28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C kitap 13 HAZİRAN 2008 CUMA Değinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN Köşe Yazarları Bir hekimin muayene yeri umuda açılan kapıdır. İyileşmez hastalar bile, orada, yaşamaya alışmaya çalışır. İnsanın tükenmezliği anlayışı içinde yarar ummaktan usanılmaz. Her meslekte yaşamayı anlamlı kılan bir güç olmalı. O gücün aşıladığı sevinç yaşamayı kolaylaştırarak yarınlara umutla bakmamızı sağlayabilmeli. Nice çıkar çatışmalarının kutsal bir inanç gibi gösterildiği düzensiz toplumlarda yazarlara düşen görev nedir? Yazı, kurmaca bir dünyaya bakmamızı sağladığına göre, köşe yazarlarına nasıl bir görev düşüyor? Yönetim erkini ele geçiren siyasetçi yasaları kullanarak kendini güvenceye almak, yurt edindiğimiz ülkeye yeni bir düzen getirmek ister. Bunu başarmak için de özerk kuruluşlara egemen olmak çabası içindedir. Demokrat Parti yönetime geldiği zaman önce basını susturmak istedi. Bedii Faik’in ünlü sözü unutulmamalıdır: “Bunlar işe besmeleyle başlayacaklarına beslemeyle başladılar.” Yönetimlerin yanlışlarını alkışlayan “besleme basın” anlayışı hiç değişmedi. Yunus Nadi İlhan Selçuk Emin Çölaşan Çetin Altan Hakkı Devrim “ONLARIN HİKAYESİ” Yazarlığa girişecek insanın söyleyecek sözü olmalı. Daha önemlisi o sözü nasıl söyleyeceğini iyi bilmesidir. Yazarlık önce biçem oluşturma işidir. “Mısra benim haysiyetimdir” diyen ozan, şiirini süslemeye özen gösterir. Köşe yazarlığına soyunan yazar yalın sözden yana olmalıdır. Kiralayarak, satarak kalemini kirletmemelidir. “Besleme kalem”, kendini bağışlatacak özürler bulmaya çalışır. Dünyaya bakışı değişmiştir. Katı bir devrimcilik anlayışına, bir öğretiye bağlanmayı, özgürlüğünün sınırlandığı yorumuna vararak, kendini bunlardan kurtarmak ister. Belli bir görüşü savunmak mı özgürlüktür, hiçbir görüşe bağlanmadan kendini öne çıkarmak mı? Belki de yönetimin yanında yer almayı özgürlüğün güvencesi sayan yazarlar var. Onlar; gazeteci bir yazar olarak kendilerini kanıtlamak özlemi içinde olanlar, bu zorlu serüveni nasıl göze aldılar? “Onların Hikâyesi” ile anlatılmak istenen nedir? Cumhuriyet döneminde basın tarihimizde yer alan binlerce yazar var. Her biri ayrı ayrı siyaseti, siyasetçileri etkilediklerine inanan bir coşku içinde yazıyorlar. “Onların Hikâyesi”ni anlatan Hakan Akpınar, “Nasıl gazeteci oldular” sorusuna yanıt aramaya çalışıyor (ONLARIN HİKÂYESİ, Bilgi Yayınevi, 2008). Kitaba “önsöz” yazan Emin Çöla şan, nasıl gazeteci olunduğunun anlatılması için arkadaşını özendirmek istiyor: “Çoğumuz rastlantılarla, bazen de hayret verici olaylarla gazeteci olmuşuz. Bunları duydukça şu sonuca varırdım: Keşke birileri bu öyküleri kitap yapsa, bizlerin nasıl gazeteci olduğumuzu anlatsa.” Bu öneriyi benimseyen Hakan Akpınar, basın ortamından 33 kişiyle ilişki kurarak onların gazetecilik serüvenini anlatıyor. Gazeteciliğin geniş alanında köşe yazarlığının sınırlı bir yeri var. Bu 33 kişi kendini köşe yazarlığı için hazırlamış değil. Köşe yazarlığında eleştirel denemeye kadar uzanan bir edebiyat birikimi vardır. Köşe yazarı sıradan yorumlarla yetinmek yerine, okura görüş kazandırmasını bilmelidir. “Aykırı röportaj”larla ilgi uyandıran Ayşe Arman, kendini nasıl aşmaya çalıştığını şöyle anlatıyor: “Yaptığım iş ne tam gazetecilik ne de köşe yazarlığı. Ben bu gazeteyi bir okul olarak görüyorum ve her Allah’ın günü yeni bir şeyler öğrenmeye devam ediyorum” (Ayşe Arman, Siyah Gözlüklü Sarışın Gazeteci). Duygu Asena, Hürriyet’in eki “Kelebek”te “Şirin” başlığı altında kadınlara yönelik bir sayfa hazırlayacaktır. Yasak bir sevi ilişkisi yüzünden gazeteden kovulur. Yöneticilere yaranma yarışı içinde hiçbir gazeteci arkadaşı onu savunmaz. Daha sonra “Kadınca” dergisindeki yazılarıyla kendini kanıtlayan Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adındaki kitabı büyük başarı kazanarak 40 baskıya ulaşır. Duygu Asena yıllar sonra, yetenekli gençlere iletişimle ilgili bir konuşma yapması için, kovulduğu gazete Hürriyet’e çağrılır. Konuşması, basın ortamındaki çirkinlikleri anımsatan bir ders özelliği taşır: “Arkadaşlar... İnsanlar gazeteciliğe çok heyecanlı bir macera mesleği olarak başlarlar. Böyle değil, çok fazla çalışmanız lazım. Mesela ben, bu müesseseden ‘ahlaksız’ diye kovuldum. Sonra ben kendimi öyle bir kanıtladım ki, bunun sonucunda ‘ahlaksız’ diye kovulduğum yere şimdi ders vermek üzere çağrıldım. Bu kolay bir iş değil” (Kovulduğu Yerde Konferans Verdi). Basın dünyamızda birbirinin kuyusunu kazarak yükselmeyi meslek edinen gazeteciler vardır. Cengiz Aslan, Turgut Özal’ın doktoruydu. Gazeteciler arasındaki sürtüşmeyi anımsatarak Özal’a der ki: “Bakın efendim, TÖ diye kastettikleri siz değilsiniz. TÖ, Tuncay Özkan’dır. Bunlar kendi içlerinde birbirini yerler” (TÖ’nün Bilinmeyen Öyküsü). Tuncay Özkan medyada hızla yükselen bir gazetecidir. “Kanal D” yönetiminden ayrılarak “Çukurova Holding Medya Grup Başkanlığı”nı, “Show Televizyonu Genel Yayın Yönetmenliği”ni üstlenmiştir. 2004 yılında da “Kanal Türk”ü kurmuştur. Uğur Dündar’ın açıklaması anlamlıdır: “Dikkat edilirse, yarım asra yaklaşan meslek hayatımdan bazı anıları anlatırken Tuncay Özkan’dan söz etmeye hiç gerek görmedim... Çünkü Tuncay’ın emrimde çalıştığı süre 35 yılı geçmez. Üstelik ARENA’da muhabir olarak emrimde çalışmaya başladığında televizyonculuğun ‘T’sini dahi bilmediği için, açıkçası ilk yıllarda ondan büyük bir beklentimiz yoktu.” Tuncay Özkan başkalarının sırtına basarak, haksız mı yükseldi? Neden KANAL TÜRK’ü satmak zorunda bırakıldı? Biz kaç kişiydik, kaç kişi kaldık? “CUMHURİYET’İN İŞLEVİ” Hakan Akpınar’ın “Nasıl gazeteci oldular” sorusunun altında şaşırtıcı bir gerçek var: Nice ünlü gazeteci hep Cumhuriyet gazetesinin sıkıdüzeninden geçmiş. Demek ki Cumhuriyet, okul olma özelliği gösteren, kurumlaşmış bir gazete. Ama Cumhuriyet bile baskı dönemlerinde, kendi iç savaşımında, değişik anlayışların eline geçti. İlhan Selçuk’un yazarlık serüveni, “Aydınlanma Devrimi”nin başarıya ulaşması için giriştiği savaşımların da serüvenidir. İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesi nin yüklendiği görevi şöyle açıklıyor: “Bu gazete, Cumhuriyetle birlikte kuruldu. ‘Cumhuriyet’ Atatürk’ün kurduğu bir gazetedir ve adını Atatürk koymuştur. Gazetenin kurucusu Yunus Nadi ise Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan eden milletvekilidir, dönemin Anayasa Komisyonu Başkanı’dır. ‘Cumhuriyet’, ‘Aydınlanma Devrimi’nin gazetesidir. Biz Aydınlanma Devrimi’ni sürdürüyoruz. Eğer biz yeniden gazetenin başına dönmeseydik, ‘Cumhuriyet’ bu misyonu devam ettiremezdi; çünkü gazeteden ayrılanların şu andaki dünya görüşleri belli. O dünya görüşlerini bugün ‘Cumhuriyet’ savunsa zaten ‘Cumhuriyet’ olmaz. Bizimki tarihsel bir misyondur. Satışımız 10 yıl içinde düşmüş olabilir ama saygınlığımız arttı.” İlhan Selçuk’un köşe yazarlığındaki biçem özellikleri üzerinde durmak ayrı bir yazı konusudur. Nice tutuklanmalardan, işkencelerden geçen bir yazarın, bilge bir kişilik içinde, kendinin uzağına çekilerek yazması; yazarlığı çıkar ilişkisine dönüştüren, dönek, jurnalci yazarlara ders olmalıdır. Hakan Akpınar’ın kitabında değişik dünya görüşünde olanlar da aynı çileyi çekiyorlar. Taha Akyol, Alpaslan Türkeş’in izini süren, sağcı bir gazetecidir. “Hergün” gazetesinin Ankara temsilcisiyken 12 Eylül 1980 darbesi olur. Tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi’ne konur, Doğu Perinçek’le aynı koğuşta 14 ay tutuklu kalır. Çetin Altan, solcu görüşleri yüzünden çalıştığı iki gazeteden kovulur, hapislere düşer. TİP milletvekili olduğu zaman bile dövülmekten kurtulamaz. TBMM’de, Faruk Sükan’ın suçlamalarına karşı, “En büyük şairdi Nâzım Hikmet” diyen Çetin Altan acımasızca dövüldü. Çetin Altan “Ben Milletvekili İken” adlı kitabında bu dövülme olayını şöyle anlatır: “... O gece sırtımdaki gömlekteki tekmelerin ayak izleri kaç kez yıkandığı halde çıkmadı. Ve bir süre morarmış vücudumla, göğüs kemiklerim sızlayıp durdu. En çok da Anayasa ve Adalet Komisyonu’nun AP’li üyeleri gelip vurmuş, çiğnemiş, tekmelemişlerdi.” Hakkı Devrim, daha 17 yaşında, Kabataş Lisesi öğrencisiyken, Edebiyat Öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel’in Vakit gazetesi sahibi Hakkı Tarık Us’a gönderdiği tavsiye mektubuna şöyle başladığını anlatır: “Bu çocuk gazeteci olmak istiyor. Anlatmaya gayret ettim ama ikna edemedim. ‘Aç kalırsın oğlum’ dedim ama dinlemedi.” Gazetecilik mesleği; aç kalmak, dövülmek, işkence görmek, hapis yatmak gibi sıkıntıları yaşamanın yanında; işini bilenler, arkadaşlarını satanlar, kendine saygısını yitirenler için, bir başka üne ulaşma, varlıklı olma yoludur. Artık gazetelerin işlevi de değişti. Gazeteci olmayan işadamları, magazin gazeteciliğiyle, başka iş alanlarını geliştirmeye bakıyor. Magazin gazetesine sığınan köşe yazarları, sabah saat 10 olunca, şöyle bir gerinip, en çok okundukları aldatmacasıyla kendilerini avutmaya çalışıyorlar. Oysa basın dünyasında Emin Çölaşan gibi usta bir köşe yazarının çalıştığı gazetenin satışını 100.000 daha arttırdığını görmezden geliyorlar. “Kovulduk Ey Halkım” demesine aldırmıyorlar. Hürriyet gazetesi 60. yılını kutlarken, adı Hürriyet’le bütünleşen Emin Çölaşan’ı anımsamıyor bile. Hakan Akpınar’ın hazırladığı “ONLARIN HİKÂYESİ” kitabı, Plautus’un sözünü yeniden gündeme getiriyor: “Lupus est homo homini” (İnsan insanın kurdudur). Basının koşullarına göre bu sözü şöyle değiştirelim: “Gazeteci gazetecinin kurdudur.” KULE CANBAZI SUNAY AKIN oksul olsa da bir yığın oyuncak yapar babası, Hans Christian Andersen’e. Ayakkabı tamircisi olan babasının hünerli ellerinden çıkan bez kuklalar ve onları oynattığı sahne, Danimarkalı ünlü yazarın çocukluğunda en çok sevdiği oyuncaklarıdır. Andersen, kendisini 1841 yılında İstanbul’a taşıyan geminin küpeştesinde “Züleyha” adlı, altı yaşındaki bir kız çocuğuyla ahbaplık kurmayı başarır. Evet, bu bir başarıdır çünkü, Türk çocukları yabancılarla muhatap olmamaları konusunda sıkı tembihlidirler. Ama Andersen, dizlerine bile oturtur Züleyha’yı. Bu dostluğun başlangıcı ise bir oyuncaktır: “Bana oyuncağını gösterdi, her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçiminde bir su testisiydi bu. Türkçe konuşabilsem, hemen bu oyuncağa dair bir masal uydurup anlatırdım ona.” 1800’lü yıllardan sonra, birçok şair, yazar, ressam ve müzisyenin Avrupa’dan İstanbul’a gelişi hız kazanır. Bunun nedeni buharlı gemilerin ortaya çıkışıdır. Ne gariptir ki, 1828 yılında satın aldığımız ilk buharlı gemi, Andersen gibi bir masalcı olan Jonathan Swift’in adını taşıyordu. İstanbul halkı buharlı olmasından dolayı “Buğ Gemisi” demiş olsa da “Swift”in adı “Sürat” olarak değiştirilir. İngiliz yapımı gemide tam da masallara konu olacak bir olay yaşanılır: Dönemin padişahı II. Mahmut, Tekirdağ gezisinden dönerken lodosa yakalanır. Swift’in arkasına bağlı olan saltanat kayığı dalgalara karşı koyamaz ve batar. Böylelikle, padişahın elmaslarla süslü şemsiyesi de Marmara’nın dibinde, “Gulliver’in Seyahatleri”ni okumuş bir dalgıç tarafından bulunulmayı beklemeye koyulur! Andersen’in, Züleyha’nın elinde gördüğü bir Eyüp oyuncağı olmalı; kulaklarının arkasında birer minik kuş bulunan at biçimindeki bir su testisi!.. Dizlerine oturduğu yabancının, çocuklar için en güzel masalları kaleme alan bir yazar olduğunu bilmeyen Züleyha şaşırtıcı bir davranışta bulunur: “Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizi’ne doğru girerken Asya’nın kızı bir öpücük verdi bana…” Bu masum öpücük, hayal dünyasını harekete geçirir Andersen’in… Ve başlar, içinde Züleyha ve elindeki oyuncak olan bir “Binbir Gece” masalı düşlemeye: “Eğer şimdi, kulaklarının arkasında minicik kuşlar olan at canlanıverse, gerçek bir at kadar büyüse, beni ve Züleyha’yı sırtına alıp Marmara’yı aşırsa, mersin İstanbul ve Masalcılar lerin arasında toprağa ayak basar basmaz da Züleyha kara gözleri güneş gibi parlayan genç ve güzel bir bakireye dönüşse, inanın hiç şaşırmazdım! Yazık ki, ne at biçimli su testisi canlandı ne de bir yerlere uçtuk.” 1880 yılının, 16 Ağustos’unda, Hollandalı tüccar Jan Van Mitten ve uşağı Bruno İstanbul’un Tophane Meydanı’nda gezinmektedir. Saati de söyleyelim, tamı tamına 18.00!.. Birden, Keraban Ağa çıkar iki Hollandalının karşısına. Jan Van Mitten’in arkadaşı olan, yirmi yıldan beri alışveriş yaptığı bir Osmanlı tüccarı. Keraban Ağa, iftar yemeği için Üsküdar’daki evine davet eder misafirlerini. Keraban Ağa, her akşam bindiği kayığa adım atacakken borazanlar öter, trampetler çalınır!.. Üniformalı bir adam, elinde tuttuğu kâğıdı başlar yüksek sesle okumaya: “Zaptiye Reisi Müşür’in emriyle, bugünden itibaren, ister kayıkla olsun ister yelkenli veya buharlı teknelerle olsun, İstanbul yönünden Üsküdar’a, Üsküdar’dan İstanbul’a geçmek için, Boğaz’ı geçen araçsız araçlı herkes on para ödemeye mecburdur. Bu emre uymayanlar para ve hapis cezasına çarptırılacaklardır.” Boğaz geçme vergisi vermemek için Boğaz geçme vergisine çok sinirlenen Keraban Ağa, emre uymamak için bulduğu çözümü öfkeyle haykırır: “Türkiye’den çıkıp Kırım’ı geçeceğim, Kafkasya’yı aşacağım, Anadolu’ya ayak basacağım ve Üsküdar’a ulaşacağım, hem de sizin haksız verginiz için tek bir para bile vermeden!” Misafirleriyle birlikte yola koyulan Keraban Ağa, maceralı bir yolculuktan sonra Üsküdar’daki evine ulaşmayı başarır. Avrupa yakasına yine para vermeden geçmek için de zekice bir yöntem bulur: Keraban Ağa’nın karşıya nasıl geçeceğini merak eden arkadaşları, Tophane Meydanı’nda beklerken gözlerine inanamazlar!.. Boğaz’a gerili ip üstünde bir cambaz yürümekte ve sürdüğü el arabasının içinde Keraban Ağa oturmaktadır!.. Yahu Sunay Akın, başlangıçta yıl, gün hatta saat bile verdin ama bu yazdığın bize masal gibi geldi, diyebilirsiniz!.. Ben de size “Haklısınız!” derim. Gerçekten de bir masaldır “İnatçı Keraban” Ağa’nın başına gelenler. Bu kitabı yazanın kim olduğunu öğrenmek için, Salâh Birsel’e kulak verelim: “Benim çocukluğumda Jules Verne’in kitapları vardı. Onları okurdum.” Y BEYAZIT’TA CENAZE TÖRENİ Kaynardağ şiirle uğurlandı Egemen BERKÖZ Bir süredir yoğun bakımda olduğu Osmanoğlu Hastanesi’nde bütün çabalara karşın kurtarılamayarak 4 Haziran sabahı yaşamını yitiren felsefeciyazar ve sahafkitapçı Arslan Kaynardağ sonsuzluğa uğurlandı. Kaynardağ için Beyazıt Camisi’nin avlusunda toplananlar felsefeci, yazar ve kitapçılarla, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndan sahaf arkadaşlarıydı. Felsefeci Betül Çotuksöken, Şafak Ünal, Faruk Akyol, Teoman Duralı, Sanem Yazıcıoğlu, Harun Tepe, Nilüfer Tapan ve Nilüfer Kuruyazıcı; felsefeci Hilmi Ziya Ülken’in kızı Gülseren Ülken; Sahaflar Derneği Başkanı Adil Sarmusak, sahaf İbrahim Manav, İbrahim Derbeder, sahibi olduğu Elif Kitabevi’ni devrettiği Turan Türkmenoğlu’nun oğlu Burak; yazın dünyasından da Sait Maden, Yusuf Çotuksöken, Aydın Aybay, Nurer Uğurlu, Sabri Koz, Mehmet Atay ve Sadık Göksu oradaydılar. Beyazıt Camisi’nde ikindide kılınan cenaze namazının ve imamın Cahit Sıtkı’nın 35 Yaş şiirinden “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanamadın olacak / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misâli o musalla taşında” dizelerini okumasının ardından Kaynardağ’ın cenazesi toprağa verilmek üzere Habipler Yayla Mezarlığı’na doğru yola çıktı. Musul 15401834/ Dina Rizk Khoury/ Çev.: Ülkün Tansel/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 328 s. Osmanlı İmparatorluğu içinde gerek stratejik gerekse ekonomik konumuyla önemli bir yere sahip olan Musul’un üç yüzyıllık tarihini kapsayan bu kitapta, merkezi devletle bir hudut kentinin taşra toplumu arasındaki ilişkiler, yeni bir yorumla ele alınıyor. İncelemesini hem Osmanlı (Başbakanlık) ve Irak arşivlerine, hem de yazınsal kaynaklara dayandıran Dina R. Khoury, erken modern dönemde merkezi devlet ile taşra arasındaki ilişkilerin zayıflamak yerine farklı biçimlere bürünerek güçlendiğini gösteriyor. Necip Fazıl Tenkitler, Polemikler, Kavgalar/ Murat Ertaş/ Birey Yay,/ 222 s. Türkiye’nin modernleşme sürecinde sanatçı, aydın ve edebiyatçıların yaşadığı çelişkilerin, tartışmaların, konuşmaların, heyecanların birer edebi değer kazandı ğı Babıâli’de, Necip Fazıl, orta yerde duran önemli şahsiyetlerinden biri. Bu kitapta, Necip Fazıl’ın Abdülhak Hamit Tarhan, Abdullah Cevdet, Abidin Dino, Namık Kemal, Nihal Atsız, Nurettin Topcu, Peyami Safa, Nurullah Ataç, Sait Faik, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Ziya Gökalp... gibi isimlerle ilgili görüşleri ve bazı isimlerle girdiği polemikler yer alıyor. Özgürlerin Kaderi/ Hikmet Temel Akarsu/ Nefti Yayınları/ 326 s. “Özgürlerin Kaderi”, sadece Asya’da değil, dünya tarihindeki kırılmayı temsil eden Malazgirt Meydan Savaşı’nı aktarırken, farklı bir yaklaşım getirmeye çalışıyor. Hikmet Temel Akarsu’nun yapıtında bozkır savaşçılarının, göçerlerin ve özgürlük idealinin peşinde giden ‘bahadır’ların öyküsü anlatılıyor. Modernlik Nostaljisi/ Esra Özyürek/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 258 s. Esra Özyürek bu kitabında, laik devlet ideolojisi, politikası ve sembolizminin ev, işyeri, piyasalar, sivil toplum gibi özel alanlarda nasıl yeni bir hayat ve meşruiyet bulduğunu anlamaya çalışıyor. ‘Nostalji’ ve ‘toplumsal bellek’ kavramları üzerinde sıklıkla durarak geçmişe, özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarına duyulan özlemin, toplumun belirli bir kesimini nasıl harekete geçirdiğini ve kamusalözel, siyasalsiyasal olmayan, meşrugayri meşru diye görülen alanlar arasındaki hızla aşılan sınırları araştırıyor. Neoliberal sembollerin popülerleşerek, güçlü devlet ideolojileri ve devlet güdümlü modernleşme projelerinin nostaljik anılarıyla yeni bağlamlara tercüme edildiğini gösteriyor. Özelleştirme, pi yasa tercihi ve iradecilik gibi neoliberal sembollerle Kemalizmin devletçi, ulusalcı ve modernist ideolojisinin sembollerinin 1990’larda beklenmedik bir şekilde iç içe geçişini irdeliyor. Kemalist siyasal, entelektüel ve askeri elit ve onların destek gördükleri sivil kesimlerin, siyasal İslama karşıt olarak, kendi ideolojilerini ve mevkilerini korumak için devlet otoritesi dışında piyasa güdümlü neoliberal sembollerden sık sık yararlandıklarını savunuyor. Özgürlük Zamanı/ Yücel Sayman/ Evrensel Basım Yayın/ 344 s. “2003 yılından bu yana, pazar günleri ‘Evrensel’ gazetesinde köşe yazıları yazıyorum. Evrensel’de ve başka yayın organlarında çıkan yazılarımdan seçtim, seçtiklerimi derledim ve bu kitabı oluşturdum.” “Özgürlük Zamanı”, insan hakları, savaş, barış hakkı, şiddet, demokrasi, yargı, en doğrusunu ve tek doğruyu bilen kurum bilgeleri, korku ve söylentiyi yaşamak gibi değişik başlıklar altında derlenmiş, özgürlük temelinde ve özgürlük perspektifiyle yazılmış yazılardan oluşan bir deneme... ‘Nürnberg Mahkemeleri’ müze olacak NÜRNBERG (AA) II. Dünya Savaşı sonunda, savaş suçlusu Nazilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri müze olacak. Almanya’nın Nürnberg Belediye Başkanı Dr. Ulrich Maly, hem geçmişin karanlık izlerini hem de Uluslararası Savaş Suçları Mahkemeleri’nin doğum yerini göstermek istediklerini belirterek “Halen duruşmaların yapıldığı Nürnberg Mahkemesi’nin 600 numaralı tarihi salonu, aslına uygun olarak düzenlenerek müzeye çevrilecek. Şu anda duruşmalar nedeniyle kısıtlı zamanlarda gezilebilen salon 2010 yılında müze olarak ziyaretçilere açılacak” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle