Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
¥ dır. Bir trafik kazasında nişanlısının ölmesiyle Salih yeniden sevdiğine döner. Nedret, İzmirlilerin hoşgörülülüğünü gösterir ve sevdiği adamı bağışlar: “Küllerinden doğan aşkların, küllerinde boğulan sevdaların kenti”dir İzmir. “Tren Hangi Yöne”de Hülya Soyşekerci geçmişinin tünellerinde yol alan birinin dünyasını yansıtıyor hüzünlü bir biçimde. Değişen yaşamın, çevreye bakıştan geride kalanların öyküsünün son cümlesi ne kadar içe işleyici! “Tren Hayat yönüne gider. ” KUYTU KÖŞELERDE BİRBİRİNİ ÖPEN GÖLGELER “İzmir’in Gözlerinde Hüzün, Ege’nin Kalbinde Aşk”ta Yasemin Yazıcı, Ege’yle İzmir’in aşkını öyküleştiriyor. Ne Ege İzmir’den, ne de İzmir Ege’den kopabilmiştir yüzyıllardır. Aralarındaki masalsı, mitolojik aşkı kim yadsıyabilir? “İzmir ve Ege, gül, hanımeli, yasemin, ful kokan sokaklarda birbirine tatlı sözler fısıldayarak imbat esintilerinde sarmaş dolaş”ıp gezip duruyorlar. “Kuytu köşelerde birbirini öpen gölgelerini” bırakırlar. “Kemeraltı çarşısının kalabalığında bile baş başa” kalırlar. “Kabataş’ın arka bahçelerinde gazozlarına nohut atıp, incir ağaçlarının kaygan dallarında şeytana inat saklambaç” oynarlar. “Güzelyalı’nın kıyılarından İnciraltı’na... Klizman’a... Urla’ya... Ege gelip geçen rüzgârlardan çaldığı düşlerini” anlatır, “İzmir gülümseyerek” dinler sevgilisinin anlattıklarını. Kaybolan güzelliklere, değerlere, değişen yaşam biçimlerine, sokaklara bir hayıflanmayı dile getiriyor Yasemin Yazıcı. “Güzelyalı’daki Bahçe”de Jale Sancak, geçmişteki iyi ve güzel şeyleri anımsayınca insanın yüreği kanar ya bu öyküde de o var: “Peki neydi hatırladığım: Çamların tümüyle üstünü örttüğü, iğne yapraklarının tüm zemini kuşattığı serin bir bahçe, bahçenin ortasında üç katlı, boz renkli, yeşil tahta kepenkli, yüksek pencereli, geniş bir ev. Denize inen uzun, ince bir yol. Yolun bitiminde, evin önünde küçük bir çakıllık, hasır bir çardak ve bir iskele. İskeleye bağlı bir kayık.” “Kaybolmuş güzel zamanlardan kalan bu görüntüler dinginliği, erinci” çağrıştırır hep. Peki imgelemde boy veren bu “bahçede yaşanmış, bahçenin her yanını kuşatmış, bahçeden haz almış, bahçeyle sarmaşmış, bahçeye sevinçler, güzel telaşlar getirmiş o aşk da düş müydü acaba?” “Kaybedilen”de Selma Sancı, yazlıkçı ailenin gidişiyle yalnız kalan bir köpeğin ve Alaçatı’dan ayrılıp büyük kente giden bir kadının dünyasını ele alıyor. Yalnızlık ve burukluk öykünün omurgasına ağmış: “Akşam oluyordu. Can çekişen ışığın titrek gölgeleri arasında günün bitmesi nerede olursa olsun dokunaklıydı. Alaçatı’da günlerin adı yoktu, boşlukta birbiri ardına sıralanışı vardı. Bu saatlerde çocuklar oyundan yorgun düşerdi, büyükler yemek telaşında olurdu, denizdekiler toplanırlardı. Verandalarda masalar donatılır, mutfaklardan kızartma kokuları gelirdi. Sanki herkese düşen bir rol vardı da o kendininkini bilmiyordu. Orada kaç çeşit yalnızlığın tanığı olmuştu. Ama bu gidişinden aklında tüylerinin arasından bakan kederlerle gölgelenmiş bir çift göz kalmıştı.” “Bir Deli Heves”de Birsen Ferahlı, bir ailenin içinden bakıyor İzmir ve kentin yaşamına. Varlıklı ailelerin günlük yaşamı ve dünyaları, aşkları özgün bir biçimde yansıyor öyküye. “Pantolon Ütüsü”nde Oya Uslu, boşanmak üzere olan bir çiftin yeniden barışmasını ve “yeni bir hayatın sancısını” ele alıyor. “İzmir’in ilk kurulan yeri olan Bayraklı, tepeden şehre bakıyor, mağrur gözlerle körfezi” seyrediyordur. Deniz boylu boyunca uzanıyor; mavi, dantelli, elbise giymiş cilveli bir kadın gibi kıyıya sokuluyor, bir çekiliyor, özgürlüğün tadını” çıkarıyordur. Meltem rüzgârlarını soluyan eski evler ise yoksulluğun ve modern yaşamın sarsıntısından çatırdıyor, bazıları dayanamıyor”dur. Yıkıntıların altında ise kadınlar ve çocuklar kalıyordur en çok. “Deniz Kabuğu”nda Loren Edizel, 1941 yılı İzmir’inden bir kesit sunuyor. Kendisinden oldukça yaşlı, zengin biriyle evli bir kadının yasak aşkı bizi çok gerilere götürüyor. Savaş sırasında deniz ticaretiyle uğraşan bir ailenin yaşamı tümüyle gözler önüne seriliyor. “Pamuk Düşler Satıcısı”nda Vicdan Efe, balonların içine yazılan umut veren sözcülerin bir kadındaki etkisini kurgulamış öyküsünde. Mutsuzluğa umut, umutsuzluğa bahar düşlerle yaşama farklı ve umutlu bakmayı öneren iyimser bir balon satıcısının dünyasından yansıyanlar. “Işık, Sır ve Düş İzmir”de Emel Kayın, bir zamanlar azınlıklarla iç içe yaşayan İzmir’in sokaklarına dikkat çekiyor: “Geçim derdi, annebaba kavgası, kocaları savaşa gitmiş ve bir daha hiç dönmemiş kadınların gözyaşları, yaşlıların sonu gelmeyen sızıldanmaları, benim gözümde hep bizim yokuş sokağımıza özgü meselelerdi. Onlar Şükriye Teyze’nin, Nurettin Amca’nın, Hatice Abla’nın, küçük Ahmet ile Halit’in sıcak, sevgi dolu, bir o kadar da sıkıcı ve boğucu hayatlarıydı. Öteki İzmir’de ise Mari’nun, Livia’nın, Niko’nun renkli yaşantıları vardı.” İşte bu sokağın yer aldığı mahallede “taşra kasabalarının dingin atmosferi” vardır. Kentin yerlilerin yaşamıyla dışardan gelenlerin farklı dünyaları iç içe geçmiştir çoğu zaman aralarında sıkı bir bağ olmasa da. “Aşkı Hikâye Yapan İmkânsızlıktır Değil mi Anneanne?”de Mine Söğüt, hayıflanarak geçmişine, çevresine bakanların öyküsünü paylaşıyor bizimle. Geçip gidenlerin yerine konamayan iyi şeylerin acıklı öyküsü! Kıyıda yaşayanların, kente iyice sokulamayanların parçalanmış öyküsü! “Su Çiçeği”nde Deniz Gezgin, İzmir’e Doğu’dan gelen Azad ile Sosin’in öyküsünü ele alıyor. Ayakta kalabilmek için çalışıp didinen ve aşkla birbirine bağlı bu iki insanın dünyalarına sokuyor bizi yazar. “Kadifekale’den aşağı İzmir’e doğru inmeye başladılar. Önce Azad’ın Konak dediği yere gittiler. Kalabalığın arasından ılık rüzgâra karşı yürüdüler ve denizi yakından gördüler.” “Güle oynaşa Alsancak’a vardılar. Her yerde mağazalar, pastaneler, çay salonları ve hepsini dolduracak kadar insan vardı. Tıpkı memleketin damları gibi, burada da sokaklar yaşam doluydu.” İzmir’in ve kentte yaşayanların acılı, hüzünlü, geçmişle dopdolu öykülerde anılar, gözlemler büyük yer tutuyor. Düşler, günlük yaşamın acımasız çarkı, aileler ve unutulmaz yüzler, unutulması olanaksız aşklar, çokdillilik, çokkültürlülük, masalsı yaşamlar, kırılmalar, gizler öykülerin çatısını oluşturuyor. Deniz, tarih, kentin değişik cepheleri ve aşk bir araya gelmiş Kadın Öykülerinde İzmir’de. Kitabı hazırlayan yasemin Yazıcı ise “İzmirli olmaksa, son zamanlarda neredeyse farklı olmakla eşanlamlı; sanki tümden kendine ait bir yurt” diyor. ? Kadın Öykülerinde İzmir/ Yayıma Hazırlayan: Yasemin Yazıcı/ Sel Yayınları/ 184 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1034