23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2C DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN olaylar ve görüşler “Sol ve Ergenekon” kuruluş, maceraperest subay eskileri ile milliyetçi etiketi ile dolaşan faşist eğilimlilerin, karanlık emellerini desteklemez, bunların varsa suç teşkil eden fiillerinin kovuşturulmasına karşı çıkmazlar, tam tersine böyle bir örgütün deşifre edilmesine destek verirler. Bu gerçek böyle biline! Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, “Bu tür örgütleri kovuşturuyoruz” derken, topluma korku salmak, AKP’nin sivil darbesine karşı çıkan bütün muhalifleri sindirmek üzere bir kampanya başlatılmışsa, 1950’li yıllarda ABD’de egemen olmuş olan bu tür McCarthy’st akıma benzer bu girişimlere karşı çıkmaktır. ??? Bugün Ergenekon kovuşturması bahanesiyle Türkiye’de, AKP’nin muhaliflerini sindirme harekâtı başlatılmış ve bir kısım sözde basın yayın kuruluşları da bu girişimde başrolü oynar duruma girmişlerdir. Bunlara karşı çıkmak, yalnızca solun değil, aynı zamanda bütün demokratların görevidir. Türkiye’de bugün hâlâ askeri darbe hayali görenler var ise, onların hedefledikleri ortam ile sivil darbeci AKP’nin Ergenekon’u bahane ederek yaratmak istediği ortam, ne yazık ki aynıdır. Her ikisi de, sonunda karşıt düşüncelerin susmak zorunda bırakıldığı bir korku toplumu yaratmayı amaçlamaktadırlar. Ergenekon iddianamesinde, darbe peşinde olanlardan söz edilmektedir. Eğer iddianamede ileri sürülen bu iddialar hukuk çerçevesi içinde, kanıtlanırsa, bunların ne kovuşturulmasına ne de cezalandırılmasına karşı çıkmak mümkündür. Ama bu iddia ile yola çıkanlar, rejimin laik, demokratik, hukuk devleti niteliğini devlet erkini kullanarak değiştirmeyi amaçlayan sivil darbenin yolunu temizlemeye kalkarlarsa, onlara karşı durmak, hem solun hem de bütün demokratların görevidir. “Askeri darbeye hayır, ama tarikatçı sivil şeriat darbesine evet!” demek ne solculukla bağdaşır, ne de demokratlıkla. Solcular da demokratlar da darbelerin her türlüsüne “Hayır!” der ve karşı dururlar. asirmen?cumhuriyet.com.tr 29 AĞUSTOS 2008 CUMA on zamanlarda, Ergenekon davası bahane edilerek sola saldırılar yoğunlaştı. Türkiye garip bir ülke, ortaya bir görüş atılıyor, bunun dayanağı olup olmadığına bakılmaksızın, üzerinde düşünülüp tartışılmaksızın, gerçekmiş gibi kabul edilip, çevresinde gürültü koparılıyor. Bunlardan biri de, Ergenekon davasının Türkiye’de solu ikiye böldüğü savıdır. Gerçekten de böyle bir olgu var mı? Yoksa Türkiye’de bir zamanlar sol diye görülen cephe Ergenekon soruşturmasından önce de parçalanmış mıydı? Olaylara yakından bakınca ikinci şıkkın gerçeği daha iyi yansıttığı görülmektedir. Çünkü Türkiye’de kendilerini solda gören veya öyle olduklarını ileri süren kimi kişiler, daha AKP iktidara gelir gelmez, önce gizli, sonra açık gündemi laiklik karşıtı olan bu partiyi liberal demokrasi adına desteklemeyi misyon edinmişlerdir. AKP’nin, sivil darbe yoluyla demokrasinin temel kurumlarına saldırısını da, çeşitli nedenlerle desteklemiş olan bu lumpen liberaller, taktiklerini, askeri darbe öcüsüyle toplumu korkutmak üzerine oturtmuşlar, sivil darbe tehlikesine dikkati çekenleri de darbe yandaşlığı ile suçlamışlardır. Milyonlarca insanın, meydanlarda “Ne darbe, ne şeriat!” diye açıkça haykırdıkları Cumhuriyet mitinglerini de “darbecilik” olarak nitelemeleri bu taktiğin bir parçasıdır. ??? Gerçekten solda olanlar, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun çaresinin bir askeri darbe olmadığını gayet iyi bilirler. Solda olan ve Türkiye’nin yakın geçmişini iyi okuyanlar, 12 Mart ile 12 Eylül darbesinin bizi nasıl bugünlere getirdiğinin farkındadırlar. Solda olanlar, herhangi bir askeri darbe veya darbe tehdidi ya da imasının işleri nasıl daha da karıştıracağının ve tarikatçı şeriat iktidarını hedefleyenlerin işine yarayacağının iyice farkındadırlar. Solda olanlar, Türkiye’de de başka ülkelerde de, kaynağını NATO’dan almış olan Gladio tipi gizli ve kirli örgütlerin, afişe hedeflerin ardındaki, gerçek hedeflerinin sol olduğunu gayet iyi bilirler. Bu durumda solda olan hiçbir kişi veya S Altın Madenciliği ve Kazdağları Prof. Dr. Şinasi ESKİKAYA nayasa Mahkemesi beklenenden farklı bir karar almadı. AKP’yi kapatmayarak ABD, AB ve ülke büyük sermayesinin beklentilerini boşa çıkarmadı. Sisteme bir bütün olarak baktığımızda karar kesinlikle sürpriz değildir. Zaten Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesini Anayasa Mahkemesi’ne verdiği ilk günden itibaren bu sonuç konuşulmaya başlanmıştı. Kararın bu yönde olacağı ta başından apaçık ortadaydı. ABD ve AB bürokratları aba altından sopa gösterirken kararın ne yönde olması gerektiğini de belirtiyorlardı. Bu karar nasıl alındı, oylama şöyle oldu, böyle oldu. Aslında öyle değil şöyle olmalıydı. Bu ve benzeri tartışmalar detaydır. Sonucu değiştirmeye etkisi yoktur. Ve iktidar ve egemenler tarafından da pek öyle dikkate alınmayacaktır. Bu türden tartışmaların AKP karşıtlarının çenesini yormaktan ve yüreklerine su serpmekten gayrı bir yararı da olmayacaktır. Oysa gerçek somut. Bu karar AKP yönetiminin ve sonuna kadar taraftarlarının canını sıkmadı. Tam tersine devletin temel ilkelerinin didiklenmesinin fiyatını öğrendiler. Bundan sonra işleri daha kolay. Tartışmalarda ilginç bir yan daha var. İyimser olmayı yaşam biçimi gibi alan bazıları Recep Tayyip ve AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin bu kararından sonra “daha dikkatli” hareket edeceği gibi bir inanç içindeler. Bu iyimserliklerinin nereden kaynaklandığını bilmemiz tabii ki mümkün değil. Oysa ben tam tersi bir inanç içindeyim. Recep Tayyip olağanüstü bir şey olmazsa eğer, partisinin artık kapatılamayacağından emin. Eh olağanüstü bir şey olma olasılığı da olmadığına göre, Recep Tayyip bundan sonraki davranışlarında bunu kesinlikle dikkate alacaktır. Bu işin bir yanı. Diğer yanı, Recep Tayyip’in manevra alanı öyle sanıldığı kadar geniş de değil. Aylardır yazılan “deliğe süpürülme” konusu realitedir. ABD ve AB’ye eski başbakanlar gibi bir başbakan gerekmiyor. Yani artık eski moda olmuş, ABD ve AB için yapabileceklerinin en iyisini yapmış, görevini bihakkın yerine getirmiş, eh zaman zaman çekingen bir şekilde de olsa dirsek çevirme cesareti gösterebilmiş bir başbakan günümüz koşullarında emperyalistlerin zamanını almaktan başka bir anlam taşımaz. Önemli olan tam teslimiyettir. Ülkesinin kaderi PENCERE Aydınlanmasız Sol, Sosyalizm Olur mu?.. retir... Öğretmen bize 20’nci yüzyılda hangi gerçekleri belletti?.. ? Sol, kökeninde Fransız devriminin bir ürünü; krala karşı olanlar meclisin sol tarafında oturmuşlar.. Solculuk krala, kiliseye, dinciliğe karşıt devrimci akımın, daha geniş anlatımıyla Aydınlanma’nın siyasal yaşamda oluşmasıyla ortaya çıkıyor... Ne var ki solculuk durduğu yerde durmuyor; başlangıçta liberalizmle yetinirken, daha sonra laik toplumun ileriye doğru dönüşmesiyle sosyalizm, solculuğun temel şiarı gibi algılanıyor... Tarih Baba durduğu yerde durmaz ki... ? Liberalizm ve sosyalizm Aydınlanma devriminin ürünleridir; kilise egemenliğinin devlet yönetiminden tasfiyesiyle laiklik ve demokrasi sürecinde oluşmuşlardır... 20’nci yüzyılda patlayan 1917 Devrimi’nden sonra bu temel ilke unutulur gibiydi... Ancak ‘Aydınlanmasız bir toplumda sosyalizme geçilebilir’ sanısına kapılanlar İslam coğrafyasında düş kırıklığına uğradılar... 20’nci yüzyılın ortalarında başlayan ve Nasır’dan Bin Bella’ya, Kaddafi’den Saddam ’a dek uzanan sanal umutlar Müslüman dünyasında yıkıldı... Sovyetler’in yıkılması da olan bitenlerin üstüne tuz biber ekti... ? Ne var ki Tarih Baba’nın verdiği dersten nasibini alamamış olanlar bugün de hayal içinde Türkiye’nin solunu sağını tartışıyorlar... Vaktiyle bunlar Atatürk’ün Aydınlanma Devrimi’ne nasıl burun kıvırırlardı: Pöh... Burjuva devrimi... Bugün ise Batı tarihinde gerçek bir burjuva devrimi olan liberalizme sözümona kaykılmış durumdalar... ? Haber verelim ki Aydınlanmasız ‘siyasal liberalizm’ de olmaz.. olamaz... Bu hükmün bir başka biçimde ifadesi “Aydınlanmasız demokrasi olmaz” tümcesinde vurgulanır.. İslamcı coğrafyanın demokrasiden yoksunluğu apaçık meydanda... Eğer Türkiye ‘Ilımlı İslam Devleti’ne dönüşürse Anadolu’da demokrasiyi ara ki bulasın... T arih Baba aksakallı bir öğretmendir, dinlemesini bilene çok şey öğ A değil, kendi kaderi Batı ile, emperyalistlerin çıkarları ile bütünleşmiş biri gerekmektedir. Şu gerçeği göz ardı etmemek gerek, Türkiye tüm kurumlarıyla el değiştirme süreci yaşıyor. Tüm kurumlar günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleniyor. Emperyalizmin dayattığı bu yeniden yapılanmaya uygun davrananlar kilit noktalara yerleşiyor. Gerçekleşme olasılığının ucu açık AB sevdasıyla insanlar uyutuluyor. Bu ve daha başka birçok nedenle emperyalizm halihazır durumun ve daha da yoğunlaşan bağımlılık durumunun hiçbir şekilde kesintiye uğramasını istemiyor. ABD olsun, AB olsun Türkiye’deki uzantılarına bu yeniden yapılanma sürecinde oldukça iyi rehberlik yapıyor. ALKIŞ TUTUYOR Özellikle AB bürokratları genel sol vurguları elden bırakmıyor, demokrasiyi öne çıkarıyor. Kendisinin hiçbir zaman oy vermeyeceğini söylediği bir partinin Türkiye insanının geleceğini karartmasına alkış tutuyor. Onların standartlarına uygun bir “sol” hareket toparlanmaya çalışılıyor. Peki bu sol nemenem bir sol olacaktır. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, bu sol denilecek şey Recep Tayyip’in bir solcu versiyonundan başka bir şey olmayacaktır. Daha şimdiden kolları sıvadılar. Kendilerine isimler arasından isimler araştırıyorlar. Liberal “sol” olmadı özgürlükçü “sol”, bu da beğenilmezse radikal olmayan “sol”. Aslında isim hiç önemli değil. Onların aradıkları solcu olmayan bir sol. Demokrasi sakızını ABD, AB markalarıyla çiğnemekten öteye geçemeyen, solcu eskilerini, dönekleri bir araya toplayan, emperyalizmin işbirlikçisi, soldan çark “sol”. 1960’lı yıllarda bizim sol literatürümüzde bir kavram vardı, komprador burjuvazi diye. Kısaca burjuvazi içindeki işbirlikçileri, yabancı sermayenin uzantılarını tanımlamak için kullanırdık. Güzel bir kavramdı. Buradan çıkarak, toparlanmaya çabalanan ve emperyalistler tarafından yedeğe alınmaya hazırlanılan sola (komprador “sol”) en yakışanı olacaktır. Bu isim Recep Tayyip’in sol versiyonu olmaya hazırlananlara da cuk oturacaktır. Recep Tayyip’e bak, ‘sol’unu al. TÜBİTAK Örneğinde Hukuk Nerede? Mustafa GAZALCI eçen yasama yılının son günü, 31 Temmuz 2008 tarihinde kabul edilen bir yasayla, 1963’ten bu yana tüzel kişiliğe, özerkliğe, kendine özgü bir bütçeye sahip Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) özerkliğine son verildi. Yeni düzenlemeye göre Başbakan, Bilim Kurulu’nun gösterdiği adaylar arasından seçim yapacak. Son seçici, kurul değil, Başbakan olacak. AKP’nin ısrarla istediği yeni yasa, Cumhurbaşkanı tarafından hızla onaylandı; Resmi Gazete’de yayımlandı. 19 Ağustos 2008 tarihinde de, 2003’ten beri kurumu vekâleten yöneten Prof. Dr. Nüket Eriş başkan olarak atandı. Böylece şimdilik AKP muradına erdi. Yeni filizlenmekte olan bilimsel, özerk bir kuruluşu yok etti. TÜBİTAK, özerk olarak çalıştığı kısacık geçmişinde birçok başarılı çalışmalar yaptı. Burs vererek, yurtdışına bilimsel araştırma yapacak olan bilim insanlarını destekledi, gençlerin ve birçok çevrenin benimsediği bilimsel kitaplar ve dergiler çıkardı; üniversiteler ve sanayi kuruluşlarıyla işbirliği yaptı. Bilimsel çalışmalara önayak oldu. Ne olduysa AKP iktidara geldikten sonra oldu. İktidar kural, hukuk tanımadan 6 yıl TÜBİTAK’la uğraştı. Bu özerk kuruluşumuzun bir türlü peşini bırakmadı. “Ben iktidarım, ben yöneteceğim, benim dediğim olacak” yanlışlığına düştü. AKP; idari mahkeme kararlarını, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in vetosunu, Anayasa Mahkemesi kararını ve verilen önergeleri dinlemedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendi istediği kişi seçilmedi diye, yasa gereği Bilim Kurulu’nun Mayıs 2003’te kendi arasında başkan olarak seçtiği Sayın Prof. Dr. Namık Eski CHP Denizli Milletvekili G Kemal Pak’ı Sayın Sezer’e iletmedi. Bir bakıma görevini kötüye kullandı. Soru önergelerine yazılı olarak verdikleri yanıtlarda, “Soruşturmalar bitsin, mahkeme kararları gelsin, sonra atama yapacağız” dedikleri halde sözlerinde durmadılar. Savcılığın takipsizlik kararlarını, yargıyı dinlemediler. Muhalefetin uyarılarına, Anayasa Mahkemesi kararlarına aldırmadan TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak yaptıkları düzenlemelerle, “ille de bizim dediğimiz olacak” iddiasından vazgeçmediler. 45 yıllık bilimsel özerkliği olan kuruluşu siyasallaştırdılar. Bilimi, bilim insanlarına bırakmadılar. 1987’de Turgut Özal zamanında da TÜBİTAK’ın bilimsel özerkliğiyle oynanmış, ancak 1993 yılında Sayın Erdal İnönü’nün katkılarıyla kuruluş, yeniden özerkliğine kavuşmuştur. Konuşmalarında “demokratik, laik, sosyal, hukuk devletinden” yana olduklarını söyleyenler TÜBİTAK örneğinde hukuku çiğnediler. Geçmişinde bilimsel çalışmalarıyla saygınlık kazanan TÜBİTAK’ı, bazı kuruluşlarca 1516 Haziran 2006’da Ankara’da düzenlenen “1. İslami İlimlerde Terminoloji Sorunu” adlı toplantıya maddi ve manevi destek verir duruma getirdiler. 6 yıldır AKP’nin TÜBİTAK’la, YÖK’le ilgili uygulamaları, bilime ve bilimselyönetsel özerkliği olan kuruluşlara nasıl baktığını açıkça gösteriyor. İktidarın TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak hukuka aykırı olarak yaptığı bu düzenleme de umarız bundan öncekiler gibi Anayasa Mahkemesi’nden döner. Sayıları zaten çok az olan özerk kuruluşlarımızdan biri daha iktidarın hırsına kurban edilmez. CUMHURİYET OKURLARINA ÇAĞRI Yaz tatili nedeniyle ara verdiğimiz CUMOK toplantılarımızı, her ayın 3. Pazar günü saat 14.30’da yapmaya devam edeceğimizi ve ilk toplantımızın 21 Eylül 2008 tarihinde saat 14.30’da yapılacağını duyurur, tüm Cumhuriyet okurlarını bekleriz. Adres: WiesbadenBiebrich, Bunsenstrasse Galatea Anlage. İrtibat Tel: 0160 91 95 77 45. 0178 32 77 893 İletişim adresleri: oezguerbulut?hotmail.com mguecer?yahoo.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle