bilimsel veya teknolojik bir buluşu siz yapmazsanız başka birisinin başka bir zamanda yapacağını, fakat aynı şeyin sanat yapıtları için söylenemeyeceğini" öne sürmekte ve örnek olarak da "Kopernik, dünyanın hem kendi hem de güneş çevresinde döndüğünü söylemese bir başkası söyleyecekti, fakat Shakespeare'in oyunlarını kendisinden başka kimse yazamazdı" demektedir. Bilimin anlamının bilinmediği ve bu nedenle önem verilmediği toplumumuzda, Bilim ve Teknik gibi bilimi topluma yaymayı amaçlayan bir dergide, bilimin önemini bilen bir kişi olan Sayın Vehbi Belgil tarafından bu tür bir yazının yayımlanması derginin işlevine ters sonuçlara neden olabileceği gibi, bilimi "olmasa da olur" bir uğraşı durumuna indirgeyebilecektir. Bu nedenle konunun açıklığa kavuşturulmasında yarar vardır. B Zekâyı belirleyen ne? Bilmeceyi çözemeyince siz de kendinizi kötü ve "geri zekâlı" mı hissedersiniz? Yankı Yazgan * * M özen ileri, çözemeyen geri ^ 0 mi?" başlıklı bir yazı hazırla# yıp bu sayfalarda yayımlanmasını istedigimde başımı fena halde dertte hissediyordum. Bilim Teknik e hazırladığım bilmeceler (hanı, şu son sayfadaki resimli olanlar) kimi okurlar tarafından "asırı çözülemez" bulunuyor, "Blzl ne sanıyorsunuz, nlye boyie şeyler soruluyor?" şeklinde tepkilergeliyordu. Benzer tepkileri, '80'lerin başında Şlar Yalçın'ın kare bulmacası için ortaya çıktığı zamandan hatırlıyorum; çünkü kendim de öyle bir tepki vermiştim! "Acaba zekâm geriledi de ondan mı çözemlyorum?" şeklinde bir soru doğuyor, ardından, bilmeceyi bir türlü tam çözememenin dayanılmaz hüznü çöküyordu. Herhalde yeterince zeki değildim ve şu gazete bilmecesini bile çözemiyordum... ra; zekâyı o toplumda ideal zekâ olarak görülen kavrama en uyan, en yaklaşan durum olarak gören bir kesim vardı. Zekâya teorik yaklaşımlar Zekâ çevre illşkisi Zekâyı bireyin yaşantısı çerçevesinde tanımlayan ve açıklayan iki ana teori, psikoloji çevrelerinde belki de en çok kabul görenler oldular. Burada, yasantı ile kastettiğim, bireyin iç ve dış dünyalarının keşişim çizgisi. Yaşantı, iki dünya arasındaki iç içe geçişi ve etkileşimi de ifade ediyor. Yasantı hareketli, değişken bir hali de içerdiğinden, bu çerçevedeki zekâ da bireyin hayatının gelişim evreleriyle yakın ilişki halinde. Zekâyı sürekli evrilen bir sistem olarak tanımlayan Plaget'ye göre hayatta kalmak, çevreye uyuma bağımlıdır. Yani, zekânın varlığını sürdürebilmesı de çevreyle uyum sağlayabilirliğine bağlı olur. Bunu da var olan bazı kalıplara yeni uyaranları uydurarak ve yeni uyaranları kabul edebilmek için var olan kalıplarda değişıklikler yaparak sürdürür. Bu alandaki diğer önemli teorisyen Vygotsky ise zekâyı (Piaget'nin tam tersine) dıştan İçe gellsen bir süreç olarak görür. Zekânın kökenleri, bireyin dış dünyadaki dığer ınsanlarla ilişkilerinde, toplumsal süreçlerde bulunur. Bireyin akranları ve anababasıyla etkileşimi, onun gizil potansiyeli ile ortaya koyabildiği potansiyel arasındaki farklılığı ve zekâsını belirler. Bilim, sanatın altyapısıdır. Eğer Rönesans'ı doğuran bilimsel gelişmeler ve arkasından, yazıda adı geçen, Kopernik gibi bilim adamları Shakespeare'in yaşadığı toplumu etkilememiş olsaydı, Shakespeare'in dehası aydınlanmazdı ve biz de onun değerli eserlerinden yoksun kalırdık. Çünkü blllm, sanatın da, edebiyatın da, kültürün de, politikanın da altyapısıdır. Altyapı olmadan hiçbir şey olmaz. Olursa da Nasreddin Hoca'nın kar helvası gibi olur. Bu konuda sanıyorum, bilim tarihini çok iyi bilen ve buna ilişkin değerli yazılarını her hafta zevkle okuduğumuz Sayın Vehbi Belgil ile görüşbirliği içindeyizdir. Eğer Shakespeare, Rönesans'ı özümsememiş, bilime değil safsataya önem veren, bilim adamlarının değil şarlatanların sözlerinin dinlendiği bir toplumda yaşamış olsaydı, yaratıcı zekâsıyla gene de yapıtlar verirdi. Fakat bunlar Hamlet veya Othello değil, Battal Gazi Destanı veya Hz. Ali'nin Cenkleri gibi yapıtlar olurdu. Yurdumuzda sanat yapıtlarının 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlaması, 3. Sellm ve 2. Mahmut gibi padişahlar ve daha sonra Tanzlmat döneminde yapılan reformlarla bilimsel düşünceye kapılann hafif de olsa aralanması sonucudur. Nitekim, "Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir" diyen Atatürk'ün her türlü safsatayı süpürüp rasyonel düşünceyi öne çıkarmasıyla cumhuriyetle birlikte sanat alanında büyük aşamalara erişilmiştir. Bu nedenle bilim olmadan sanat olamayacağını, bir toplumda bilimsel düşünce egemen değilse sanatın bağnaz düşünce tarafından kolayca alt edilebileceğini unutmamalıyız. ririz. Sonra gerekli adımları atarız. Bu çö . züm deneyimimizi belleğimize kaydeder, pratikteki değişiklikleri de ekleriz. ilerde karşılaşacağımız yeni bilmeceleri uydurmaya çalışacağımız yer: bir strateji olur elimizde. Dısislarl ise çevreye uyum, çevreyl blçimlendirme ve yeni çevre seçme eylemlerinde rol oynar. örneğin çocuğuna tuvalet eğitimi veren bir anne ya da yeni ev seçen ve kuran kişi, zekâsının dısisleri bileşenini daha çok kullanır. Ama bu zekâ hükümetinln en önemli özelliği iç ve dış dünyadaki işlevler sonucunda bir evrlm geçlrmesl, bu işlevlerin gündelik yaşantılarda etkileşimi sonucunda yeni özelllkler kazanabilmesidir. Yani, bir bölüm yaşantı tümüyle otomatik ve çaba harcamadan yürütülebilirken, bir bölüm yeni yaşantı karşısında birey yeni yöntemler geliştirebilir. Bu açıdan bakıldığında, zekâ, yeni durumla başa çıkmayı becermek (örneğin, okumayazma) ve bu beceriyi zahmetsizce, otomatikman sürdürebilmek olarak görülür. Bütün bu teorik açıklamalara ek olarak bir şey .daha söylenmesı gerekiyorsa, o da zekâ testlerl ve IQ ölçümlerlnln gerçek anlamı üstüne olmalı. Bireyin zekâsını bir Zekâ modelleri Sonra, Bilim Teknik'e üç yıldan bu yana hazırladığım bilmeceler çıkageldi. Başka insanlarda, benim başkalarının hazırladığı şeylerden doğan kaygılarıma benzer kaygılar yaratmaya başladım. Bundan sadistçe bir zevk aldığım söylenemez, "köseml" kaybedebilirdim. O zaman kendimi gerçek bir geri zekâlı hissedecektim. İyi de bütün bu bilmeceçözmecelerin zekâyla ne ilgisi vardı? Zekâ deyip durduğumuz, ama "hadl, tarif et" deseler şaşakalacağım kavram neydi ki? Zekâ ölçümü Teorisyenler, zekâ kavramına birkaç ana yönden yaklaşıyorlar. Bireyin iç dünyası, dış dünyası ve yaşantıları çerçevesinde kurulmuş ve kabul görmüş zekâ modellerinin sayısı 10'u aşkın. Zekâyı, "kafamızın içinde", kendiliğinden bir şey kabul etme eğiliminde olan, zekâyı beyninin haritası üzerinde konuslandıran görüşler, bu yüzyılın ilk yarısında egemen olmuşlardı. indirgemecı olarak eleştirilebiiecek bu görüşlerin tam karşıtı, kültürel ve antropolojlk bakış açısına sahip araştırmacılardan geldi. Zekânın içinde icat edildiği toplumsal kültürün çerçevesinde degerlendirilmesini öneren bu görüşler yanı sı Zekâ ve görev bölümü Şu noktada durmakta yarar var. Son birkaç paragraftır özetlemeye çalıştığım zekâ teorilerıni birkaç paragrafa sığdırmaya çalışmanın bir haksızlığa dönüşmesi çok muhtemel. Bir toparlama yaparsak, zekâya yönelik bu üç bakışın ortaklaştırılabilecek yanları olduğu görülüyor. Sternberg'in, zekâyı bir yönetim modeline benzeten açıklama tarzında; Içlşlerl, ne yapılacağını, nasıl yapılacağını ve yapılanlardan öğrenilenlerin tekrar nasıl kullanılacağını saptar. örneğin, bir bilmece çözerken, bilinen çözüm stratejilerinden hangisinin bilmeceye uyduğuna karar ve skorla ifade etmek, pek çok kişiyi o bireyi o skordan ibaret sayma eğilimine sürükledi. Kaldı ki zekâyı ölçen uzmanlar, giderek, testin sonucunun elde edilen skordan ibaret olmadığını vurgulasalar da zekâsı ölçülenler ve ölçtürenler böyle bir değerlendirmeyi tercih etti. Sanırım, aynı eğilim gazetelerdeki, dergilerdeki bilmece ve bulmacaları çözebilmeyi de benzer bir anlayışla görüyor. Peki, ikna edici görünen bütün açıklamalara rağmen zekâmızın öyle bilmeceyle filan ölçülmediğinı bile bile, çözememek niçin zekâmızdan kuşkuya düşürüp öfke yaratıyor? Belki de çözebildiğimizde hissettiğimiz o tatlı "yeterlilik" duygusuna ihtiyacımız çok büyük. Yere düşen kalemi alıp babasına götüren bebek "aferin" aldığında, kendini nasıl hissediyorsa, ben de aynen öyle hissediyorum açıkçası. Çözemedığimde de tam tersi... Ama inanın, bu bilmeceler zekâ ölçmüyor. Çözemediğinde "geri" olmuyor insan! Zekâmızı hayat her gün yeterince sınıyor zaten. D