Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C kitap 20 HAZİRAN 2008 CUMA Değinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN KULE CANBAZI SUNAY AKIN Ne kulübe ne de ip gelmemek için insanlığından utanarak başını önüne eğer… 1874 yılında İstanbul’a gelen İtalyan yazar Edmondo de Amicis, sokak köpeklerinin kentin daha az kalabalık, ama birincisinden daha az garip olmayan ikinci halkını meydana getirdiğini yazar. Amicis’in, halkın sokak köpeklerine davranışını içeren gözlemleri, bu hayvanları Hayırsız Ada’ya ilk kez gönderen Sultan Abdülaziz dönemini içermesi bakımından da ilginçtir: “İstanbul’da, hiç kimse köpekleri dolaşırken veya yatarken rahatsız etmez. Köpekler yolun sahibidir. Bizim şehirlerimizde, atlara ve insanlara köpekler bir kenara çekilip yol verir. Burada, köpekleri ezmemek için insanlar, atlar, develer, eşekler şöyle bir kavis çizerler. İstanbul’un en kalabalık yerlerinde, sokağın ortasında halkalanıp yatan dört veya beş köpek gün boyunca bütün bir mahalle halkının kıvrıla kıvrıla yürümesine sebep olur.” İstanbul halkı tarihin hiçbir döneminde köpeklere yapılan katliama duyarsız olmamış, tepki göstermiştir. Öyle ki, yaşanılan doğal felaketler, yangınlar sokak köpeklerine yapılan eziyetin bedeli olarak görülmüştür. Sokak köpeklerinin sevgisini kazandıkları arasında yabancılar da vardır. Bunlardan biri, İstanbul’daki bir caddeye adı verilen Claude Farrère’dir. Üstelik Fransız yazar, kedileri köpeklerden daha çok sevmektedir: “Benim gözümde sevilmeye layık tek köpek cinsi ehli bir ırktır. Bu ırk, Türkiye’nin başıboş sokak köpekleri ırkıdır. Bunlar gerçekten hür köpeklerdir. Ne sahipleri, ne kulübeleri, ne tasmaları ne de ipleri vardır. Açtırlar fakat yaltaklanmazlar. Tabiri caiz ise en az ‘köpek’ olan, bir bakıma ‘kedi’ olmaya layık köpeklerdir.” Yeni bir İlhan Selçuk ci içindeki “Jurnalci yazar”, aklanan yazarın yüreğindeki acıyı hiç mi duymayacaktır? Oysa İlhan Selçuk gibi bir bilge–yazar, yazdıklarından aklanmaya değil, başka yazarların yazamayışına yazıklanıyordu: “Bir yazar için kendi yazdıkları önemli değildir; başkasının yazamadıkları önemlidir; hapishanesinde bir tek fikir suçlusunun bulunduğu ülkede yaşayan yazar kendini özgür sanıyorsa vay haline!” yılı, bir padişah 1836 resminin devlet dairelerine ilk kez asıldığı yıldır. Aynı yılın 17 Eylül gününde, yine ilk kez bir padişahın doğum günü için şenlikler düzenlenmiş ve sonraki yıllarda “veladeti hümayun” adıyla bu kutlama resmileşmiştir. 1836’da yaşanan üçüncü önemli olay ise, kendisine tanınan atlı arabayla İstanbul sokaklarında dolaşma ayrıcalığının padişah tarafından kaldırılmasıdır. Bu yenilikleri yapan, “Gâvur Padişah” diye anılacak olan II. Mahmut’tur. İngiliz yazar Julia Pardoe, tüm bu değişimlere tanıklık eder. 1836 yılının yılbaşı gecesinden bir gün önce deniz yoluyla İstanbul’a gelen Bayan Pardeo, geminin güvertesinden kenti ilk kez gören nice yabancı gibi hayranlık dolu satırlar yazar günlüğüne. Ama, İstanbul’u en güzel anlatan yazar olan Julia Pardeo, kenti ilk kez görmenin büyülü ortamında hayvanları unutmayan birkaç yazardan biridir: “Martılar, kümes hayvanları gibi birbirleriyle oynaşarak, bir bulut öbeği gibi gemimizin çevresinde uçuşuyorlardı… Yunusbalığı sürüleri ise, beyaz karınlarını göstererek, büyük şehrin çeşitli sesleri ve canlılığı içinde, sanki hiçbir korku sezmiyorlarmış gibi, güven içinde oynaşarak yuvarlanıyorlardı.” ARESİZLİKLE YÜZEN KÖPEKLER Julia Pardeo’dan yıllar sonra, 1910 yılının 12 Haziran günü, köprüden kalkıp Marmara’ya doğru yol alan teknenin içinde bir adam denizde gördüğü canlıları kâğıtlara çizmektedir. Ne var ki, kara kalemle resimleri yapılan hayvanlar ne yelkovan kuşları, ne martılar ne de yunusbalıklarıdır! O gün Fransız karikatürist Georges Goursat, Hayırsız Ada’ya yaklaşırken, tekneye doğru çaresizlik içinde yüzen köpekleri çizmektedir. Goursat, modernleşmenin kurbanı olarak Hayırsız Ada’da ölüme terk edilen zavallı hayvanların ulumalarını çocuk ağlayışına, uzaktan görünüşleriniyse karıncalara benzetir. Fransız karikatürist, tekne kıyıya yaklaştığında, İstanbul sokaklarından toplanan köpeklerin, ölü arkadaşlarını yemek için birbirleriyle dalaştıklarına tanık olur. Gördüğü bu korkunç manzara karşısında daha fazla dayanamayan Goursat geri dönerken, tekneye alınma umuduyla denize atlayan ama adadan fazla uzaklaşamadan dalgalar arasında kaybolan köpekleri yaşamı boyunca bir daha hiç unutamaz. Öyle ki, dönüş yolunda, yanlarından geçen mavnanın içindeki tahta kafesleri tıkabasa dolduran sokak köpekleriyle göz göze “CEMAL SAHİBİ” BİLGE Eskilerin “Cemal sahibi” dediği insan; hoşgörülü, iyimser bir tutum içindedir. Kişilere, olaylara bakışında; gülmeceye sarılmış bir yergiyle taşı gediğine koymuşsa, “soytarı” değil, “bilge”dir. Yazıdaki dokundurmada kişiyi inciten değil, insanı düşündüren bir incelik olmalıdır. Ama kişi “ham ervah” birisiyse, kaba övgüden başkasına aklı ermez. “Kalem erbabı”, kaba övgüde nasıl dokunduracağının da ustasıdır. Yazıda insan önce kendini öğrenmeye çalışır. Sözcüklerin çağrışım gücü bir iç geziye çıkarır yazarı. Bir yazar, bilinmeze doğru, gerçeği anlamaya çalışır. İlhan Selçuk kendinin gerisine çekilerek bakıyor yazdıklarına: “Kendimi bir amatör yazar olarak düşünüyorum ve bir öğrenci gibi duyumsuyorum. Her gün yeni bir şey öğrenmenin heyecanını yaşıyorum.” Gene de yazılarının üç boyutlu olmasına özen gösteriyor. Belli bir zaman içinde, yaşadığımız ortama anlam kazandırarak, olaylara tarihsel bilinçle bakmak! Köşe yazısına deneme anlayışını yakıştıran bir yazarda yazı kurallarının özelliklerini aramak gerekmez. Bilgi birikimini erteleyerek, anımsamaz görünerek, dağınık çağrışımları sağlam bir düzenceye sığdırmanın ustası olmak yeter. Aydınlanmaya doğru, “uzun yola çıkmaya hüküm giymiş” olan insan, önce kendini aşmaya çalışacaktır. Hapislerde, işkencelerde sınanmış olan İlhan Selçuk, kendini tanımaya çalışacaktır. Gerçek benliğimizi aramak, onu bulmaya çalışmakla geçer yaşama serüvenimiz. Kendi benliğindeki “ben”i arıyor İlhan Selçuk: “Bizler, kendi yaşamlarımızın da ötesindeki yaşamların insanlarıyız, aynı zamanda kendimizden öncekilerin insanlarıyız.” Yalçın Pekşen’in tanımı gerçekçidir ama yeterli midir? “İlhan Selçuk, felsefi aydınlanmacıdır. Yani inançların karşısında aklın ışığını izleyen insandır” (Babıâli’nin Onur Penceresi). Ama o, İslam’ın gülen yüzünü de tanıdı. Bağnaz bir dinci gibi değil, o “Sonsuz Güç”ün hoşgörüsüne sığınarak, iç gerçeklerin belirsizliğine, aklın özgürlüğüyle baktı. Kirli paranın gücü insan onurunu lekelemeye çalışır. Belleksiz toplumlar sarı ağızlıdır. Her şeye inanır. Bir kavgadan yara almadan çıksanız bile, belleksiz toplumun bakışı kuşkuludur. “Ve ruh atılan oklarla delik deşik.” Hayır, yaralı yüreğini umuda yatırmıştır o! Yüreğin duvarlarını öpen yeni bir kan dolaşıyor o damarlarda. İnsandan umudunu kesmeyen “Yeni bir İlhan Selçuk”, belki de “Yeni bir Mehdi” dönüyor aramıza. Kirli paranın gücü; “iyi, güzel, doğru” olanı “kötü, çirkin, yanlış”a dönüştürebilir: İnsan onurunu lekelemeye yetmiyor. Atılan ok, bumerang gibi dönüp ok atanı yaralayabilir. Yeni bir İlhan Selçuk’a değmez. “Yaşar iyi, güzel, doğru olan” denmiştir. İslam anlayışından geçtiği söylense de, “iyi, güzel, doğru” arayışı “Aydınlanma”nın da erdemidir. Aydınlanma; iyiyi, güzeli; doğruyu kapsayan yeni bir değerler bütünüdür. Bu değerlere inançla değil, akılla bağlanmak gerekir. Sömürü düzeninin kalkması olarak da yorumlanacak bu sözleri, cumhuriyete karşı olanlar, kendi çıkarlarına kullanıyorlar. Karmaşık yapı içindeki bir topluma, İlhan Selçuk’un, yalnız aydınlanma bilinciyle değil, İslam’ın güler yüzüyle de bakması, o bakıştaki biçem özelliğidir önemli olan. Muzaffer İlhan Erdost bu bakışı şöyle yorumluyor: “Öyle günler olur ki, ne diyeceği bilinse de, nasıl diyecek diye de aranırız. Çünkü o basınımızda bir nirengi noktası gibidir” (Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin 1989 Onur Ödülü’nü İlhan Selçuk adına alırken yaptığı yazılı konuşma). Yazarlık biçem oluşturma işidir. Biçem, yalnızca yazının kişilik kazanması değildir, bir yazarın insana, yaşamaya nasıl bakacağını da bilmesidir. Toplumsal değişimlerin kökeninde insan vardır. İnsana bakmak, onun ruh dokusunu bilmek anlamına gelmelidir. Goethe’nin gözüyle bakarsak, “İnsan bildiği kadar görür.” Yeter ki soyut belirsizliği somut yalınlığa dönüştürebilsin. Ama gerektiğinden yalın olmasın. önemli özelliği Osmanlıcadan kurtulan Türkçeyi yazı diline alıştırmaktır. Osmanlıca özlemi çekenler bile artık o dilin yaşatılamayacağını biliyorlar. Geleneğe bağlı töreleri yeni bir dilde canlı tutamazsınız. İyiyi, güzeli, doğruyu “aydınlanma”da aramak gerekecektir. İlhan Selçuk belli konular üzerinde durdukça kendini yineliyor sanılır. Oysa belli bir konunun ayrıntıları üzerinde durmak, sezilmeyen nice inceliklerin belirtilmesine yarar. Kendini hazırlamayan bir yazar her gün yazmak zorunda kalırsa yazısını gereksiz ayrıntılarla doldurur. Gereksiz ayrıntılar yazıyı okunamaz duruma sokar. İlhan Selçuk diyor ki: “Her gün yazmak için her gün düşünmek, her gün araştırmak, her gün çalışmak gerekir. Yirmi dört saat form tutmak zorundasınız. Belirli saatte yazıyı ortaya çıkarmak zorunluluğu itici güç oluyor. Tembelseniz ve bu çalışmayı yapmazsanız, o zaman içi boş bir çuvala dönersiniz. Köşe yazarlığını sürdürmek, bir kemancının her gün sekiz saat antreman yapmasına benzer.” tadır. Güldüren değil, cezalandıran bir mizahtır onunki. Kahreden bir alay gücü karşısındayızdır. Toplumun öcünü komayan, unutmayan, bağışlamayan.” Toplumun öcünü komamak, unutmamak, bağışlamamak ne anlama geliyor? İlhan Selçuk bunu insanın tarihsel bilince erişmesi olarak yorumluyor: “Yeryüzünün tarihi, haklıların iniltileriyle doludur. Her haklı yenilgi, tarihin bir sayfasını açar. Bu sayfalar birikir, yenile yenile, en sonunda yengiye ulaşır insan. Ve belki bizim ömrümüzde olmayabilir, bunu belki görmeyebiliriz, ama biliriz ki tarihsel bilinci olan insan bilir” (İlhan Selçuk’un TÜYAP Onur Gecesi Konuşması). Peki, yenilgi nedir? İlhan Selçuk’un Onur Gecesi Konuşması’na açıklık getirmek isteyen Oktay Akbal bu sorunun yanıtını arıyor: “İlhan için yazılacak bir kitaba verilecek en güzel, en yakışan başlık bu olmalı: ‘Yenilgilerden Yengiye’... Ama yenilgi derken neyi anlatmak istiyoruz? Kimin yenilgisi, neden yenilgi? Gözaltılar, tutukluluklar, hatta mahkum olmalar, sürgünler mi yenilgidir? Nâzım Hikmet on beş yıl yattı, şimdi onu yaşamın güçlüklerine yenik düşmüş biri mi sayacağız?” (Yenilgiden Yengiye). Abdülhak Hamit bu anlayışı bir dizeye sığdırmış: “Galip sayılır bu yolda mağlup.” İlhan Selçuk nice yargılamalar geçirdi. Hiçbirinden ceza görmedi. Yargıca verdiği yanıtta: “Hayır benim sabıkam yok. Ben hiç mahkum olmadım, her duruşmadan aklanarak çıktım” diyebilmiştir. Oktay Akbal yazarlığın onuru sayıyor bu yanıtı: “Yazarlık budur. İstediğini, doğru gördüğünü özgürce yazacaksın, her türlü eleştiriyi çekinmeden yapacaksın, ama yasaların karşısında yine de suçlu duruma düşmeyeceksin.” Ama görevini yerine getirmenin sevin Ç ZAMANIN TERAZİSİNDE İlhan Selçuk’la ilgili görüşler, bir uzun söyleşi, seçilmiş yazıları onu anlamayı kolaylaştırıyor (Aydınlanma Bilgesi İlhan Selçuk, hazırlayan Alpay Kabacalı, Portreler, Gürer Yayınları, 2007). Geleceğe ışıklı bir “Pencere” açan İlhan Selçuk’u “Aydınlanma Bilgesi” olarak tanımlayan Alpay Kabacalı’nın çalışması, belli bir görüşte birleşmemizi sağlıyor: “Zamanın terazisinde’ tartılan İlhan Selçuk, her zamanki gibi, kendisine verilen ‘bilge’ sıfatını hak ediyor.” Bilge olmak zor iş, her türlü açmazın içinde olacaksın, kendinle barışık kalabileceksin. Karmaşık bir konuyu yalınlaştıracak, kavganın içinde bile, “Cemal sahibi” olmayı bileceksin. Ümmetçi bir toplumda yaşamak, yüzyıllar boyu o kültürün izlerini taşımak, böyle bir toplumda kişiliğini oluşturmak anlayışı; yeni bir topluma geçildiği zaman, nasıl bir değişime uğrar? İnsanın duruşuna, bakışına, davranışlarına sinmiş olan bir yaşama biçimini yeni bir dünya görüşüne alıştırmak kolay mıdır? Bu yüzden, aydınlanma devriminin benimsenmesi için bilge yazarlara gereksinim var. Onlar kesin bile söylese, sorar gibi bir ince davranış içindedir. İlhan Selçuk’un yazılarındaki biçemde bu anlayışın izlerini aramalıyız. Aydınlanma kültürüne geçmenin en ‘BEN İPİNİ YAPIYORUM’ Ali Ozan beş yaşındayken resim kursuna gönderilir annesi ve babası tarafından. Gözyaşları içinde eve dönen çocuk, kursa bir daha gitmeyeceğini söyleyerek, nedenini şöyle açıklar: “Öğretmen köpek resmi yapın diyor...” Elinde tuttuğu ve üstünde yalnızca kahverengi bir çizginin olduğu kâğıdı gösteren Ali Ozan sürdürür konuşmasını: “Ben ipini yapıyorum, köpeğini yapamıyorum!..” Çocuğun şair babasının, gülmesini zor da olsa engellemeyi başararak verdiği karşılık, tam da bir yazının finaline layıktır: “Oğlum, bir köpeğin resmini eli fırça tutan herkes yapabilir. Ressam, köpeğin özgürlüğünü engelleyen tasmayı görebilendir!” TARİH BİLİNCİ Bir sözün, bir yazının çağrışımıyla, kimselerin ayrımına varmadığı bir olaya nasıl bakacağını bilen köşe yazarı, bize de görmeyi öğretir. İlhan Selçuk bir olaya dilin gücüyle bakılacağını bilir. Cemal Süreya o dili şöyle tanımlıyor: “Her şeyi anlatabilen, yalın, görgülü, sağlam bir Türkçesi var. Çoğunca mizah öğelerinden yararlanır.” “Mizah öğesi” İlhan Selçuk’ta “yergi”yi yumuşatmaya yarar. Yumuşak görünse bile, taşı gediğine koymasını bilen bir yergi ustasıdır İlhan Selçuk. Bu ustalığın ayrımına varan gene Cemal Süreya’dır: “Yergi, toplum sözcüsü İlhan Selçuk’un işlevine uymakta, hatta yakışmak Mühürlenmiş Zaman/ Merih Ertunç/ Geniş Kitaplık/ 230 s. Merih Ertunç’un ilk kitabı “Mühürlenmiş Zaman”, karakter adlarının değişip durduğu, fiziksel dünyayla zihinsel yaşamın iç içe geçtiği bir roman. Cinselliği öne çıkarır gibi dururken duygu dünyasını deşen, cinayet kurgusuna ağırlık verir gibiyken çocukluk anılarına dalan yaşamın ve yaşananların karmaşasını, hissedildiğine en yakın biçimde dile dökmeye çalışıyor. Yurdu Teninde Duymak/ Ataol Behramoğlu/ Cumhuriyet Kitapları/ 174 s. Ataol Behramoğlu, yıllardır bütün ülkeyi bir uçtan öteki uca kitleler önünde şiirlerini okuyarak dolaşıyor. Sayısı birkaç yüzü bulan bu dinletilerde on binlerce kişiyle buluşan Behramoğlu, gezi izlenimlerinin bir bölümünü “Türkiye’nin Aydınlık Yüzüne Yolculuklar” başlığı ile Cumhuriyet’te yayımlamıştı. Kitabın Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun?/ Hazırlayan: Hülya Uğur Tanrıöver/ Hil Yayın/ 236 s. Çok sık kullanılan bir söylem olan “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”dan yola çıkarak hazırlanan bu çalışmada, ‘kimlik’in farklı izdüşümleri araştırılıyor. Dilden sinemaya, siyasetten toplumsal cinsiyete, “Kim kimdir?” ve “Kimlik nedir?”i sorgulayan bu derlemede, kuramsal yaklaşımları da, eleştirel çözümlemeleri de bulmak mümkün. Makedonya Gamzesi/ Üstün İnanç/ Babıali Kültür Yayıncılık/ 198 s. Jön Türkler, Harekât Ordusu ve düzmece bir 31 Mart Vakası... “Makedonya Gamzesi”, dönemin siyasi ve sosyal şartlarını bir arada anlatan bir roman. Batılılaşma yolundaki Osmanlının sancılarını, çağın belirsizliğini, Sultan Abdülhamid’e karşı yapılan örgütlenmeleri, gerçek kişilikleriyle birlikte ele alan romanda, Üstün İnanç’ın İstanbul gözlemleri ve tasvirleri de yer alıyor. Sine Mardin film festivali Kültür Servisi 3. SineMardin Film Festivali 2024 Haziran tarihleri arasında yapılacak. Bu yılki teması kadın olan festivalde kadın yönetmen, senarist ve yapımcıların filmlerine yer verilecek. Ceyda Aslı Kılıçkıran’ın yönettiği “Kilit”in açılış filmi olacağı festivalde 25 uzun metrajlı film ve belgesel gösterilecek; film gösterimlerinden sonra ise ünlü isimlerin de katılacağı “Film Çözümleme Atölyeleri” yapılacak. Ayrıca kayıtlı sinema salonu olmayan Mardin’de, Mardin Belediyesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla 21 Haziran tarihinde bir sinema salonu açılacak. aynı adı taşıyan bölümü bu yazılardan ve yine Behramoğlu’nun çoğu Cumhuriyet’te ve eklerinde yayımlanan gezideneme yazılarındandan oluşuyor. Behramoğlu, “Nasıl Millet Olunur?” başlıklı bölümde ise, ulus olma kavramı ve sanatkültür değerlerinin bu oluşumda belirleyici işlevini vurguluyor. Yenilmeyenlerin TanığıEmperyalizme Karşı Yazılar ve Anma Konuşmaları/ Halit Çelenk/ Penta Yayıncılık/ 232 s. Hukukçu Halit Çelenk’in bugüne kadar yayımlanmış gazete yazıları, anma konuşmaları, röportajları ve fotoğraflarından oluşuyor bu kitap. “...Emperyalizm doğası gereği güçlendikçe azgınlaşıyor. Çıkarları için insancıl ve ahlaki değerleri yok etmeye çalışıyor. İnsanlık kendisine karşı işlenen suçları unutmuyor. Hiroşima suçlularını altmış yıl sonra bile yargılamaya hazırlanıyor. Halkların uyanışını hiçbir güç durduramaz. Tarih bunun tanığıdır” diyor Halit Çelenk. Odysseus Adaları, Bir Akdeniz Yolculuğu/ Bora Ercan/ Paloma Yayıncılık/ 224 s. Bora Ercan, ikinci kitabı “Odysseus Adaları, Bir Akdeniz Yolculuğu”nda, yolun çağrısına uyuyor, sırt çantasını yüklenip yollara düşüyor. Odysseus’un eve dönüş yolunu zamansal ve mekânsal sapmalarla takip ediyor. Okur, onunla beraber Girit, Mykonos, Santorini, Midilli, Rodos, Kıbrıs gibi adaların yanında Kefalonya, Korfu, Thasos, İthaka, Meis ve daha birçok küçük büyük adaya, oralardaki köylere, kasabalara, kentlere ve başka denizlere gidiyor. NBC sunucusu yaşamını yitirdi Çeviri Servisi ABD’nin başarılı televizyon gazetecilerinden, NBC kanalının Washington Bürosu şefi, pazar günleri yayımlanan “Meet The Press” programının yapımcı ve sunucusu Tim Russert , işyerinde birkaç saat önce yaptığı röportajın kaydını izlerken fenalaştı ve kaldırıldığı hastanede öldü. NBC çalışanlarının önünde düşen 58 yaşındaki gazetecinin ölümü Amerikan medyasında, Başkan Bush’tan başkan adaylarına, diplomatlardan izleyenlerine toplumun tüm kesimlerinde büyük üzüntü yarattı. Russert’ın kalp krizi sonucu öldüğü tahmin ediliyor. Ancak, evli ve bir çocuk babası ünlü gazetecinin kesin ölüm nedeninin açıklanması için otopsi sonucu bekleniyor. (AFP)