23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
17 ARALIK 2010 CUMA CUMHURİYET DİZİ SAYFA 11 Özal, sistem değişikliğinin Türkiye’nin kalkınma ve ilerleme hamlesini hızlandıracağını düşünüyordu TERÖR VE TOPLUM MEHMET FARAÇ Başkanlık sistemi ısrarı G azeteciyazar Mehmet Barlas; 8. Cumhurbaşkanı’nın çeşitli konuları içeren görüşlerini “Turgut Özal’ın Anıları” başlıklı bir kitapta topladı. Ölümünden sonra vasiyeti gereği Mehmet Barlas’ın yayımladığı anı kitabında Özal başkanlık sistemiyle ilgili görüşlerini şöyle anlatıyor: Bu mesele de, tarihe karşı bir iddia meselesidir... Bizim demokrasi tarihimizde, asker kökenli olmayan ilk cumhurbaşkanı, rahmetli Celal Bayar’dır... Onu da askerler devirdi... Sonra sivil politikacılar, cumhurbaşkanı olmaya cesaret edemedi. Meclis’te gücü varken de, Süleyman Bey, cumhurbaşkanı olmayı düşünemedi... Neticede ben başbakanlık yapmışım... Büyük icraat gerçekleştirmişim... İçte ve dışta tanımadığım kimse yok... Beni tanımayan kimse de yok... Cumhurbaşkanı seçme zamanı geldiğinde, benim ismimden başka bir isim de olabilirdi... Ama Anavatan içinden kimler olabilir diye, arkadaşlarla müzakere de ettik... Ama neticede, benim olmamın en doğrusu olacağına karar verdik... Ama buna en fazla ‘cumhuriyet muhafızları’ reaksiyon gösterdi... Çünkü hep askerlerin cumhurbaşkanı olmasına alışmışlar... Seçilmiş politikacılar için, cumhurbaşkanı olmayı düşünmek, bir nevi tabu olmuş... Öyle yapmışlar... Bu tarihi bir iddia meselesiydi... Sivillerin ve seçilmişlerin iddiasıydı bu... Kaderde de varmış ki seçilip cumhurbaşkanı olduk... Ateşe Düşen Kar Tanesi!.. Urfa’da, Süryani Kralı Kara Agbar’ın mezarının hemen aşağısında garip ve de çok gizemli bir mahalle vardı... Tepelerde, adeta birer şark çıbanı gibi duran kayalıklar ve insan bedenindeki kurşun yaralarını andıran mağaralar üzerine kurulmuştu o mahalle... Sanki Taş Devri’nden bir köşe düşmüştü oralara ve tarihe parende attıran bir zaman makinesinin dişlileri takılıp kalmıştı o yakada!.. Yalnızlığın resmini mi çizmek ister birisi, manzara işte orası!.. Hani teneke parçalarını elmaslarla süslü bir vitrinin tam ortasına koyduğunuzda ucube bir tablo çıkar ya karşınıza; eski ile yeninin çatıştığı o mahalle, işte öylesine yaşamsal çarpıklıklar içerirdi kendi bağrında... Eski zaman adamlarının yüz hatlarında destanlar taşıdığı o mahallede, bin yaşındaymış gibi gelirdi bize yaşlı insanlar!.. Derdik ki o zaman, işte o adamlardır bizi birbirimizin içinde, çalılara yuva kurmuş serçeler gibi dayanışma içinde tutan!.. Şerre rağmen hayır!.. Biz orada, ekmek peşindeki babaların biçare çocuklarıydık... Yaşamın her anını ateşe düşmüş bir kar tanesi gibi yaşardık!.. Tırnaklarımızı çatlatan taşları bile hayra yoran, yaz sıcağında nefes aldırmayan kara sineği mahlukat sayan!.. Yaşamın bir çizgi filmin hayalleri kadar bulutları andırdığı bir coğrafyada, şerre rağmen “her şeyde hayır vardır” diyen!.. İşte o yüzden, çaresizlik ve yoksulluğumuza karşın yüreğimize barış çivisi çakan hoşgörümüz yüzünden; karnımız doymuşsa o gün; bize çok uzak olan yarınları hiç düşünmezdik!.. Sanırdık ki dünyanın her tarafı böylesine çelişkiliydi… İnsanın tek eğlencesinin kendi hayalleri olduğu bir mahallede, yaşamın ufku ne kadar derin olabilirdi ki?.. Anne diyen diller!.. Ben o mahallede gözlerine çapak düşmüş bir sabinin mağrurluğuyla gözümü açtığımda sabaha; betonarme evimizin çevresinden yükselen çocuk seslerine odaklanırdım... Farklı hançerelerden çıkan ses zenginliği, yüzümü gizemle saran sabah yellerini andırırdı!.. Evin arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü... Arkadakiler “Yumma” diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi... Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler... Orada tüm doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar vardı… Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları... Bizler yaşamını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerden hayvan ticareti yaparak geçiren dedemin adeta bir kasrı andıran çardaklı evinin önünde toplanırdık her gün... ÖZAL KENDİSİNİ VE BAŞKANLIK SİSTEMİNİ ÖVÜYOR ‘İZOLE EDİLDİ’ İDDİASINA YANIT Ama Özal, ANAP dışındaki partiler, yani eski rakipleri, iktidar olunca Çankaya’ya izole edildiği sorusuna şu yanıtı veriyor: Şimdi ben, günlük siyasette olan bitenleri, Türkiye’deki eskinin canlandırılması için yapılan çalışmalar gibi görüyorum... Toplumda sadece işverenle işçinin veya birbirine karşı olan grupların uzlaşması yetmiyor... Konsensüs, bütün kesimler ve politik partiler için de bir şarttır... Eğer mesele sadece Turgut Özal’a karşı çıkmaksa, bu benim cumhurbaşkanı olmamdan önce de yapıldı... Başbakanlığımda, hemen her icraatım, ilk safhada hep muhalefetle karşılandı... Ne ihracat hamlesine, ne konvertibiliteye ne de başka bir yeniliğe inandılar önceleri. Şu Körfez krizi sırasında olanları hatırlayın... O zaman Anavatan iktidardaydı ve ben de cumhurbaşkanıydım... Saddam’a karşı bütün Batı âlemi, iktidarmuhalefet ayrımı olmaksızın birleşti... Amerika’da, İngiltere’de böyle oldu... Bizde ise, kimi Saddam’ı ziyaret etti, kimi de ‘Turgut Özal, Türkiye’nin başını belaya sokuyor’ dedi... Bugünkü mesele benim cumhurbaşkanı olmam değil... Önce, şu koalisyonlara bakalım... T ürkiye’nin geliştiği dönemlerde koalisyon yok... 195060 arasında da yok, 196571 arasında da yok... Bir de bizim 198391 arasında yok koalisyon... Hep büyük işler yapılmış. Anavatan iktidarında, bir de transformasyon gerçekleştirilmiş... Şimdi, Türkiye yeniden koalisyonlara girmiş durumda... Uzlaşması zaten az olan bir ülkede, hem koalisyon partileri, hem de iktidar ve muhalefet, temel meseleler için uzlaşıp, kavga etmeyecekler... Bu arada, Türkiye önüne gelen tarihi fırsatı değerlendirip bölgenin lider ülkesi olacak... Ben bu işin zorluğunu görüyorum... Ama ben bir misyon adamıyım... Bana karşı gösterilen tepkiler, bir şahsa karşı gösterilen tepkilerden öteye boyutlar taşıyor... Ben hep söyledim... Bir istikamet verdik ülkeye... Bunu büyük ölçüde oturttuk... Artık döviz sıkıntısı yok... Döviz sıkıntısından doğan siyasi bunalımlar ve bunu izleyen askeri müdahale tehditleri yok... Ama şimdi bir yeni iktidar, erken emeklilikle ve hep Merkez Bankası’nı kullanarak bu dengeleri bozarsa, ani bu çeşit davranışlarla bir nevi ekonomiyi rotasından çıkartırsa, işin sonu yine felakete gider... Ben bunları cumhurbaşkanı olsam da olmasam da söylerim... İktidarda Anavatan varken de söylemedim mi? Anavatan hükümeti, Zonguldak işçilerine, işletmenin geliri kadar toplusözleşme zammı verirken yine reaksiyon gösterdim... Neticede benim cumhurbaşkanı ve Süleyman Bey’in başbakan olması meselesi değil... Birinin yanlış yapması, diğerinin o yanlışı görüp ikaz etmesi meselesi. İşin esasında sisteme de bakmak gerekiyor burada... Ben bu yüzden, ‘Başkanlık Sistemi’nin tartışılmasını istediğimi, her fırsatta söylüyorum... Parlamenter sistemi, biz demokrasinin tek şekli diye almışız... Ama bakın Amerika kıtasında, hep başkanlık sistemi var... Yeni kurulan Rus ve Orta Asya Cumhuriyetleri de demokrasi diye başkanlık sistemini seçti. Eğer bir ülkede, etnik olarak daha geniş tabanlı toplumlar yaşıyorsa, onlara başkanlık sistemi daha iyi uyuyor... Avrupa’daki çok milliyetli parlamenter demokrasiler hep krallıklar... Orada ülkenin bütünlüğünü kral temsil ediyor... İşte İngiltere böyle, Belçika böyle... Veya, İsviçre’de konfederasyon var... Basklıların da olduğu İspanya’da krallık var... Fransa’daki yarı başkanlığın başkanını, parlamento değil, halk seçiyor... Eğer siz çok renkli bir toplumun siyasi seçimini parlamenter sisteme bağlarsanız, etnik farklılıklar da, din ve mezhep ayrılıkları da, hemşehrilikler ve bölgecilikler de parlamentoya giriyor. Seçimlerin kazanılmasında, hizmet yarışının dışındaki faktörler ağırlık kazanıyor... Türkiye, bir Almanya gibi, mütecanis toplumlu bir ülke değil... Birincisi, bir büyük imparatorluğun her alanda bir nevi mirasçısı... Balkanlar’da veya Kafkasya’da gürültü olsa, Türkiye’de aynı sesler duyuluyor. Abhazya’daki savaşa, bizden ırkdaş gönüllüler gidiyor. Şimdi hem nispi temsil hem parlamenter sistem varsa, ondan soma ne koalisyonlardan ne de istikrarsızlıktan kurtulabiliyorsunuz... Bu söylediklerim, konu tartışılsın diyedir... Ama bizdekiler bir şeye takılınca takılırlar... Parlamenter sisteme takılmışlar bir kere... Bunu, demokrasinin tek şekli zannediyorlar. Dile gelmeyen acı!.. O evin ön cephesindeki küçük meydanın tam orasında, bir elektrik direğinden sarkan sararmış bir ampulün ışığında bir araya gelirdik düşlerimizi anlattığımız akşamlarda!.. Yırtık ayakkabılarımızın altında çiğnenen toprak, kardeşliğimizin bin yıllık kilimine dönüşür ve bizler onun üzerinde çatışmasız yaşardık!.. Şimdi düşünüyorum da, uzaydan mı gelmişti o çocuklar yoksa başka bir diyardan mı?.. İnanın aklımıza gelmezdi, yüzünde yoksulluğunu taşıyan Mahmut neyin nesidir diye... Ya da kapkara teninin ardında lekesiz bir masumiyet barındıran İsmail?.. Onun Arap olduğunu sormak kimin zihninden geçerdi ki?.. Ben söyleyeceğim ve belki de siz inanmayacaksınız… Bir gün olsun, evet bir gün olsun; kimse kimseye Kürt müsün, Arap mısın diye sormadı, geri kalmışlık ve cehaletin ortak kader olduğu o mahallede... Orada hiçbir zaman, kimse kimseye kültürel kaygılarla yan bakmadı ve kimse bir başkasına farklı dilleriyle acı bir laf etmedi… Bizler çocuktuk yalnızca… Ne etnik kaygılarımız vardı ne de bir bölünmüşlük, kamplaşma ya da ötekileştirme hissiyatımız!.. İnsan, önemsemediği, hatta bir zenginlik olarak gördüğü farklılıklar için kavga edebilir miydi ki?.. DÜN ÖZAL BUGÜN RECEP TAYYİP Yine de neticede şunu söyleyeyim... En zor dönemlerimizde en büyük işleri yapabildik biz... 1988’de, enflasyon yüzünden en ağır hücumlar varken, faizi ve döviz kurunu serbest bıraktık... Sonra altın serbest bırakıldı... İthali serbestleşti... 1989’da da mahalli seçim yenilgisinden sonra, konvertibiliteye geçtik... Yani kararlı iseniz, eleştiriler ve elverişsiz şartlar, sizi yıldıramaz... İkincisi de Türkiye’de eski siyasi kadrolar seçilse bile, eski siyasi düşünceler değişip yenileşiyor... İşte Çetin Altan’a, Cengiz Çandar’a bakın... Bizimle aynı felsefeyi savunuyorlar bugün... Bizimle eski çeşit kavgaları sürdürenler, düşüncedeki ve ekonomideki ihtilal çapında değişikliği anlamayanlar... Hem Türkiye’yi hem dünyayı anlamadıkları için, eski kavgalara devam ediyorlar... Bu açıklamalar 2010 yılında “bir başkasının” söylemlerini, başkanlık sistemini savunan sözlerini anımsatmıyor mu? 1990’larda Özal’ın savunduğu görüşleri 2010 yılında Recep Tayyip de üç aşağı beş yukarı aynı mantıkla savunuyor. Zira Recep Tayyip’ın amacı da Özal’la örtüşüyor: Parlamenter sistemin yerine başkanı olacağı sistemi getirmek! Aynı toprağın taşı!.. Yoktu birbirimizden farkımız, yoktu sorgulayacak niçinimiz ve de çatışacak gerekçemiz!.. Hepimiz bir araya geldiğimizde, Urfa şivesinin o yürek yakan vurgularıyla konuşur, aynı candan düşmüş kardeşler gibi dertleşir, Frenk suyu sürdüğümüz kuru ekmeği mutlulukla paylaşırdık… Aynı giyinirdik hepimiz, yoksulluğumuzu yaratan güzergâhlarda!.. Ceplerimiz harçlıksız, dizlerimiz yamalı ancak dillerimiz kavgasız… Büyüklerimiz birbiriyle anlaşırdı farklı dillerde. Analarımız aynı hamuru sererdi tezek ateşinin ısıttığı sacın üstüne… Babalarımız ekmeğini, bizler oyuncağımızı taştan çıkarırdık!.. Mayınla havaya uçan canlarımız aynı toprağa düşerdi Suriye sınırında... Aynı taşlardan gülleler yapan çocuklar, aynı ülkenin toprağına savururlardı taş misketleri!.. Kamyon lastiğinden ürettiğimiz çemberler aynı ellerde çevrilirdi kardeşlik sokaklarında!.. Yüreğe düşen öfke!.. Geçirdiği ameliyatın ardından iç dünyası değişti mi? Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaşamöyküsü ayrıntılarıyla biliniyor. Lakin Özal’ın iç dünyasıyla ilgili bir araştırma yok. İç dünyasını, özellikle bypass ameliyatından sonra ruhsal durumunu Hürriyet’in patronu Erol Simavi yayımladığı (19 Nisan 1988) uzunca bir yazıda irdeledi. Bu yazı günlerce konuşuldu. Başbakanlığı dönemini anlatmaya çalışan bölümlerde sözünü ettiğimiz bu yazının metnini Özal’ın ruhsal evrenini tanımaya yararlı olacağı düşüncesiyle okura sunuyoruz: “Zatıâlinizi ve politikanızı, gazetemde, gün oldu eleştirdik, gün oldu alkışladık. Ama şahsınıza olan yakınlığımızı, hep koruduk. Bu duygumuzu, karşı karşıya geldiğim zamanlarda, sanırım, siz de hissetmişsinizdir. Sevdiğimiz, beğendiğimiz, umut bağladığımız kişiydiniz. Çizdiğiniz hedefler ve uygulamayı vaat ettiğiniz politika, bizlere de sıcak gelmişti. Şimdi; bugünlerden o günlere uzanıp bakıyorum. İtiraf edeyim, sizi artık tanıyamıyorum. Hele şu sıra. Başımı ellerimin arasına alıp sebebini düşündüğüm çok oldu: Ama; bulamadım, bulamadım, bulamadım... Sonra, dündü... Beynimde bir kıvılcım çaktı... ‘Acaba mı?. .’ dedim. Ve, oturup bu satırları yazdım. Bir akrabam var... Türkiye’nin sayılı zenginlerinden. Kalbinden rahatsızdı. Yıllar önce Houston’da, ‘bypass’ geçirdi. Belki bu konuda, bizim duayenlerdendir. Döndüğünde turp gibiydi. Kendisinden çok genç olan bizleri, öteki diyara uğurlayacak kadar da sağlıklı. Bir gün; hep koruduğumuz karşılıklı sevgisaygı ilişkisi, incir çekirdeği doldurmaz bir olay yüzünden bozuluverdi: Hiç yoktan, aramızda tartışma çıktı. Baktım, tanınmaz halde. O efendi adam gitmiş, yerine bir mahalle kabadayısı gelmiş... Tükürük ve sövgü saçan ağzını, külhanbeyi tavırlarını, şimdi bile utancın ısısı yüzüme vurarak hatırlarım. Onun da sebebini, ertesi gün, bir sonraki gün, çok düşündüm. Yine bulamadım... Bir akrabam daha vardı... Teyzezadem... Büyük hekim, iyi insan; rahmetli Profesör Cihat Abaoğlu. Olayın şoku hâlâ üzerimde; ona sordum. Güldü... ‘Sen de gül’ dedi ve anlattı: ‘Bypass ameliyatında, bir ara kalp durdurulur ya... O sıra, beyne,1520 saniyelik bir oksijen akımı kesintisi olur ya... İşte ondandır. Herkeste, değişik izler bırakır...’ ‘Ama, işini mükemmel götürüyor. Vereceğini akıllıca dengeleyip; alacağına şahin gibi saldırıyor’ diyecek oldum. Yine güldü; yine anlattı: ‘Sayıların merkezi beyinciktir... Ona bir şey olmaz... ’ YARIN: SİMAVİ’NİN YAZISININ DEVAMI Büyüdük, geliştik ve ilerledik... Dünyaya bakışımız, ekmekle ve ihanetle kavgamız değişti ama insana bakışımız değişmedi… Zaman yılları geride bıraktı ve biz geçmişimizde kalan barışımızla yürüdük çoluk çocuğa karışana kadar!.. Peki ne oldu çok sonraları, üç dinin bile kardeşçesine yaşadığı topraklara?.. Niçin dinler barış içindeydi de diller kavga etmeye başladı?.. Aynı sokakta çember çeviren çocuklar niçin pusular kurdular birbirilerine… Aynı toprağa misket savuran çocuklar neden kurşun sıkmaya başladılar kardeş tenine… Urfa’nın ya da o coğrafyanın toprağına kan bulaştırdı birileri!.. Dile kavga, yüreğe öfke koydu kimileri!.. Nifak öylesine derinlere ekildi ki barış; filiz verecek toprak bile bulamadı!.. O coğrafyanın aynı topacı döndüren çocukları, entrikaların çevrildiği kaotik topraklarda birbirilerini anlayamaz oldu... Bu kavga niye?.. Ötekileştirme insanlığa çelme taktı, etnik şiddet bir bubi tuzağına dönüştü... Evet, o coğrafyada önce siyaset değişti, sonra insan… Barışı bir ademoğlunun yaslandığı baston gibi kavrayanlar, şiddete sırt vermeye başladı!.. Bu yüzden dil kavgası ekmek kavgasının önüne geçti… Peki, ben sizi durup dururken mi Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ne, barışın çocuk olduğu günlere götürdüm?.. BDP’nin “İki dilli hayat” kampanyasını duyunca aklıma Kötüler Mahallesi geldi… Zihnim beni dillerin aynı nağmeleri hesapsızca mırıldandığı bir coğrafyanın eski günlerine götürdü!.. Oturup düşündüm, hoşgörünün bazen topaç, bazen bir çemberin çevresinde döndüğü sokaklarda barışın frenine kim bastı?.. Ve biz 30 yılda bu kavganın içine nasıl geldik?.. mfarac@cumhuriyet.com.tr www.mehmetfarac.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle