25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 3 OCAK 2010 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yeni Bir Yıla Girerken... Yeni yıl eskisi gibi mi geçecek? Boş bir soru! Şu kırklar, elliler, altmışlar, yetmişler, seksenler nasıl geçip gitmişse öyle!.. Aldırmayın siz, geçmişi unutun, geleceğe bakın! İşte size yaşını başını almış bir yazarın öğüdü... Uzun yaşamak, çok yaşamak değildir. Bunu unutmayın. Zamanı tüketmektir; sizin elinizden kayıp giden günler, haftalar, aylar, yıllar gerçekte bir takvim yapraklarıdır. İçi boş olsun, içi dolu olsun! Giden gitmiştir. Elinizde kalan değerli bir şey varsa onunla yetinmeniz en iyisi? Elimizde kalan mı? Anılardan başka bir şey!.. Size rahatlık veren mi, yoksa gizli kalmış, anımsanması acılar veren yanlış yaşantılar mı? Her bayram günü depreşir yaşantımızdaki yanlışlıklar!.. Özellikle bile bile işlediğimiz suça benzer şeyler! Yasal olmayan, ama yasallığı çok geride bırakan kırgınlıklar, kırıklıklar... Sokaklar, meydanlar, sevinçli sesler, çalgılar, danslar, kahkahalarla dolup taşarken, TV’lerde dünyanın dört bir yerinden “Yeni yıl - yeni yıl” diye bağırtılar yükselirken... İnsanoğlu yalnızdır. Bilse de, duysa da, anlar gibi olsa da yalnızdır. Kiminde ister belki.. ama çoğunlukla pişman olur yalnızlığı istediği için!.. Koşmak, kavuşmak, sarılmak, coşmak itilişine bir kaptırabilse kendini!.. Herkes öyle yapıyor, sen neden duruyorsun öyle mahzun?.. Unuttuğun bir şey mi canlanıverdi!.. Ah şu bellek, düşmanımız belleğin derinliğinde saklanmış.. ortaya çıkmak için bekleşen yanılgılar... On binlerce insanımız haftalardır kentlerimizin sokaklarında “Açız.. Açız” diye, milyonlarcası da bir işbir ekmek diye bağrışırken; her iş dalında tam bir çöküntü yaşanırken; emeklisi emeksizi bir avuçluk gelir için didişirken!.. Öte yanda köşkler, şatolar, lüks geziler, şatafatlı gösteriler içinde yaşam güzelliklerini doya doya tadan mutlunun mutlusu bir azınlık bütün bunlara acımasız gözlerle bakarken.. bakma şöyle dursun, görmezlikten gelirken!.. Gel de bireysel duygulanmalarla oyala kendini! Geçmişteki yanılgılarını, hatalarını, sana sıkıntı veren anılarını canlandırarak üzül!.. Yalnız kendini düşünmek, çevreni görmekten kaçınmak gerçekten çirkin, utanç verici... Kimi okurlarım arada bir “Niye mutsuz şeyler yazıyorsun” diye çıkışırlar. Oysa ben hep mutluluktan yanayımdır.. Yanlış bir iyi niyetliliğe, hoşgörülere, kandırmacalara, boş sözlere kendimi kaptırmak istemediğimden... Yarınlar bizi bekliyor diye türküler söylemek kolayın kolayı! Ama kapınızın dışında, pencerenizin önünde milyonlarca insanımız karda yağmurda, zehirli gazlar, itilişler, kakılışlar, dayaklar altında ekmek kavgası verirken, gel de “İçelim.. mutlu olalım” diye türkü söyle?.. Ü niversite gündeminin yoğunlu- ğu çok önemli bir sorunun geri planda kalmasõna, gözden kaç- masõna yol açõyor: Araştõrma görevlilerinin iş güvenliği. Kõ- saca özetlemek gerekirse, Yüksek Öğretim Yasasõ’na göre iki farklõ madde ile üniver- siteler araştõrma görevlisi alabiliyor. 50/d maddesine göre araştõrma görevlileri “burs- lu öğrenci” olarak kabul edilip eğitim bit- tiğinde de üniversiteyle ilişkileri kesiliyor. 33/a uygulamasõnda ise üç yõllõk süre için rektör tarafõndan atanõyorlar. Şimdiye dek uygulama 50/d ile alõnan araştõrma görev- lilerinin, doktora sonrasõ 33/a kadrosuna ge- çirilmesi şeklindeydi. Ancak YÖK Yürüt- me Kurulu’nun Kasõm 2008’de aldõğõ ka- rarla bu uygulamaya son verilip kadro ila- nõ şartõ getirildi. Aslõnda bu, pratik anlam- da araştõrma görevlilerinin iş güvenceleri- nin yitimi, geleceklerinin belirsiz hale gel- mesi demekti. Bunun üzerine yoğun katõlõmlõ ve İstan- bul Üniversitesi merkezli bir dizi eylem baş- latõldõ. Bu arada Danõştay 8. Dairesi YÖK Yürütme Kurulu kararõ için “yürütmeyi dur- durma” kararõ verdi. Sorun geçici olarak çö- zülmüş gibi gözükse de farklõ üniversitelerde farklõ uygulamalar sürüyor. Ayrõca, İstan- bul Üniversitesi’nde haklarõ için mücade- le eden ve kõsmen de başarõya ulaşan araş- tõrma görevlilerine verilen disiplin cezala- rõ, üniversite yönetiminin, yargõ kararõna kar- şõn, henüz ikna olmadõğõnõn bir göstergesi. Sanõrõm YÖK kararõyla yapamadõklarõnõ di- siplin yönetmeliği marifetiyle yapmaya çalõşõyorlar. Açõk bir hukuksuzluk söz konusu oldu- ğuna göre, elbette herkesin araştõrma gö- revlilerinin yanõnda olmasõ gerekir ama çok daha önemlisi bu girişimlerin arkasõndaki üniversiteyi bitirme planlarõnõn fark edil- mesidir. Her üç TÜSİAD raporunda kimi zaman açõk, kimi zaman utangaç bir şekil- de vurgulanan noktalardan bir tanesi, “iş gü- vencesinin akademik performansõ olumsuz etkilediği” düşüncesidir (aynõ düşünce “YÖK Strateji Raporu” ve diğer “vizyon” raporlarõnda da yer alõyor). Burada kaste- dilenin sadece araştõrma görevlileri değil tüm öğretim elemanlarõ olmasõ bir yana, araştõrma görevlilerinin iş güvencelerini yok ederek akademik verimliliğin artabileceğini düşünmek nasõl bir mantõktõr, anlamak mümkün değil. Üniversiteye baktõğõmõzda iş güvencesizliğinin tam tersine akademik verimi düşürdüğünü görüyoruz. Özellikle tezi için daha fazla zaman harcayan, tezi- ni hõzla hazõrlayan, yani elindeki çalõşma- ya daha fazla sarõlan, yani verimli çalõşan bir araştõrma görevlisi kendi sonunu ha- zõrlayõp, işsizliğe bir adõm daha yaklaşa- cağõndan, çok doğal olarak tezinin bitimi- ni geciktirmek için her yola başvurmakta- dõr. Ayrõca enerjisinin önemli bir bölümü- nü doktora sonrasõ geçebileceği bir vakõf üniversitesi bulmaya harcamaktadõr. Yani iş güvensizliği kamu üniversitelerinde söy- lenenin tam aksine akademik verimi dü- şürmekte, yetişmiş elemanlarõ vakõf üni- versitelerine yöneltmektedir. Doktora sonrasõ işe son verilmesini sa- vunanlar genellikle ABD’yi örnek olarak gösterirler. Gerçekten de Sovyetler Birli- ği’nin uzaya ilk insanõ göndermesi ABD’de “Sputnik Şoku” olarak da bilinen, “bilim- deki öncü rolümüzü yitiriyor muyuz?” sõ- kõntõsõna yol açmõş ve ülke çapõnda yapõlan bir dizi görüşme, toplantõ vs. sonrasõ alõnan kararlardan bir tanesi de “inbreeding” ya- põlmasõnõ engellemek, yani kişinin dokto- rasõnõ bitirdiği yerden başka bir kurumda akademik yaşamõna devam etmesini teşvik etmek olmuştu. Gerçekten de bugün ABD’de “inbreeding” oranõ yüzde birin al- tõndadõr. Bu prensip ABD’de işleyebilir ama sistem kendi iç dengelerini kurduğundan, doktoralõ bir kişinin orada işsiz kalmasõ he- men hemen olanaksõzdõr. Şimdi kalkõp dengeyi sağlayan diğer mekanizmalarõ gör- mezlikten gelerek sadece işin bir yönünü uy- gulamaya kalkmak karşõsõndakini saf yeri- ne koymaktan başka bir şey değildir. Kal- dõ ki, bilimsel üretimde hiç de geri olmayan kimi Avrupa ülkelerinde, doktora sonrasõ aynõ üniversitede akademik yaşama devam etme oranõ yüzde doksanlar civarõndadõr. Üniversitenin tüm bileşenlerinin üniver- siteye yabancõlaştõğõ bir dönemdeyiz. Ge- nelde öğrenciler üniversiteye geçici, kat- lanõlmasõ gereken 4-5 yõllõk bir süre olarak bakmakta ve kendini üniversiteye ait his- setmemektedirler. Çalõşanlar açõsõndan üni- versitede olmak hiçbir şey ifade etme- mektedir; başka bir kurumda çalõşmakla üni- versitede çalõşmalarõ arasõnda bir fark yok- tur. Öğretim üyeleri açõsõndan ise üniver- site bilim üretilen bir yer değil, geçimin sağ- landõğõ bir mekândõr sadece. Elbette bu söy- lediklerimin istisnalarõ vardõr ama genel ola- rak baktõğõmõzda, üniversiteden hâlâ bir şey- ler bekleyen sadece araştõrma görevlileri kal- mõştõr. Üniversitenin hem öğrencisi, hem öğ- retim elemanõ hem de emekçisi olan araş- tõrma görevlilerinin yanõnda olmak, üni- versiteyi savunmak demektir. Araştõrma Görevlilerinin Yanõnda Olmak… Prof. Dr. İzge GÜNAL Dokuz Eylül Üniversitesi Tõp Fakültesi Öğretim Üyesi Araştõrma görevlilerinin iş güvencelerini yok ederek akademik verimliliğin artabileceğini düşünmek nasõl bir mantõktõr, anlamak mümkün değil. Üniversiteye baktõğõmõzda iş güvencesizliğinin tam tersine akademik verimi düşürdüğünü görüyoruz. Üniversitelerimiz... Y er yerinden oynuyor, her gün yeni bir olay, yeni bir olgu ile karşõlaşõyoruz. Adeta toplumsal bir deprem ge- çiriyor gibiyiz. Gerçekten, vatandaşõn güven- cesi, toplumsal yaşamõn düzenli sürmesini sağlayan yargõ yõpra- tõlõyor, ulusumuzun gözbebeği ordumuz, uyduruk savlarla örse- leniyor, üniversitelerimizin de- ğerli öğretim üyeleri, ilerici ay- dõnlarõmõz, bir gecenin sabahõn- da yataklarõndan kaldõrõlõp göz- altõna alõnõyor, şeriat yanlõlarõ, ce- maat bağlantõlõlarõ, devletin üst düzey orunlarõna (makam) yer- leştiriliyor, laik Cumhuriyetimi- zi õlõmlõ İslam devletine dönüş- türecek, ülkemizi bölünmüşlüğe götürecek davranõşlar sergileni- yor. Ne ki, tüm bu olumsuzluk- lara karşõn, Atatürk’ün, Cum- huriyetimizi ve bağõmsõzlõğõmõ- zõ emanet ettiği gençlerimiz sus- kun ve rahat. Oysa toplumsal coşkuyu oluş- turmak, kamuoyu yaratmak, ön- ce birer bilim ocağõ olan üniver- sitelerimizin görevi olmasõ gere- kir. Bu öncelikli görevi, 1933 yõ- lõnda üniversite kurulurken, dö- nemin Milli Eğitim Bakanõ olan Reşit Galip, Darülfünun’un ka- patõlma nedenlerini açõklarken, bu kurumun, sosyal gelişmenin ge- risinde kaldõğõnõ, yapõlan sosyal ve siyasal devrimlere uyum sağ- layamadõğõnõ bildirmiş ve kapa- tõlmaya yol açan öteki nedenleri şöyle sõralamõştõr: “İktisadi alanda esaslı deği- şiklikler oldu, Darülfünun bun- lara habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklik- ler oldu, Darülfünun yalnız ye- ni kurumları programına al- makla iktifa etti (yetindi). Harf inkılabı oldu, öz dil ha- reketleri başladı, Darülfünun hiç tınmadı.” Görüldüğü gibi, kimi çevrelerce diktatör olarak eleştirilen Mustafa Kemal’in genç bakanõ özgürce, üniversiteleri ül- ke sorunlarõyla ilgilenmeye ça- ğõrõyordu. Yazar Sefahattin Ko- nakçı, “Avrupa’nın çoğu ülke- lerinde üniversite yalnız mek- tep olarak kalmamıştır. Üni- versiteler, milli kültürün, mil- li coşkunun, milli ahlakın en mahrem, en tılsımlı birer ma- bedi olmuşlardır” sözleriyle üniversitelerin, ulusal coşkuyu ya- ratmak görevinde olduklarõnõ vurgulamõştõr. Bu ve benzeri uyarõ ve öneriler, özellikle üni- versite gençliği üzerinde etkili ol- muştur. Gerçekten, benim kuşa- ğõmõn üniversite gençliği, ülke so- runlarõ üzerinde gerekli duyarlõ- lõğõ göstermiştir. Örneğin, dikta- tör Mussolini’nin, Antalya yöresi üzerinde saldõrgan bir söz sarf et- mesi nedeniyle basõnõmõzla, genç- liğimizle başõmõzõ kaldõrmõş “Çiz- meyi giydirme”, “Dokunma- yın bu arslana” gibi sloganlar- la alan toplantõlarõ, coşkulu gös- teri yürüyüşleri düzenlenmiştir. Kõbrõs konusunda “Ya taksim ya ölüm... Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” haykõrõşlarõyla ya- põlan yürüyüşler belleklerimizden silinmemiştir. Turan Emek- siz’lerin, Nedim Özpolat’larõn şehadeti uğruna, büyük bölü- müyle gençliğin başardõğõ 27 Mayõs Devrimi’ni coşkuyla anõm- samaktayõz. Işõk içinde yatsõn Prof. Tarık Zafer Tunaya, dönemin iktida- rõna karşõ kaygõlarõnõ şöyle be- lirtmiştir: “Meseleler gittikçe çözülemez biçimde düğümlen- miştir. Karanlık servilerin göl- gesi altında, belki de, yeni me- zarlar kazınacaktır; tarif edi- lemez karanlık bir ortam ya- ratılmıştır.” Bir başka öğretim görevlisi, sanki bugünü anlatõyormuş gibi, “İliklerine kadar karşıdevrim- ci oldukları halde, gençlikten yana gözükmek isteyen, ona sahip çıkmaya çalışıp yanlış yollar gösterenlerin ikiyüzlü- lüklerini ve karşıdevrimlerini su yüzüne çıkaracağız” uyarõ- sõnda bulunmuştur. Üniversiteli bir genç, günü- müz iktidarõna sesleniyormuş gi- bi “Mustafa Kemal’in devrim- ci eylemleri karşısında sinen ir- tica, zamanımızda, iktidarın himayesinde hortlamış, dış kay- naklardan beslenerek devrim- cilere karşı saldırıya geçmiştir” uyarõsõyla, gençliğin sesini top- luma duyurmuştur. Günümüzde siyasal iktidarõn benzer tutumu karşõsõnda üni- versitelerimizin bu denli suskun kalmasõnõn nedeni nedir? Bana göre, yukarda sözünü et- tiğim uyarõ ve eleştirileri yapan gençler, Mustafa Kemal’in ço- cuklarõ olan Reşit Galip, Mus- tafa Necati, Hasan Âli Yücel gi- bi, üst düzey yöneticilerin ve Cemil Bilsel, Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya gibi Ata- türkçü bilim insanlarõnõn öğretip eğittiği öğrencilerdi. Mutafa Ke- mal’in “Birinci vazifen, Türk is- tiklalini, Türk Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve sa- vunmaktır” öğüdünde bulun- duğu gençlerdi onlar... Kuşkusuz, imam kõlõklõ Soros çocuklarının eğitici, yönetici olduğu üniversitelerden aynı coşkuyu, aynı yürekliliği bek- lemek olanaksızdır. Ama yaşlõ kuşak olarak biz, So- ros çocuklarõndan bir beklentimiz olmasa da gençlerimizden umut- luyuz. H. Basri AKGİRAY Emekli Cumhuriyet Savcõsõ PENCERE Kah.. Kah.. Kah... Komedi ile trajedi arasındaki fark kıl payıdır... İnsan ağlarken de kahkahalarla gülerken de gözlerinden yaşlar dökülür... Bill Clinton’un Suudi Arabistan’da attığı nutku dün gazetelerde okurken düşündüm: Ağlayayım mı?.. Güleyim mi?.. Komedinin sunturlusu, içinde dramın zakkumunu taşıyan dünya halidir. ‘Cidde Forumu’nda konuşan eski Amerikan Cumhurbaşkanı Bill Clinton demiş ki: “- Eğer 1400 yıl önce otomobil olsaydı, Muhammet Peygamber, hanımının araba sürmesine izin verirdi; Suudi Arabistan’ı dünyadaki ilk otomobil üreten ülke yapar, eşini de bu sektörün başına getirirdi.” Salonun harem bölümünde oturan çarşaflı kadınlar eski Başkanı coşkuyla alkışlamışlar.. Vah zavallı Müslümanlar.. Zavallı Müslüman erkekleri.. Ve kadınları.. Bill sanki geri zekâlılara hitap ediyor.. Yaşanan olaya nereden bakarsanız bakın, ortaya acıklı bir güldürü çıkıyor. ‘Cidde Zirvesi’ adı altında toplanan sözüm ona ekonomi forumuna bizimkiler de gittiler; Tayyip Erdoğan, Ali Babacan, Kemal Unakıtan... Suudi Arabistan’da kadınların otomobil kullanmaları yasak... Kadına tesettür uygulanıyor... Peki, Clinton’un sözleri kime?.. Hanımının otomobil sürmesine izin verip direksiyon başına oturtacak kadar beyni özgürleşmiş bir Müslüman erkeği, tesettüre bağlanıp eşinin türban takmasını ister mi?.. Bill Clinton sözleriyle bizimkilere de taş atıyor; ama, anlayan beri gelsin... Türkiye Cumhuriyeti’nde kızlar başı açık ve özgür kişilikleriyle Milli Eğitim’in okullarına giderlerken, kendi kızlarını -başlarını açmamaları için- Amerika’da okutan bir Başbakan’a ne denir?.. Hazreti Muhammet bu zamanda yaşasaydı, kadınları tesettüre zorlar mıydı?.. Tövbe estağfurullah!.. Günaha mı giriyorum?.. Cidde Ekonomik Forumu’nda Bill Clinton’un söyledikleri Müslüman mantığına göre düpedüz küfürdür... Suudi Arabistanlı kadınlar küfrü alkışlamışlar, erkekler yutkunmuşlar... Bill açıkça diyor ki: - Kuran 1400 yıl önceki koşullara göre düzenlenmiştir; Hazreti Muhammet bugün yaşasaydı, çok daha başka türlü düşünecekti... Çarşaflı Arap kadınları, alkışladıkları sözleri anlayamamış olabilirler... Bizim softalar bunu yutacaklar mı?.. Kuranıkerim’in kimi ayetlerinde yazılan kurallar ‘1923 Devrimi’nin yasalarıyla değiştirilmiştir; evlilik ve mirasta kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınmış ve maddi çıkarlar sağlanmıştır. Türban takan kadınlar -en başta AKP Hükümeti’ndeki bakanların hanımları- tesettürde direniyorlar da, evlilik ve mirasta İslamın şartlarını niçin reddediyorlar?.. Para ve çıkar tatlı mı geliyor?.. (22 Ocak 2004 tarihli yazısı)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle