25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Yasemin Yazıcı’dan ‘Kadın Öykülerinde İzmir’ Sıcakkanlı İzmir’den kadınların dünyası larının gençliği “Yokluklarla, yoksunluklarla, parasız yatılı okulların yasakları ile boğuşa boğuşa” geçip gider. Yoktan var edilir her şey. Yoksun kalınan şeylerden çocuklar nasiplerini almasınlar diye çabalanır. İzmir’de mimarlık okumaya gelen Deniz, Buca Yarıaçık Cezaevi’nde uyuşturucudan yatan oğlunu görmeye gelen, dertli, yüreği yanık bir annenin iç sesi, iç paralayıcı. “Bir Evlilikten Sahneler”de Raşel Rakella Asal, birbirlerine çok bağlı karıkocanın evliliklerinin zaman içinde tükenişini, kocasının başka bir kadınla birlikte oluşunu anlatıyor şaşarak, hazmedemeyerek. Öyküsüne İzmir’i de katık ediyor. Gemileri olmayan bir İzmir’i kim düşleyebilir ki? “Susuz bir ev, palyaçosuz bir sirk, ya da gizemli olmayan bir labirent gibi olurdu, denizsiz İzmir.” “Surlarda”da Ferda İzbudak Akıncı, İzmir’e dışardan gelenlerin öyküsünü anlatıyor ironik bir biçimde. Aslında bir saatçi dükkânında uyuyakalan bir kadının düşlerinden oluşuyor öykü. İzmir’den içeri girmeye uğraşan kadın, kentin her kapısında geri çevrilir ve bunun nedenini bir türlü anlayamaz. İzmir de “düşleri olan bir şehirdir. Sokaklarında güpegündüz düş gören insanlar gezinir.” “İzmirli Yabancı”da Şükran Yücel, Kanada’dan babasının ölüsü için İzmir’e gelen kızın öyküsü yer alıyor. İzmir’den ayrı kalmaya dayanamayan bir Rum’un karısını, kızını, işini on beş yıl önce bırakıp İzmir’e gelmesinin nedenleri kentin çekiciliği ve çocukluğunu geçtiği yerlere dönme özlemidir elbette. Kızı babasını bağışlamaz ve neden kendilerini bırakıp gittiğini anlayamaz. Babasının ölümü üzerine İzmir’e gelir ve babasının kenti onun da yaşayacağı yer olur: “Nefret ettiğimiz şehir, belki de en sevdiğimiz yerdir.” Babasının kendilerini bırakıp giderkenki sesi hâlâ kulaklarındadır: “Beni istemeyen Fransa mı vatanım, yoksa hiç benimsemediğim Kanada mı? Hollandalı annemin vatanına mı dönsem? Babaannem, Sakız adasından göçmüş. Dedemin biri, İtalyan. Atalarımın kimi İngiliz, kimi Fransız. Hangisini vatan bilmeliyim?” O, İzmir’i seçer ve orada da ölür. “Karım Öle”de Ayşe Kilimci, şoför Niyazi’nin evlilikte başına gelenleri anlatıyor. Niyazi, her türlü işi yapar ama evlenmeye fırsat bulamaz. Evlilik simsarı birisi ona Türkçeyi konuşamayan bir Kürt kızı bulur ve evlendirir. Niyazi’nin feleği şaşar! Kadının kardeşleri Niyazi’ye huzur vermezler. Karısı kocasıyla ilgilenmez. Çocuğunu alıp ailesinin yanına, gösterilere gider. Evine gelmiyor, ailesine bakmıyor diye kocasını polise şikâyet eder. Niyazi’nin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez! Kentin nüfusunun giderek nasıl karıştığını, bozulduğunu alaysamalı bir dille anlatıyor Ayşe Kilimci. “Aşkizmir”de Gönül Çatalcalı, Salih’le Nedret’in ayrılmanın eşiğinde yeniden birleşmelerini öyküleştirmiş. Salih, İzmirli değil, Doğulu. Geleneklerine bağlı bir aileden geliyor. Nedret ise “birkaç göbek öteden İzmirli, modern bir ailenin kızı”dır. Salih, Nedret’i tanıdığında memleketlisi bir kızla nişanlıdır. Nişanı bozması ise geleneklere aykırı ¥ Kadın Öykülerinde İstanbul, Ankara ve Karadeniz’den sonra, şimdi de İzmir. Yirmi iki kadın yazarın Ege’nin incisi “Aşkizmir”e ilişkin öyküleri yer alıyor bu son kitapta. Kadınların içten bakışıyla oluşan öykülerde aşk, sevgi ağırlıkta bu kez. İzmir, her haliyle öykülerin omurgasına sımsıkı ağmış. Kadın Öykülerinde İzmir, kentin belleğine, geçmişine, bugününe, yerlisine, yabancısına, sokaklarına, yaşamına, düşlerine, anılarına, kadınınaerkeğine, çocuğuna yol alan hikâyelerle örülü. Ë Gültekin EMRE ordonboyu”nda Ferzan Gürel, İzmir’in güzel akşamlarından birinde İlhami Beyin dünyasına sokuluyor. Çok kalabalıktır Kordonboyu. “Yörede oturanlar, yazdan kalma bir alışkanlıkla akşam gezisine çıkmışlardı. Bu alışkanlığın nedenlerinden biri de, kıyıyı boydan boya kaplayan yüksek yapılar yüzünden akşamları esen meltemin arka sokakları pek soluklandıramamasıydı.” Geçmişine dalıp giden İlhami Beyi evinde bir sürpriz beklemektedir. Eşinden ayrılan oğlu Oğuz hava gazıyla intihar etmek istemiş ama annesi tarafından kurtarılmış ve ambulansla hastaneye kaldırılmıştır. Yeğeni amcasını hastaneye götürürken kaza yapar. Hastane yolunda düşüncelere dalar İlhami Bey: “yaşamla, ölümün kıl inceliğinde bir sınırla ayrılmış olmasının gerçeği, soğuk esintiyle, bir kez daha değip geçmişti ona. Böyle bir gerçeği algılamak, oğlunun durumundan ötürü çektiği acılara da merhem oluyor gibiydi o an...” “Kirlisarı”da İnci Aral, Bir tren yolculuğunu ele alıyor. Annesiyle dargın karısıyla değil de yalnız gider İzmir’e Ziya. Bayramın son günü annesinin elini öper. Sıkıntılıdır. Kasabadan İzmir’e göçüşleri aklına gelir. “Kentin kıyısında, eski bir ev” edinişlerini düşünür. El arabasıyla sokaklarda sebze satarak ailesini geçindirir babası. Aynı kompartımandaki Çiğli’deki ayakkabı fabrikasında çalışan çocukla konuşmaya başlar. Evden kaçıp barlarda çalışan kız kardeşinin peşine düşen Ziya, başarısız olur, geri getiremez onu eve. Yoksul kesimin büyük kentteki sıkıntı, tedirginlik ve özlemlerine ışık düşürüyor, İnci Aral. “TREN HAYAT YÖNÜNDE GİDER” “Hüznün Buruk Tadı”nda Gülseren Engin, yaşlılar yurdundaki Sakine Teyze’nin geçmişini ağdırıyor öyküsüne. Kocası şoför Adil Amcanın huysuzluğuna, sertliğine, başka kadınlara gidişine göğüs geren Sakine Teyzenin suskun yaşamından acı kesitler çıkıyor önümüze bu öyküde: “Yaz aylarında bazen Adil Amcalara konuk gideriz. İzmir’in tutuşup kavrulduğu aylardır. Terasta uzun bir masa kurulur, çeşit çeşit yemeklerle donanır. Adil Amca rakısını açar. Bir yudum alır, derin bir ‘oh!’ çeker. Ardından bir tutam maydanoz. Adil Amca, biraz yaşlanmış... Hacı Teyze ölmüş birkaç yıl önce. Sakine Teyzenin yüzü gülmüş biraz.” Zaman geçer, kent de insanlar da değişir, pek çok şey tarih olur, geçmişte kalır: “Yıllar sonra aynı evdeyiz... Sinema yıkılmış yerine büyük bir alışveriş merkezi yapılmış. Evin pencerelerinde körfez yok artık. İzmir’in hanımeli kokan geceleri yok...” “Denizin Canı”nda Zeynep Avcı, İzmir’deki Rumları konu ediniyor. “antika bir mücevher”e benzeyen eski bir Rum evindeki bir adamın elinden kayıp gidenlerin öyküsü, bu: “Çalı gibi kalın kaşları, kalın dudakları, kemerli burnu, yelken kulakları başkasından ödünç alınmış da onun kafasına eklenmiş gibi. Bakışları da şaşırtıcı. Koyu mavi gözleri dümdüz, ısrarcı, dünyayı bir çırpıda yutacakmış gibi bakıyor.” “Yaşlı Deniz Tanrısı”nda Feyza Hepçilingirler, kaptan olamamış, ancak ikinci kaptanlığa kadar yükselmiş bir adamın dramını seriyor gözler önüne. Halil Kaptan, evde karısına ve iki kızına göz açtırmaz. “Köyün öteki kızları kapı önlerinde, taraçalarda türkü söyleyip çeyiz işlerken Kaptan” işe koşar kızlarını: “Börülce toplamaya bahçeye, karpuz bakmaya bostana, soğan dikmeye tarlaya; analarını artlarına tak”ar gözcü olarak. Bir yanlışlık, eksiklik görünce de eşek sudan gelene kadar döver kızlarını, karısını. Böyle sert bir adamın kızları da gönülden geçirdikleriyle değil de babalarının isteğiyle evlenirler. Hem kendine, hem de ailesine çektiren Halil’in denizde, karısının gözü önünde ölüşüyle son buluyor ekmeğini denizden çıkaran bu gaddar, zalim insanın öyküsü. “Özlemin Acı Tadı”nda Lütfiye Aydın, düşünde gördüğü İzmir’e vurulan, oğlu uyuşturucudan içerde yatan ve uzaklardan oğlunun ziyaretine gelen bir kadının monologunu ele alıyor: “Bir zamanlar avcumun içi gibi bildiğim İzmir artık ürkütüyordu beni. Yeni Otogar’dan kalkan servis minibüsü, sonradan oluşmuş semtlerden birinde beni bırakıp gidiverecekmiş ürküntüsü ile titriyordum.” Kendi halinde ailelerin çocuk “K SAYFA 4 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1034
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear