04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 HAZİRAN 2008 CUMA dizi C 13 6 Mayıs 1972 günü saat 00.30’da sivil emniyet görevlilerince evimden alınarak Ankara Ulucanlar Merkez Cezaevi’ne götürüldüm ‘Deniz’leri savunmaktan yargılandım’ gece, idam gecesi çok konuşuldu… Yaşadıklarınızı siz de anlattınız, yazdınız... Her yıldönümünde değişik duygular içeren konuşmalarınız oldu… Bugün o geceyi nasıl anımsıyorsunuz? Ankara Sıkıyönetim 2 Numaralı Askeri Mahkemesi tarafından verilen idam kararı Askeri Yargıtay’ca onanmış, TBMM ve Cumhuriyet Senatosu’nda yapılan “acil” görüşmelerle de kararların yerine getirilmesine oyçokluğu ile karar verilmişti. İnfazların yakın olduğunu maalesef hissediyorduk. 6 Mayıs 1972 günü saat 00.30’da sivil emniyet görevlilerince evimden alındım ve olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı yollardan geçerek Ankara Ulucanlar Merkez Cezaevi’ne götürüldüm. Avukat Mükerrem Erdoğan da başka bir araba ile cezaevine getirilmişti. Üstümüz arandıktan sonra on on beş albay ve bir üsteğmenin beklediği kapıaltına geldik. Burada da ceplerimizi boşaltmamız söylendi. Bir görevli tüm giysilerimizi, çorap ve ayakkabılarımıza varıncaya dek aradı. Cebimden çıkan Bellergal şişesini alıkoydular. Kapıdan küçük avluya girdik. Karakavağın sol yanına demir bir sehpanın kurulmuş olduğunu gördüm. Ankara İnfaz Savcısı Sami Uğur bizi karşıladı ve Deniz’lerle görüştüreceğini söyledi. Bu arada tashihi karar talebimizin Askeri Yargıtay’ca reddedildiğini bildirdi. Biz, bu konuda bilgimiz olmadığını ve kararın bize tebliğ edilmediğini ve kararı görmek istediğimizi söyledik. ENİZ’İN ELLERİ KELEPÇELİ, AYAKLARINDA PRANGA VARDI Siz son kararı görmediniz… İnfaz savcısı kararın “bugün” alındığını söylerken Ankara Savcısı Fazıl Alp yanımıza gelerek Resmi Gazete’yi gösterdi ve infaz için tüm gereklerin yerine getirildiğini söyledi. Biz Yargıtay kararını görmek istediğimizi yineledik. “Kararlar yanımdadır, size göstereceğim” dedi. Biz ayrıca diğer sanıklar hakkındaki bozma kararına göre, 353 sayılı yasanın 226. maddesine dayanarak infazın ertelenmesini istediğimizi ve bu konudaki başvurumuza da bir yanıt alamadığımızı söyledik. Fazıl Alp söz konusu dilekçede ileri sürdüğümüz itirazları infazın ertelenmesini gerektirir nitelikte görmediklerini söyledi. Bu konuşmadan sonra bizi başgardiyanın odasına aldılar. Deniz elleri arkadan kelepçeli olarak avluya bakan bir koltuğa oturtulmuştu. Birkaç görevli kol ve omuzlarından tutmaktaydı. Ayaklarında da her iki ayağa iki asma kilitle kilitlenmiş bilek kalınlığında prangalar vardı. Odada 25 kadar yüksek rütbeli subay, emniyet ve cezaevi görevlileri bulunuyordu. Tevfik Türing ve Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı Ali Elverdi de bunlar arasındaydı. O Deniz’i bir odaya almışlardı, elleri arkadan kelepçeli, ayaklarında asma kilitle kilitlenmiş bilek kalınlığında prangalar vardı, beni ve Mükerrem’i görünce bizleri görmekten memnun olduğunu belli edercesine gülümsedi ve bize “Hoş geldiniz” dedi. Deniz beni ve Mükerrem’i görünce bizleri görmekten memnun olduğunu belli edercesine gülümsedi ve bize “Hoş geldiniz” dedi. Masanın üzerinde bir Samsun paketi vardı. Deniz bir görevlinin ağzına verdiği uçlu bir sigarayı içiyordu. Baktığımızı görünce “İki gün öncesine dek ‘Birinci’ içiyorduk. İki günden beri sonucu bildiğimizden, hiç olmazsa iki gün uçlu sigara içelim dedik” dedi ve ekledi: “Geldiğinize sevindim. Ölüme nasıl gittiğimi gözlerinizle görüp yarınki kuşaklara doğru anlatasınız diye sizlerin olaya tanık olmanızı istedik. Daha önce de söylemiştim. Bizleri Cebeci Mezarlığı’nda Taylan’ın yanına gömün.” ON ARZULARI BİRBİRLERİNE SARILMAKTI... İnfaz savcısı “Deniz, kendini nasıl hissediyorsun” diye sordu. Deniz başını ona doğru kaldırdı ve gülerek, “Çok mutluyum ve rahatım” dedi. Savcı yine “Avukatlarına bir şey söyleyecek misin” diye sordu. Deniz, “Söyleyeceklerimi söyledim” diye yanıtladı. İnfaz savcısı ile birlikte Deniz’in yanından ayrılıp bitişik odaya Yusuf’un yanına gittik. Bu odada da birkaç albay ve gardiyanlar vardı ve Yusuf da Deniz gibi arkadan kelepçeli, ayaklarında prangalar, bir sandalyede oturmaktaydı. İki yanında ikişer gardiyan, omuzlarından tutuyorlardı. Yusuf da bize hoş geldiniz dedi ve o her zamanki rahat ve sakin haliyle “Bu saatte bizim için sizler de yoruldunuz, bizim için çok çalıştınız, hepsi için çok teşekkür ederiz” diye ekledi. Sonra eşi Hacettepe Hastanesi’nde doktor olan Mükerrem Erdoğan’a kardeşinin tedavisi için yardımcı olmasını rica etti. Tekrar ikimize dönerek babasının sağlık durumunu ve infazlardan haberi olup olmadığını sordu. Çok sakin ve her zaman yaptığı gibi gülümseyerek konuşuyordu bizimle. Bir arzusu olup olmadığını sorduğumuzda ise Deniz’i görmek istediğini söyledi. İnfaz savcısı Sami Uğur bu talebi reddetti. Buna karşın biz kendisine idam hükümlülerinin son arzularını yerine getirmenin bir gelenek olduğunu ve bunda da hiçbir sakınca olmadığını, üç hükümlünün birbirleriyle görüştürülmeleri gerektiğini söyledik. Ve sonra Hüseyin’le görüşmeye gittik. Bu esnada koridorda bir albay yanımıza geldi ve “İmamı ve dini merasimi reddettiler, Müslüman değillermiş” dedi. Albayı “Bu onların bileceği iş” diye yanıtladım. Hüseyin’in de arkadaşları gibi elleri arkadan kelepçeliydi ve ayağında prangalar, iki gardiyan sağ ve sol omuzlarından tutmaktaydılar. Kapıda iki albay duruyordu. Hüseyin de arkadaşları gibi bizi görünce gülümseyerek “Hoş geldiniz” dedi. Daha sonra “Çok teşekkür ederim” diye ekledi ve babasının Ankara’da olup olmadığını ve infaz hakkında bilgisinin olup olmadığını sordu. “İnanıyoruz ki bu mücadele bizimle bitmeyecektir” dedi. İnfaz savcısı, ona da “Avukatlarına söyleyeceğin bir şey var mı” diye sordu. O ise “Son sözümü sehpada söyleyeceğim” diye yanıtladı savcıyı. Odadan çıktık ve koridorda ağlamaklı duran imamla karşılaştıktan sonra tekrar Deniz’in bulunduğu odaya girdik. Deniz babasına son mektubunu yazdırmaktaydı. Daha sonra infaz savcılığı üç gencin son kez görüşmesine izin verdi ve Yusuf ve Hüseyin teker teker Deniz’in bulunduğu odaya götürüldüler ve son kez kucaklaştılar. Bu görüşmelerden sonra Deniz’i ayağa kaldırıp ceplerini boşalttılar. Ne çıktı? Deniz’in cebinden 11.50 TL çıktı. İnfaz savcısı Deniz’e mahkeme kararını okudu ve bir diyeceği olup olmadığını sordu. Deniz, kararın kendisine ait olduğunu ve bir diyeceği olmadığını söyledi. İnfaz savcısı, odaya gelen iki sivil doktora Deniz’in infaza engel bir hastalığı olup olmadığını sordu; onlar da uzaktan Deniz’e bakarak olmadığını söylediler. Savcı şuurunun yerinde olup olmadığını sordu. “Yerinde” diye yanıtladılar soruyu. Savcı ve doktorlar aralarında bunları konuşurken Deniz onlara bakarak gülümsüyordu. Sonra beyaz ölüm gömleğini başından geçiriyorlar. Uzun uğraşlardan sonra ayaklarındaki prangalar çözüldü ve Deniz ayaklarındaki bağları çözük postallarını bize göstererek “Postallarımın bağlarını bağlamaya bile vakit bulamadan apar topar buraya getirdiler bizi” dedi. Görevli postalları bağladı. Deniz ayağa kalktı ve “Allahaısmarladık, cezaevindeki tüm devrimcilere selam, onları benim için tek tek öpün” diyerek metin adımlarla avluya doğru yürüdü. Sehpaya doğru… Sehpaya gelindiğinde elleri bağlı olduğundan gardiyanın yardımı ile masaya çıktı. Masanın üzerindeki tabureye kendi çıkmak ve ilmiği boğazına geçirmek istedi ama iki katlı ve dar olan ilmik buna izin vermedi. Gardiyan çift ilmiği genişletip Deniz’in boynuna taktı. Ve Deniz gür sesiyle şu sözleri söyledi: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi, Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler ve köylüler!” İnfaz savcısı son kelimelerde “Çek ! Çek!” diye bağırıyor cellada. Deniz kendi taburesini tekmelemeye çalışırken cellat arkadan tabureye vurdu ama boyu uzun olan Deniz’in ayakları masaya değmekte. Savcı “Masayı da çek!” diye haykırdı. Masayı da çektiler.. Saat 01.25. Deniz uzun beyaz gömleği içinde ipte ağır ağır dönmekte… İnfazın yapıldığı avlu subaylarla dolu… Ortada bir karakavak… Merkez Komutanı Tevfik Türing kısık gözleri ve anlamsız bakışlarıyla, Ali Elverdi ise ağzında sigara, donuk ve duygusuz bir bakışla infazı izliyorlardı… PTE 15 DAKİKA… DENİZ’İN NABZI ATIYORDU!.. İdamdan on dakika sonra doktorlar Deniz’e yaklaştılar ve nabzını yokladılar ve hâlâ nabzının attığını söylediler. İçimiz burkuldu ama hiçbir şey yapamamanın acısı yüreğimizi yaktı. Bu gecikmenin ipe çift ilmik atılmasından doğduğunu ve bunun bir işkence olduğunu, ilmeğin teke indirilmesini söyledik. Bu konuşmaları duyan doktor, “Üzülmeyin, sandalye çekilip düşme meydana gelince boyun kırılır, beyinle bağlantı kesilir ve artık acı duymaz” dedi. İnfaz savcısı kelepçelerin çözülmesini emretti. 15 dakika sonraki doktor kontrolünde nabzın hâlâ attığı anlaşıldı. Saat 02.15’e dek beklendi ve son bir muayeneden sonra Deniz ipten indirildi. Biz başgardiyanın odasına alınan Yusuf’un yanına döndük. Yusuf da babasına ve köy halkıyla akrabalarına bir mektup yazmıştı. Mektupları infaz savcısı aldı. Yusuf kıvanç dolu bir sesle Deniz’in sesini duyduğunu söyledi ve karşısında oturan ve Emniyet Birinci Şube Müdürü olduğu anlaşılan bir kişiye işkencelere hâlâ devam edip etmediklerini ve çocuğu olup olmadığını sordu. İnfaz savcısı doktorları çağırıp Yusuf’un bir hastalığı olup olmadığını sordu ve sonra kararı okuyarak bir diyeceği olup olmadığını sordu. “Yok” diyen Yusuf’un da Deniz gibi cepleri arandı ve cebinden 17.25 TL çıktı. Beyaz ölüm gömleği giydirilen Yusuf’u odadan çıkarıp götürdüler. Yusuf sehpanın altında şunları söyledi: “Ben ülke min bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar, şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz! Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler!.. Kahrolsun faşizm!”… İnfaz savcısı bağırıyor “Çek! Çek!”.. Ve infaz sona erdi… ABAMA AYAKKABISI CEZAEVİNDE KALDI DEYİN’ Üçüncü kez başgardiyanın odasına gittik ve Hüseyin odaya getirildi. Hüseyin bize ayağındaki spor ayakkabıları göstererek “Babam yarın ayağımdaki bu ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden apar topar buraya getirdiler… Ona ayakkabılarımın cezaevinde kaldığını söyleyin…” dedikten sonra babasına yazdığı mektubu savcıya verdi. Savcı doktorlara alışılagelmiş soruyu tekrarladı ve Hüseyin’e kararı okunduktan sonra beyaz idam gömleğini giydirdiler. Hüseyin’in cebinden 21.95 TL çıktı. Avluya doğru yürürken gülerek bize döndü ve “Hadi eyvallah! Şekibe ablaya selam” diye seslendi. Tabureye çıkmadan masanın üzerinde yüksek sesle şunları söyledi: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler ve köylüler ve yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!” İnfazı kendi yaptı… Bu son infazdan sonra çıktığımız müdür odasında infaz savcısı bize tashihi karar istemimizin reddedildiğine dair Askeri Yargıtay kararını okudu. İnfaz savcısı ise tutanak yazıcısına infazı yazdırmaktaydı. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in son sözlerine gelince, Mükerrem Erdoğan ve ben, bu sözleri çok dikkatle dinlediğimizi ve belleğimizde tuttuğumuzu ve bunları tutanağa geçirmeyi düşünüyorlarsa aynen geçirilmesi gerektiğini söyledik. Sözleri yineledik ve orada bulunanlar da doğruladılar. Son sözler aynen tutanağa geçirildi. Ali Elverdi tutanağın bir örneğini aldı ve önümden geçerken “Siz avukat olarak vazifenizi fazlasıyla yaptınız. Ama bu iş başka iş” dedi… Sokağa çıkma yasağı olduğundan savcı Fazıl Alp, Mükerrem ve beni bizim eve bıraktı… Eve girer girmez çocuklarımdan birisini daktilonun başına geçirdim ve Mükerrem Erdoğan’la birlikte Deniz’lerin son sözlerini kâğıda döktük… Bu iş bittikten sonra Mükerrem balkona ve ben de yatak odasına gittik ve bir süre orada kaldık… ‘B S İ D S Ü R E C E K Vehbi Koç Vakfı Ödülü’nü kazanan İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Özdoğan: Türk arkeolojisi dünyada ön planda İSTANBUL (Cumhuriyet Bilim Teknoloji) Bu yıl 7’ncisi düzenlenen Vehbi Koç Vakfı’nın 100 bin dolarlık ödülüne layık görülen Arkelog Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, ödülü öncelikle Kırklareli kentinde kurdukları araştırma merkezinin ve kısmen gerçekleştirmiş oldukları kültür sektörü projesinin tamamlanması için kullanılacaklarını söyledi. Prof. Özdoğan, sorularımızı yanıtladı. Ödül töreninde yaptığınız konuşmada Türk arkeolojisinin hızla gelişmekte olduğunu belirttiniz, bu konuyu biraz açabilir misiniz? Türk arkeolojisinin 150 yılı aşkın köklü bir geçmişi var. Osmanlı İmparatorluğu’nda arkeoloji Batılılaşma paketinin bir parçası olarak başladıktan sonra Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Atatürk’ün kişisel ilgi ve çabalarıyla gelişerek kurumsallaştı. Bu süreç içinde birçok önemli bilim insanı yetişti, bu bilim insanları uygarlık tarihine katkı yapan kazı ve araştırmaları gerçekleştirdi, kendine saygın bir yer edindi. Ancak son yıllar içinde Türk arkeolojisi hızlı bir atılım yaparak dünyada kültür tarihi alanında gelişen yeni eğilim ve açılımları hızla benimsedi, içine kapanık geleneksel yaklaşımını değiştirmeye başladı. Ülkemizde arkeolojik kazı ve araştırmaların sayısının hızlı bir artış göstermesi yeni yetişen genç kuşaklara önemli bir kazanım sağladı, geleneksel arkeolojinin eser tanımına dayalı dar bakış açısının dışına çıkarak arkeolojiyi farklı bir şekilde ele almaya yönlendirdi. Günümüzde arkeoloji uygarlığın ve bunu oluşturan insanın gelişim sürecini, içinde bulunduğu doğal çevre ortamıyla birlikte ele alarak bir zaman ölçeğinde neden, nasıl, ne zaman gibi sorulara somut verilerle yanıt arayan bir bilim dalı haline geldi. Yeni yetişen genç kuşaklar çağdaş arkeolojinin gereklerine uygun olarak çok sayıda araştırmaya katılmakta, yönetmekte ve bunu yaparken de bakış açılarını geliştirerek dünya bilimsel platformunda ön plana çıkmakta. Türkiye’nin, bilimsel arkeolojinin dünyada en hızlı gelişen ülkelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Beni çok onurlandıran bu ödülü de, bilim dünyasındaki yerini giderek saygın bir konuma taşıyan Türk arkeolojisi ve bunu gerçekleştiren meslektaşlarım adına almış olduğuma inanıyorum. Genellikle toplumumuz arkeolojiyi daha çok müzelerdeki eserler, turistik gezilerin parçası olan ören yerleri olarak görme alışkanlığında; siz arkeolojiyi farklı bir şekilde tanımlıyorsunuz... Çok haklısınız toplumumuzda arkeoloji, daha çok eser toplayıcılığı, define, kaçakçılık ya da turizmin bir girdisi olarak görülmekte. Oysaki bilimsel arkeoloji uygarlığın nasıl geliştiğini, günümüze nasıl geldiğini açıklamaya çalışan bir düşünce sistemidir. Bizim amacımız eser bulmak değil, insanlığın nasıl geliştiğini anlamamızı sağlayacak her türlü bilgiyi, veriyi ortaya çıkarmak ve böylelikle bir yanda geleceğe yönelik bir öngörünün temellerini sağlarken, diğer yanda düşünce sistemimizi zenginleştirmektir. Burada önemli olan, geçmişe ne tür sorgulamalarla bakıldığıdır; örneğin günümüzde iklim değişikliklerinin ilerideki yaşamımızı nasıl etkileyeceği çok güncel bir soru olarak karşımızdadır. Arkeoloji geçmiş dönemlerden iklim salınımlarının insan yaşamını ve bulunduğu ortamı nasıl etkilediğini, ne gibi sonuçlara yol açtığını ortaya koyarak Türk arkeolojisinin 150 yılı aşkın köklü bir geçmişi olduğunu söyleyen Prof Dr. Özdoğan, “Vehbi Koç Vakfı tarafından verilen bu ödül tüm arkeologların” diye konuştu. yeni modellerin geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu bağlamda arkeolojiyi bir zaman laboratuvarı olarak da düşünebiliriz. Kuşkusuz bunun yanı sıra arkeolojinin antikalar, eski eserler, turistik potansiyel, siyasi ya da etnik yorumlar gibi çok sayıda yan çıktısı da var. Toplumda eski eserlerin korunması, sit alanlarının oluşturulması zaman zaman sıkıntılara neden oluyor... Her şeyden önce arkeolojik dolguların geçmişin belleği, tüm insanlığı ilgilendiren bilgi arşivleri olduğu unutulmamalı. Geçmişten günümüze gelen bu dolgular bir bilim insanı tarafından ele alındığında, höyükler, tümülüsler gibi ölü arşivlerde saklanan bilgiler etkin, kullanılabilir bilgiye dönüşmekte, bu da bizim insanlığın gelişim sürecini anlamamızı sağlamaktadır. Bu şekilde bir bilim insanı tarafından ele alınmadan yok edilen her arkeolojik dolgu, bir arşivin, bir kitaplığın kaydedilmeden yok edilmesi gibi insanlığın ortak belleğinin ortadan kaldırılmasıyla aynı anlamdadır. Bu nedenle çağdaş anlayış, bilgilerin saklı olduğu bu dolguların bilim insanlarının müdahalesi olmadan hiçbir şekilde yok edilmemesi esasına dayanmaktadır. Ancak bunun yanı sıra çağdaş yaşam da tüm gerekleriyle sürdürülmeli. Akılcı bir planlamayla, geçmişin öğrenilmesi ve bunun kanıtlarının gelecek kuşaklara aktarılması günümüzü rahatsız etmeden sağlanabilir. Şu anda yürüttüğünüz projelere de kısaca değinebilir misiniz? Benim esas ilgi alanım insanlığın tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşama, köy yaşantısına nasıl, nerede, niçin ve ne zaman geçtiği sorularına odaklanmıştır. Bizim Neolitik Devrim adını verdiğimiz, ders kitaplarında hâlâ “Cilalı Taş Devri” olarak adlandırılan bu dönen günümüz uygarlığının temellerinin atıldığı sosyal ve ekonomik dengelerin farklı bir şekilde biçimlendiği dönemdir. Uzun yıllar Güneydoğu Anadolu’da Ergani yakınlarındaki Çayönü, UrfaBirecik yakınlarındaki MezraaTeleilat gibi kazı yerlerinde, yukarıda değindiğim sorulara yönelik olarak çalışmalar yaptıktan sonra, son yıllarda bu yeni yaşam biçiminin Anadolu’dan Avrupa’ya aktarımı üzerinde çalışmaya başladım. 1993 yılından bu yana da çalışmalarımı Trakya’da Kırklareli bölgesinde sürdürmekteyim. Burada elde ettiğimiz sonuçlar yalnızca Trakya ve Kırklareli bölgesinin kültür tarihinin öğrenilmesi açısından değil, Avrupa uygarlığının temellerinin ortaya çıkartılması açısından da büyük bir önem taşıyor. Kırklareli’nde bir yandan kazı ve araştırmalarımızı sürdürürken, öte yandan da elde ettiğimiz bulguları Kırklareli kentinin sosyal ve ekonomik zenginliğine katkıda bulunacak şekle dönüştürme çabası içindeyiz. ‘ESERLERDEN ÇOK BİLGI ÖNEMLİDİR’ Tarihöncesi kültürlerin topluma aktarılması oldukça güçtür; daha geç dönemlerde olduğu gibi anıtsal yapılar, kalıntılar yoktur. Eserlerden çok bilgi önemlidir. Bu nedenle bu bilgiyi Kırklareli’ne kazandırabilmek için açık hava müzeleri, köy canlandırması gibi farklı projeler gerçekleştirmekteyiz. Gene bu çalışmaları sürdürebilmek için de Kırklareli’nde kapsamlı bir araştırma merkezi kurduk. Aldığım bu ödül her şeyden önce Kırklareli kentinde kurmuş olduğumuz bu merkezin ve kısmen gerçekleştirmiş olduğumuz kültür sektörü projesinin tamamlanması için kullanılacak. Arkeolojiye destek nasıl? Bürokrasimizin yeni araştırmaları teşvik etmek yerine sınırlama getirme çabasını, Türkiye’de arkeoloji biliminin gelişmesi açısından ciddi bir tehdit olarak görmekteyiz. Bunun yanı sıra çağdaş yatırımların arttığı, çok hızlı bir yapılaşma süreci içinde bulunan ülkemizde kurtarma kazılarının sayısının da aynı oranda artması gerekmekte. Oysaki bürokrasimiz bu alanda da, bir sınırlama getirmeyi tercih ediyor. Ancak hiçbir şey, bir grayderin ya da baraj sularının yapacağı tahribat sonucunda yok olacak olan bilgi deposunun öğrenilmeden ortadan kaldırılmasının gerekçesi olamaz. Bu yalnızca ülkemizin kültür varlıklarının tahribi değil, geçmiş, tüm insanlığın ortak bilincinin bir parçası olduğundan, insanlığa karşı da yapılmış bir suç anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, ülkemizin de imzaladığı MaltaValetta Sözleşmesi’nde olduğu gibi kurtarma kazılarının hiçbir engelleme olmadan yapılabilmesi gerekir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle