Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
? 2. “Albert Gabriel’in yapıtının herkesten önce sanat tarihçilerine ve mimarlık tarihçilerine yönelik olduğu doğrudur. Ama (…) daha geniş bir kitleye, sadece Ortaçağ İslam mimarisi tutkunlarına değil, aynı zamanda suluboya resim sanatından ve XIX. ve XX. yüzyılın ilk yarısının mimararkeologlarının kesinlikleri veren çiziminden zevk alan meraklılara da hitap eder.” (7) İkinci vurgu arkeoloji, mimari, sanat odaklı daha çok. Ancak ilk vurguda altı çizilen olgu, Türkiye’de yaşayan herkesi ilgilendiriyor. Bu yüzden söz konusu vurgunun üzerinde durulması, uzun uzadıya düşünülmesi gerekiyor bana göre. Bir vurgu da Prof.Dr.Semavi Eyice getiriyor. Dostlukları 1948’de başlayan, ilişkileri Gabriel’in ölümüne dek süren Eyice şöyle diyor: “Albert Gabriel’in Türk sanatı için büyük bir hizmeti var (…) bir yabancı olarak Batıya Türk sanatını tanıtmış … kişiydi. Avrupalıların kafalarında o zamana kadar Türk sanatı diye bir şey yoktu. (…) Avrupa, Albert Gabriel’in 2 ciltlik Les Monuments turcs d’Anatolie kitabından sonra Türk sanatını tanıyabildi.” (240) Eyice, şunları da aktarıyor: “İstanbul’dan nostalji ile bahsederdi. Özellikle Bursa kitabı çıktığı zaman törenler yapılmış ve Bursa’nın fahri hemşerisi ilan edilmişti.” (237) “…Yatak odasına kadar çıkardı beni, orada Cumhuriyet gazetesi vardı, devamlı yolluyorlarmış. Enteresan bir şey söyledi: ‘Benim son arzum: İstanbul Boğaziçi’nde bir yalıya sahip olup son günlerimi orada yaşamaktı, fakat olmadı.” (236) Bilinçli ya da bilinçsiz ölüme terk ediliyor Gabriel. Jacques Thobie, “İlerleyen yaşıyla birlikte insanlardan iyice uzaklaşan Albert Gabriel(in), 23 Aralık 1972’de BarsurAube’da, doksan yaşında biraz da unutulmuş olarak öl(düğünü)” yazıyor. (215) Gabriel’in ölümü üzerinden otuz yıl geçtikten sonra yeniden keşfinde önemli rol üstlenen Pierre Pinon’a bırakalım sözü: “… Albert Gabriel’in yapıtlarına ve çizimlerine hayranlık duyan biri olarak, … BarsurAube’da vefat ettiğini ve oradaki evinin hâlâ durduğunu biliyordum. Eşyaları arasında yayımlanmamış belgeler olup olmadığını öğrenme fikri kemirmeye başlamıştı içimi. Gabriel’e ilgimi paylaşan birkaç meslektaş sayesinde …evi aramaya giriştik, 2003 Nisanında da BarsurAube Belediye Başkanı aracılığıyla bulduk. Uzun yıllardır kimse oturmamıştı evde, belgeler gerektiği gibi muhafaza edilebilmiş miydi acaba? Yaptığımız keşif umduğumuzun ötesindeydi: her şey evdeydi, kütüphane, arşivler (yazışmalar, elyazmaları, notlar), mesleki eşyalar (T cetvelleri ve gönyeler, suluboya kutuları, fotoğraf makineleri) ve kişisel eşyalar (giysileri), ayrıca yüzlerce mimari çizim, yaklaşık 2.500 fotoğraf plakası ve yayımlanmamış 300’ün üzerinde suluboya resim.” (11, 12) Bir başka kitabının adı şöyle Gabriel’in: Türkiye / Tarih ve Sanat Memleketi. Şunu söylemek olanaklı görünüyor bana: O, belki daha çok TürkiKİTAP SAYI ye’de sevilmiş, kendini bu yurdun insanıyla özdeşleştirmiş biri. Pinon, “…Dostları Türkiye’dedir” (36) diyor onun için. “Albert Gabriel’i tanı(yanlar) arasında hâlâ hayatta olan” Xavier de Planhol’un şu saptaması oldukça ilginç: “Türklerle ilişkilerini tarif etmek olanaksız.” (225) Pierre Pinon, ilginç bir yaklaşım sergiliyor Gabriel için: “…Gabriel …Türkiye’yi modernleşmiş biçimde görmek arzusuyla, özünde bütünüyle ‘Atatürkçü’ olduğunu da gösterir.” (48) Yine Pinon’a göre, “mimarileri birbirine bağlayarak , Türklerin kendilerine bağlı kaldıklarını kanıtlamak bir takıntı durumuna gelir Gabriel’de.” (45) Kaldı ki o, “ayrıca ‘Türk kentlerinin oluşumuyla’ da özel olarak ilgilenmiştir.” (41) âdeta, “ülkeleri yeniden keşfe girişir, özellikle de Türkiye’yi.” (38) Pinon’un söyleyişiyle bu “En Türk Fransız”, “Türklüğün geleceği(ni) de mühürle(meye)” girişmiştir bir bakıma. (28) Ama ne mi olacaktır? Her aydınlanmacının başına gelen, onun da başına gelecektir kuşkusuz, “komünist olmakla suçlan(acaktır).”(33) YURDU SEVMEK ONA DOKUNMAKTIR! Bir gezgindi Albert Gabriel. Mimar, arkeolog, ressam ama gezgin. Gazeteciyazarlar arasındaki benzeri de Tayfun Talipoğlu… “Tayfun”, “Tayfun Talipoğlu”, “Talipoğlu”… Halkımız, kendisinin bu “yol hikâyecisi”ni, adının üç halini kullanarak seslendiriyor… Tanımanın ötesinde seviyor, sahipleniyor Gabriel gibi… Tayfun Talipoğlu ile arkadaşlarınca hazırlanıp NeTeVe’de gösterilen Bam Teli / Bir Yol Hikâyesi adlı belgesel dizi, bir açıdan yurdu sevmenin, ona dokunmanın örneklerinden biri aynı zamanda… Ankara’da bir ada, Bestekâr Sokak’ta… Ankara’yı uğrakladığım her kezinde ne yapıp edip kapılarını çaldığım, soluk aldığım, kulaç attığımız Anadolu topraklarına değgin anılarımızı paylaştığımız bir yurt köşesi; “Üçgen Yapım”… Üçgenin bir köşesini Tayfun oluşturuyorsa öteki köşesini bir büyücü, Erkan Demir pekiştiriyor, üçüncü köşedeki Semra Durak da tartımıyla, dengesiyle süreci tamamlıyor. Bu üç köşeden Erkan, belgesel sinemacılığımız açısından Okan’la (Çançin) benim için özel bir öneme sahip. “Büyücü” diye söz ettim ya ondan, boşuna değil bu niteleyişim… Tayfun’dan önce başlayan birlikteliğimizde hep omuzdaşımız oldu. Bir yönetmenin adını mı unuttum, bir filmin falan karesini mi anımsamam gerekiyor, kamera hareketleri, açı değişikliklerini mi tartışacağız, kurguda yapılanları, yapılmayanları mı dillendireceğiz; hep onu aradım geçen yıllar içinde… Bir kez olsun bıkmadı benden. Günü geceye ulayarak yanı başımızda yer aldı hep Erkan Demir. Şimdi şuracıkta kırık dökük üç beş satır, yüce gönüllü bu emeği nasıl karşılayabilir ki? Talipoğlu’nun “yol hikâyesi” ikinci on yılına başlamış durumda… Duygusallığın ağdasından kurtarılmış duyarlı düzeyiyle öne çıkan bir yapım. 877 ? SAYFA 29 CUMHURİYET