05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 AĞUSTOS 2008 CUMA spor NEYMİŞ ABDÜLKADİR YÜCELMAN C 19 Son 30 Yılda Ne Hale Geldik? sulandıracaklar ya.. Hastalık!.. Bu ülkeyi yönetenlerle yönetmeye talip olanlar popülizm gereği adamına, durumuna, çıkarına göre değişince toplumun da kafası karıştı. Doğrularla yanlışlar bir arada toplandı, çıkarıldı, çarpıldı, çarpıtıldı. Hesap kitap karıştı, millet pusulayı şaşırdı. İşte toplumun durumu bugün budur. Ucu açık bir yolda gidiyoruz. Ucunda ne var bilmeden, anlamadan, araştırmadan hatta hiçbir şeyin farkında bile olmadan... Son zamanlarda kimi spor programlarında günah çıkaranları izliyorum, keyifle... “Bir yanda dünya rekorları kırılırken medyamız hâlâ futbolun olur olmaz dedikodularını manşetlere taşıyor. Bir olimpiyatın farkında olmayanlar var. Yazık, vallahi yazık...” diye konuşan kardeşimi, arkadaşımı, meslektaşımı kucaklıyorum. “Çok güzel konuşuyorsun ama eleştirdiğin, çalıştığın gazetede neden yazmıyorsun, neden konuşmuyorsun?” diyemiyorum sevgili meslektaşlarıma. Onların da Türk spor medyasının gittiği yoldan memnun olmadıklarını kimileriyle yaptığım ikili konuşmalarda öğreniyorum. Hatta açık açık söylemeseler de yazdıkları yazıların çoğunun servisin çöp sepetinde olduğunu da anlıyorum. 30 yıl kadar önce Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin kafesinde Şansal Büyüka ve Oğuz Tongsir’in şikayetlerini anımsıyorum. Genç muhabirler, kulüp muhabirleri, yazarlar; sizlerin spor anlayışı ne denli farklı ve çağdaş olsa da servisin şefini, müdürünü aşamıyorsunuz. Aşsanız bile patron müdürünün kulağını çekiyor. Çünkü sizin spor anlayışınız patron için bir şey ifade etmiyor. Çünkü patronlar spor kulüplerinin patronları, siyasetin patronlarıyla daha dost daha sıkı fıkı. Siz kimsiniz ki patronun çıkarına çomak sokmaya kalkacaksınız? Ama en azından işte böyle. 4 yılda bir olimpiyat bahanesiyle özeleştiriler ortaya konulunca doğrusu seviniyorum. Öyle bir çarkın içindeyiz ki duran bir saat bile günde 2 kez doğruyu gösterirken Türk sporunun gerçeğini Pekin Oyunları bahanesiyle 4 yılda bir de olsa medyamızdaki gençlerden duymak, yarım yüzyılı geride bırakmış bir spor yazarı olarak beni mutlu ediyor. Eski dünya ve olimpiyat şampiyonu güreşçilere İstanbul Büyükşehir Belediyesi mezar hediye etmiş. Roma’nın efsanesi Müzahir Sille soruyor... “Neden adam başına 2 mezar?” Müzahir düşündüğün şeye bak; biri eski şampiyon, diğeri Türk güreşi için... ayucelman?cumhuriyet.com.tr Maarten van der Weijden kanseri yendi. Olimpiyat Yaşamın aynası oldu Can İŞBAKAN ir olimpiyat daha geride kaldı. Acısıyla, tatlısıyla, madalyalarıyla 16 günlük serüven artık tarihin tozlu yapraklarındaki yerini aldı. Pekin’de akıllarda kuşkusuz Michael Phelps’in aldığı 8 altın madalya ve Usain Bolt’un rakipleriyle değil adeta rüzgârla yaptığı yarışlar kaldı. Ancak bu kez dikkatleri başka bir yöne çekelim... Herkes olimpiyat oyunlarının insan hayatıyla doğrudan ilişkili olduğundan bahseder. Bunun ne kadar doğru olduğunu gördük Çin’in başkentinde... En çok adını duyduğumuz isim Güney Afrikalı yüzücü Natalie Du Toit’ti... Trafik canavarı genç yüzücüyü 2001’in Şubat’ında bulmuş. Her zamanki gibi sabah ilk iş olarak yüzme antrenmanına giden Du Toit küçük motosikletine atlayıp okula, günün ilk dersine yetişmek için yola çıkmış. Ancak trafiğin çirkin yüzü genç Güney Afrikalıyı da bulmuş ve Natalie geçirdiği kaza sonucu sol bacağının dizden aşağısını kaybetmişti. Güney Afrika’yı müthiş bir matem kapladı o anda. Ama hayata küsmek Du Toit’in kişiliğinde yoktu. Ne oldu ki bacağı yoksa? Yüzmeye devam edebilirdi. Doktorları bile şaşırtarak 3 ayda ayağa kalkıp yürümeye başladı. Ve hemen havuza atladı. Natalie hayatın koyduğu engelleri bir bir atlıyordu. En büyük isteği olimpiyatlarda yarışmaktı, B geçen hafta onu da başardı. Kazanmak çok önemli değildi. Önemli olan ispatlanması gerekenlerdi ve Natalie bunu başarmıştı. Pekin’de açılış seremonisinde Güney Afrika bayrağını taşıdı, ardından da 10 kilometre yüzme maratonunda suya girip 16. olarak olimpiyata katılan ilk ampute sporcu oldu. Sadece Du Toit değildi hayata yenilmeyen... Bir yüzücü daha var; Hollandalı Maarten van der Weijden... O da ülkesinin en büyük yeteneklerinden biriyken lösemiye yakalandı. Ama pes etmeyecekti belli ki... O günleri şöyle anlatıyor Hollandalı... “Hastane yatağında yatarken duyduğunuz acılar sizi hayattan soğutuyor. Değil 1 ay sonrasını, 1 saat sonrasını bile düşünemiyorsunuz. Bu bana sabretmeyi öğretti. Eğer yüzmede başarılı olabilirsem hastalığımın bana armağan ettiği sabırla bunu gerçekleştireceğim.” Ve amacına da ulaştı van der Weijden... 21 Ağustos’ta 10 kilometre yüzme maratonunda rakiplerini geride bırakan Hollandalı altın madalyayı boynuna geçirerek dünyaya kanserin yenilebileceğini gösterdi. Bununla da bitmiyor olimpiyatın ilginç yüzü... Siz hiç kuma alerjisi olup da uzun atlama sporuna ilgi duyan birini duydunuz mu? İngiltere’nin güzel sporcusu Jade Johnson işte böyle bir isim. Sadece rakipleriyle değil, alerjisiyle de mücadele ediyor. Kum havuzuna düştüğü zaman kedi gibi ani bir hareketle yerinden fırlıyor ve çabucak kumları üzerinden silkeliyor. Onu izlemek hem komik hem de ibret verici... Peki Johnson hiç pişmanlık duyuyor mu? Asla... Çünkü olimpiyatta bulunmak vücudun kızarıp şişmesinden çok daha önemli... Bir de “Sporcu dediğin genç olur” tezini çürütenler var. Örneğin Japon binici Hiroshi Hoketsu...Tam 67 yaşında. İlk olimpiyatını 1964 Tokyo’da yaşayan Hoketsu. Pekin’de 4. kez sahneye çıktı. Yaşın “deneyim” olduğunu savunan Hoketsu, “Önemli olan yaş mı başardıklarınız mı? Bu eleştirilere inat Londra’ya da gideceğim” diyerek biraz sitemkâr bile davranıyor. Gerçekten de farklı bir olgu olimpiyat; diğer turnuvalara benzemiyor. Biliyor musunuz 8 altını alan Phelps ilk olarak ne demiş? “Bana başarılı olamayacağımı söyleyen ortaokul öğretmenim bakalım şimdi ne diyecek?” Olimpiyatın hayatla eşdeğer olduğunu bu cümleden daha iyi ne anlatabilir ki? Hiroshi Hoketsu yaşına bakmaksızın mücadele etti. Natalie Du Toit azmin zaferini sergiledi. Phelps rekora doymadı. oplum 1980’den sonra iyice dağıttı. Kimin ne yaptığı ne söylediği belli değil... Eline kalem alan yazıyor, mikrofonu kapan konuşuyor. Hemen hepsi suya yazı yazılacak cinsten. Yani ipe sapa gelir tarafı yok; bilgiden uzak, dedikoduyla dolu tartışmalar... Siyasetten spora, ekonomiden sanata... Giderek magazinleşen medya ve magazinleşen bir toplum. Gazeteler dedikodu haberleriyle dolu; TV kanalları bir başka alem... Kimi kanallar insanları evlendirmek kimi kanallar boşandırmak için çırpınıyor. O onunla kalmış, öbürü ötekiyle mercimeği fırına vermiş, 24 saat nöbet tutan paparazilerin görüntüleri vesaire... Bu haberler kimin nesine diyorum ama reyting yapanlar onlarmış. Ciddi kanallarda ise ne reklam ne ilan... Sinek avlıyorlar. Çünkü ciddi konuşmaları kimse dinlemiyor. Kimi kanallarda belki de az sayıda olan ciddi konukların konuşmalarını şov yapmaya meraklı sunucular sık sık araya girip kesiyor; açıkça pogramın içine ediyorlar. Hele 40 yılda bir ciddi bir röportaj sırasında konuşmaların arkasına konulan müzik zaman zaman konuşmacıların seslerini de aşarak izleyenlerin beynini oyuyor. Sözüm ona programa renk katmak gibi bir amaç olabilir mi?Sanmıyorum... Konu ilginç, konuşmacılar deseniz uzman, bırakında rahat rahat dinleyelim değil mi? Biraz da spor programlarından söz edelim. Geçenlerde bir gazete bir araştırma (!) yapmış. Araştırmanın sonucuna göre futbol sezonu başlayınca TV’lerin spor programlarında 100’e yakın futbol eleştirmeni ve yorumcusu futbolumuzu tartışacakmış... Yani bu ülkenin futbolunu eleştiren en azından 100’e yakın yorumcu var. Güler misin ağlar mısın? Ben ne gülüyorum ne ağlıyorum, sadece şaşırıyorum. “Sezon başlayınca ne yapacaksın” diye soranlar olursa hemen söyleyeyim; gerek gazetelerde gerek TV’lerde birkaç bilgisine ve deneyimine güvendiğim, kimseden çekinmeden gerçeği olduğu gibi söyleyen birkaç yorumcu dışındaki yazıları okumuyor, konuşmaları dinlemiyorum. Bildiğimden ve gördüğümden daha farklı bir şey söylemeyenlerle işim yok. Olayları bir anlamda sulandırmak bir anlamda da anlaşılır hale getirmek amacıyla her şeyin başına ‘popüler’ sözcüğü oturtuldu. Popüler tarih, popüler müzik, popüler medya, popüler spor, popüler toplum vesaire... Popülerlik o hale geldi ki ABD’den AKP’ye kolonlanan popülistlik din işlerine bile bulaştı. Popüler din ‘ılımlı İslam’ olarak adlandırıldı. İlle de T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle