Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Enis Batur’la ‘Başkalaşımlar XXIXXX’ üzerine ‘Keşke hayvana dönüşebilsek’ sürü hayvan var. Eşek olmak isterdim ben kesinlikle. Tabii insandan uzak yaşamak kaydıyla. Eşeği çok güzel bir hayvan olarak görüyorum bir kere. Sır kitabınızı konuşurken örümceğe öykündüğünüzü söylemiştiniz. O tabii birinci tercihim. Ama işte biliyorsunuz Ovidius’un Başkalaşımlar’da işlediği çok güzel hikâyedir o. Ne yazık ki onu bir kadına hak olarak veriyor, bir erkeğe vermiyor. “BİR İNLEME SESİ GELİYOR AMA...” Enis Batur, Başkalaşımlar XXI – XXX kitabı ile “Başkalaşımlar” serüvenine 35 yıl sonra nokta koydu. Batur’la söyleşimizde bir aydın olarak yaşanan tarihsel sürece bakışını da konuştuk. Türkiye’de yazarın, sanatçının, bilim adamının, düşünürün eylem alanının son derece kısıtlı, hatta yoka yakın olduğunu vurgulayan Batur, “Bir inleme sesi geliyor, ama...” dedikten sonra soruyor: “Bu sesi nereden duyuracağız? Bir mikrofon var mı, bir megafon var mı? Bana yok gibi görünüyor.” Ë Yasemin ARPA aşkalaşımlar’ serüveni, Kırmızı Yayınları’ndan çıkan Başkalaşımlar XXI – XXX ile sona ulaştı. Bir çeyrek yüzyıl neredeyse... Daha fazla, hepsi bir arada 35 yıllık. XXI ile XXX’ un geçtiği kitap? O, 13 yıllık. Tabii aralarında daha geriden kıvılcımını alanlar var. Yazılma süresi 13 yıl da, yazıların tasarlanma ve proje haline gelmesi daha da geriye gidiyor. O ağı, çeyrek yüzyılı aşan bir sabırla örmek... Zamanla kazanılan bir şey mi? Yayıncılık yapmış olmamın da getirdiği bir ayrıcalıkla bugüne kadar benden yaşı büyük, yaşıtım, benden genç pek çok yazar tanıdım. Gördüm ki, kimileri aşırı sabırlıdır. Yahya Kemal ömrü boyunca bir tek kitap yayınlamadan öldü. Yani Türk şirinin en büyük ismi, Türk edebiyatının yaşarken de en ünlü şairi yazarı olan Yahya Kemal, bir tane kitap yayınlamadı sağlığında. Bu bir tavır mıdır? Bence bir kararsızlık, yani o kararı verememe problemi, bu tamamdır diyememe durumu. Tanpınar anlatıyor; birkaç kere bir araya gelmişler yılların içinde, artık şu kitabı yapalım diye. Ama bir biçimde o yokuşa sürmenin yolunu buluyormuş: “Gördüğün gibi iki mısra eksik, şu şiiri de muhakkak bitirmeliyim” gibi. Bana kalırsa, bir biçimde o kitap çıkarsa ben de ölürüm duygusuna dayanan bir şey bile olabilir. Yani bir SAYFA 16 ‘B uçta bunlar var. Bir uçta da çalakalem yazıp, bir an önce çıksın benden uzaklaşsın tarzında bakanlar. “İNSAN KENDİNİ KÜTÜPHANESİNE KİLİTLİYOR” Başkalaşımlar’da kule, tımarhane, sirk, saray, kütüphane gibi çok sayıda mekândan söz ediyor, sonra da soruyorsunuz, “Nasıl oluyor da dünyayı bir kafes haline getiriyoruz?” diye... Birtakım mekânlara eğildiği zaman insan, bu mekânların kullanımına ilişkin hiçbir aydınlık cephe bulmak mümkün değil. Örneğin hapishaneye bakıp bunun da iyi tarafı şudur diyebilmek zor. O yüzde yüz kapalı bir kafes. Onun içinde yaşama arzusu çekecek insan düşünemiyorum. Hayal gücüm o kadarına el vermiyor. Ama ötekilere de dönüp bakıldığı zaman, her birinde bir kafes boyutu olduğu söylenebilir. Yani insanın kendini kapatma eğilimi de var, ötekini kapatma eğilimi de. Kapalı mekânlardan size en iyi gelen herhalde kütüphanedir. Bana iyi gelmekle birlikte, bir yandan onun da hapishane olduğunu kabul ediyorum. O da bir tür hapishane. İnsan kendi kütüphanesine kendisini kilitliyor, mahkum ediyor. “Bazen tek bir ortak kitap yüzünden insan celladıyla bile anlaşabilir diye düşünüyorum” diyorsunuz; bu, hangi kitap ve nasıl bir anlaşma olurdu? Gerçekten böyle bir durum hayal edelim. Celladı ya da işkencecisi bir anlığına o etkinlik devrede değilken, yani benim celladımın asmasına yarım saat kalmışsa ya da işkenceye mola verilmiş ve karşılıklı işkencecimle sigara içiyor sam... Olur a, bir biçimde bir kitap üstüne konuştuğumuzu varsayalım ve bu kitabın ikimiz için de anlamının önemli olması ihtimali vardır. Yani kimse büyük bir şevkle cellat ya da işkenceci olmuyordur, sanmıyorum. Ya da kimse cellat ya da işkenceci oldu diye önemli bir kitabın erdemine ulaşamayacak diye bir şey de yoktur gibi geliyor bana. Tabii ki işkencecimin ya da celladımın bir Nietzsche uzmanı olmasını beklemem. Bu bir fantezi olur. Kafanızda kitap isimleri vardır... Vardır.. Örneğin Robinson Crusoe’yu sevmiş olabilir adam. Çocukluğunda okumuştur, sevmiştir. Onun üzerinden birçok şey konuşulabilir. Başkalaşımlar’ı yazmaya başlarken Apuleiun’un Metamorphoses’undan esinlenmiş miydiniz? Apuleiun da da var, Ovidius da da. Başkalaşımlar, insanın başka canlıya dönüşmesi ya da bir canlının başka bir canlıya dönüşmesi teması, antik edebiyatta çok yaygın. Çağdaş edebiyatta Kafka’da var. Bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi teması evrensel ve zaman sınırı tanımayan bir tema. Ben de burada işlediğim konular çerçevesinde bir noktadan başlıyorum ama bambaşka bir noktada bitiyor. Ele aldığım konu ben o konuyu işlerken ilk çıkış noktasından uzaklaşıyor, formu değişiyor, içeriği değişiyor. Bir anlamda ben bunu yapmaya çalışıyorum zaten. Onun için tercih ettiğim bir başlıktı. Orada büyü sonucu eşeğe dönüşen insanın serüveni var. Giderek dönüştüğümüz, galiba insandan başka bir şey. Evet ama keşke hayvana dönüşebilsek. Benim dönüşmek isteyeceğim bir “... Astrolojik yalanlardan, sanatı kullanmaya kalkışan reklamlara, şiddeti duygusal bir prezarvatifle meşrulaştıran dizi filmlere, muhabbet tellallıgı yapan TV programlarına kadar, insan yüzünü silen her türlü gözbağcılığı deşifre eden bir tutum takınmalıdır gerçekçi sanatçı bugün.” Alova’nın Sözcükler dergisindeki yazısından yaptığım alıntıdan hareketle sormak istiyorum. Sizin bir aydın olarak yaşadığımız sürece bakışınızla bu bakışı birleştirirsek... Böyle birtakım çığlıklar atılıyor, ses çıkartılıyor, bir inleme sesi geliyor ama bunun gerçekleşmesine yol açabilecek bir zemin yok. Türkiye’de yazarın, sanatçının, bilim adamının, düşünürün eylem alanı o kadar kısıtlı ki. Bu kısıtlılık toplumun rol dağılımı çerçevesinde, özellikle 1980 sonrasında bu tarz yaratıcı uğraşlar ya da düşünceler üretebilecek insanlara saha bırakmamasıyla bu duruma geldi. Biz böyle yazılar yazabiliriz. Bu düşünceleri ileri sürebiliriz. Bunun bir etkisinin olabileceği ve iletişim alanında dolaşım imkânı sağlayabilecek bir potansiyeli var mı bu görüşlerimizin? Ben o açıdan çok karamsarım. Birçoğumuzun ortak sancıları bunlar. Ama bütün bunların geçerlilik kazanabileceğı alanlardan yoksunuz Türkiye’de. Üniversite yıkılmış durumda. Bütünüyle hemen hemen sefil bir boyuta vardı. Üniversite bir anlamda ciddi köklüce bir muhalefetin filizlenebileceği atmosferlerden biriydi, bu yok edildi. Kitle iletişim araçları son on beş yirmi yıl içinde sayıca çoğaldılar, nitelik açısından perişan bir durumdalar. Doğru dürüst ciddi bir işin yapılabileceği gazete, televizyon, radyo yoka yakın. Bir iki alternatif çıkış olsa bile onların da etkinlik dozları sınırlı. Eee, bu durumda nerede olacak bu ifade edilen şey? Bu sesi nereden duyuracağız? Bir mikrofon var mı, bir megafon var mı? Bana yok gibi görünüyor. Yola çıkmak gerektiğinde mutlaka bir yol bulunmaz mı? Teslim olma süreci mi yaşanıyor? Teslim olalım değil ama hiç hoşumuza gitmese de yenilgiye uğradığımızı görebiliriz en azından. Yenilgiye uğradığımız halde uğramadığımızı sanmamız bana çok akıllıca gelmiyor. Durum kötüyse ve bu durumun kötülüğünü değiştirebilecek olanaklardan yoksunsak, en azından bunu söyleyelim. Çok uygun bir örnek mi emin değilim ama, 12 Eylül’den on gün önce Yalçın Kü ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1034