02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

9 MAYIS 2008 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY Muhalif çizgisiyle tanınan sanatçı, yıllardır içinde kalan şarkıları bir albümde topladı C Ödül ve Bedeli: Demokratik Yem? Gerçekten öyle: Şimdilerde art arda kitapları, makaleleri vb yayımlanan ve gariban Türk kızlarının ne kadar fena bir durumda olduğunu hikaye ederek kariyer yapan “seküler” yazıcılar veya Türkiye ve halkını bir “western” kulisi gibi satarak iş kuran yazardan, politikacıdan, sanatçıdan geçilmiyor. Bunların birbirinden farkı yok; hepsi sonuçta şu ya da bu ölçülerde AKP’li... Hepsinin temel hedefi sol: Ona düşmanlar. Dolayısıyla, “bazı gençlerimize” bütün kapıların açılması, anlamsız değildir. İyi ama, biz bunları çok yazdık, başkaları da yazdı, söyledi. Yeni ve acı olan, Türkiye kökenli insanların ikinci ve üçüncü kuşak çocuklarının da, kendilerinde önemli payı bulunan bir dünyayı, Türkiye rengini, Fatih Akın’lardan, Orhan Pamuk’lardan, Feridun Zaimoğlu ve Zafer Şenocak’ların perspektifinden öğrendiğini görmektir. “Resmi Almanya”, iddialarının tersine, bir Türkiye cehaletidir. Bilmiyorlar. Bilmek de istemiyorlar. Oysa Almanca, Batı içinde, kuşkusuz Türkiye’yi ve çocuklarını en iyi tanıyan dildir. Doğru. Ama bu haliyle bile bir cehalet denizidir. Bu cehaletin ödüllerle sübvanse edilmesine bir şey demiyoruz. Yine de, anlatılanın, bizim, burada ve Türkçeyle bir biçimde bağlantılı insanların hikayesi olmadığını söylemek zorundayız. “C’est notre histoire!” Ya da “Das ist unsere Geschichte!” Öyle mi? “Bu bizim hikayemiz” diyebilir miyiz? Bu, onların hikayesi. Dolayısıyla, ısmarlanmış bu hikayeyi pazarlayarak kariyer yapan uyanıklarımızın, fazla abartılmamasında yarar var. Pazarlamacı, eninde sonunda pazarlar; bir pazarlamacıdır. Herhangi bir yaratıcılık, entelektüel bir zenginlik, aykırı bir müdahale beklememek gerekir. ??? Fatih Akın, Feridun Zaimoğlu, Seyran Ateş, Necla Kelek, Cem Özdemir ve benzerleri... Sayıları çok artık. Elbette her türden dinciler, milliyetçi mafya döküntüleri, liberal politikacılar, sürekli Türkiye’deki demokrasi eksikliğinden dem vuran, ağzından bugüne kadar emperyalizm ve kapitalizm diye bir sözcük çıkmamış yazıcılar... Bunlar birbirlerini tamamlamıyor mu? Bunların hiçbiri bizim hikayemizi anlatmıyor. Kendilerine ısmarlanan ve senaryosu da ellerine tutuşturulan bir hikayeyi allayıp pullayıp sahneye fırlatıyorlar. Pazarlamacı oldukları için, haldır haldır “bizi pazarlıyorlar.” Fatih Akın, bir sürü yeni ödül alabilir. Alacağı da kesindir. Diğerlerini de yemleyeceklerdir. Her Alman kentinden Zaimoğlu’na bir ödül çıkabilir. Topçularımız, şarkıcılarımız, Türkçü ve Kürtçü mafyamız, tövbekar pornocularımız, kafayı seksle bozmuş “Rap”çi hatunlarımız, sıkmabaşı özgürlük diye yutturanlarımız, Fethullahçı özel okullarda sıfırlanan insanlarımız, en genç yaşta profesör olarak rekor falan kıran, IQ zengini kızlarımız... Bunlar, var. İyi de, bunların bizimle ve köklü acılarımızla, içinden geçtiğimiz çağ yangınıyla ne ilgisi var? Bu soruyu şimdi yanıtlamayalım. Ama şunu söyleyelim: Pazarlanıyoruz! 7 Edip Akbayram’ın söyleyemedikleri Hatice TUNCER Müzik yaşamında muhalif çizgisinden ve tarzından hiç taviz vermeden 40. yılını dolduran Edip Akbayram okumayı istediği ama bugüne kadar çıkardığı 36 albümüne alamadığı parçalardan oluşan bir albüm hazırladı. Melodisini, sözlerini sevdiği şarkılardan oluşan “Söyleyemediklerim” albümünde Akbayram sevda türkülerinden 1 Mayıs Marşı’na, “içinde kalan” eserleri seslendiriyor. Edip Akbayram, müzik sektörünün zor durumda olması nedeniyle yaklaşık 4 yıldır albüm çıkarmamasına karşın yine müzikle uğraştı, konserden konsere koştu. Yurtiçinde ve yurtdışında her yıl 25’in altına düşmeyen bir konser maratonu olan Akbayram, demokratik kitle örgütlerinin organizasyonlarında, duruşunun belli olduğu sahnelerde yer alıyor: “Ben yaşadığım topluma hep güzel şeyleri sunmaya, hep doğru olanı yapmaya çalıştım. Haksız olana, elimden geldiğince ama ucuz kahramanlık yapmadan karşı koymaya çalıştım. Taraflıyım, düşüncemi ülkemdeki bütün insanlar biliyorlar. Cumhuriyeti seviyorum, kavgamı bu cumhuriyet içerisinde yapıyorum. Demokrasimiz, insan hakları ve hukuk tam yerleşinceye kadar bir sanatçı olarak görevim neyse, bedeli de ne olursa olsun ödemeye her zaman hazırım.” Edip Akbayram, Söyleyemediklerim albümünde kızı Türkü ile Nâzım Hikmet Memleket şarkısında düet yapıyor. Akbayram bu yıl gaz bombaları altında kalan emek dostlarının söylemeye fırsat bulamadığı 1 Mayıs Marşı’nı bugünün teknolojisine uyarlayıp bir kez daha yorumlayarak emekçilere hediye ediyor. İlhan Şeşen ve albümdeki bütün repertuvarı oluşturan besteci ve söz yazarı arkadaşlarımız çok tevazu gösterdiler ve hepsi ‘Sizin okumanız bizim için onur olur’ dediler. Benim kızım Türkü konservatuvarın piyano bölümünden mezun. Hep içimden kızımla yaşadığım şu hayatta, bir anı olarak beraberce bir ezgide bana vokal yapmasını istiyordum. Nâzım Hikmet Memleket şarkısının ikinci bölümünde kızımla bir dörtlükte düet yaptık.” Özer Şenay’ın türkü formundaki eseri “Yârim Yârim” daha önce de bazı şarkıcılar tarafından seslendirilmişti, ancak bu parçayı çok seven Edip Akbayram bir de kendisi yorumlamak istemiş: “Albüm çok yeni, ama bana gelen tepkilerden repertuvarın en çok sevilen parçalarından birisine aday gibi görülüyor. Ben mesela şimdi klip çekmiyorum. Albüm, Edip Akbayram dinleyicileri tarafından dinlendikten sonra onların belirlediği parçaya göre gidip çekeceğim.” Edip Akbayram, çok sevilen ve protest müzik yapan birçok sanatçının okuduğu, bestecisinin kim olduğu konusu yargıya kadar uzanan “Şu Metris’in Önü” türküsünü de albümüne almış. Türkünün başında, 1980 askeri darbesinden sonra ağır işkencelerden geçirilen, boğazından aşağıya kaynar su dökülmesi sonucu ses telleri tahrip olan ve geçen yıl mart ayında gırtlak kanseri sonucu yaşamını yitiriren Enver Karagöz’ün “Ben hep on yedi yaşındayım” şiirini seslendiriyor: “Çok sevdiğim bu türküyü yorumlayan Ali Asker, yurtdışında dinleyicilere ulaştırmaya çalışmış bir sanatçı arkadaşımız. Enver Karagöz’ün bu şiirini parçanın başında okuyarak o kadar özdeşleştirmiş ki ben de o orijinaliteyi bozmamak istedim. O şiir zaten parçanın en vurucu tarafı. Bu parça düşüncelerinden dolayı tutsak olan insanlara en azından onur borcudur.” Akbayram’ın, “Nefesim Nefesime” eserini okumak için izin istediği Zülfü Livaneli “Benim bütün bestelerim sizindir” demiş ve hiçbir ücret talep etmemiş: “Sağ olsun Zülfü Livaneli büyük tevazu gösterdi. Hatta ‘Öyle bir seçim yapmışsın ki tam senin sesine göre bir parça’ dedi.” MAHZUNİ ŞERİF TÜRKÜLERİ Her albümünde mutlaka Mahzuni Şerif türküsü okuyan Edip Akbayram, yeni albümüne kimsenin duymadığı bir Âşık Mahzuni türküsü koymak istemiş. Ozanın oğlu Ali Mahzuni ile birlikte çalışmışlar ve “Pazarbaşı” türküsünde karar kılmışlar: “Âşık Mahzuni Şerif’in diğer eserlerinde olduğu gibi, sisteme karşı isyanı anlatıyordu, melodisi de çok güzeldi, kimse de kullanmamıştı. Edip Akbayram’ın albümü çıktığı zaman yüzde 80 herkes, ‘Abi Mahzuni var mı’ der. Altyapısıyla, Anadolu pop rock tarzında, meydanlarda marş haline gelebilecek güzel bir Mahzuni türküsü.” Cem Karaca’nın da söylediği bir Mahsuni Şerif klasiği olan “Nem Kaldı”nın aranjmanlarını Amerika’da Berklee Müzik Okulu’nda akademik çalışmalar yapan müzikolog Mehmetali Sanlıkol üstlenmiş: “Prof. Sanlıkol, Berklee’de aranjmanını yaptı ve bize internet kanalıyla gönderdi. Tam 1970’li ‘80’li yıllar arasındaki o Anadolu rock’ın en yükseldiği dönemlerdeki bir Edip Akbayram aranjmanı yapmış.” Akbayram’ın yıllar önce okuduğu ünlü “Hava Nasıl Oralarda” şarkısının bestecisi Adnan Ergil’in Nilüfer’in sesinden ünlenen “Haram Geceler” şarkısını kendi tarzıyla yorumluyor: “Adnan Ergil çok iyi bir bestecidir ve müziğe benim grubumda başlamıştır. Haram Geceler’i Nilüfer çok güzel yorumladı. Ama benim de içimde söyleyemediklerim arasına koyduğum bir parça.” Fikret Kızılok’un Ahmed Arif’in şiirinden bestelediği “Haberin Var mı” şarkısı da Akbayram’ın söyleyemedikleri arasında yer alıyor: “Şairin oğlu Filinta’yı çocukluğundan beri tanırım. Babasını çok sever o, babasının o çizgisini devam ettirmeye çalışıyor. Şiiri bilen birisine vermek ister ve ben sorunca tereddütsüz kabul etti.” Çocukluğundan beri çok sevdiği geleneksel “Burası Adıyaman” türküsünü söyleyen Akbayram sonunda da “Karşıdan kar geliyor da bir çift araba” diye başlayan bir barak okuyor: “Ben Antepliyim. Çocukluğumdan beri hep türküler, baraklar , Türkmen ağıtları içinde büyüdüm. Evde bazen böyle elimi kulağıma atarım. Hanım ile kızım da ‘Güzel okuyorsun, ne olur bari kendi zevkin için albümde bir barak mırıldan’ dediler. O yüzden Adıyaman türküsünün sonuna bağlama ile bir Türkmen barağı bıraktım kendime.” YENİ ALBÜM BEKLENTİSİ Dinleyicileri de artık sabırsızlanıp sık sık yeni albüm beklentilerini ifade ederken Akbayram, Emre Grafson Müzik’in sahibi Hüseyin Emre’den iki yeni albüm yapma teklifi almış: “300350 parça arasından araştırarak 10 parçayı seçtik. İki albümlük anlaşma yapmıştık. Seneye de yepyeni bir Edip Akbayram repertuvarıyla hazır bir şekilde bekliyor.” NÂZIM HİKMET MEMLEKET “Söyleyemediklerim” albümü, İlhan Şeşen’in Nâzım Hikmet’in “Vasiyet” şiirine gönderme yaptığı “İlle de MemleketNâzım Hikmet Memleket” şarkısıyla başlıyor. Şarkının arasında Akbayram, “Vasiyet” şiirinin “...Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa/taş maş da istemez hani..” şeklindeki duygu yüklü mısralarını okuyor. “Kendi misyonum gereği, düşüncelerim doğrultusunda bir repertuvar oluşturmam söz konusuydu. İlhan Şeşen’in bu bestesi de çok hoşuma gidiyordu. arper Öztan’ın yazdığı “1 Mayıs Marşı”nı alanlarda binlerce kişi coşkuyla bir ağızdan okur. Bu yıl “gaz bombaları” altında işçi ve emek dostlarının söylemeye pek fırsat bulamadığı marşı Akbayram, albümüne almış. Timur Selçuk’tan Cem Karaca’ya, Grup Yorum’a birçok muhalif sanatçı, devrimci müzik gruplarının yorumladığı 1 Mayıs’ı, Edip Akbayram da senfonik bir koro eşliğinde, bugünün teknolojisini kullanarak bir kez daha söylüyor. 1 Mayıs’tan önce yaptığımız söyleşimizde Akbayram’ın ifade ettiği isteğinin gelecek yıllar gerçekleşmesini diliyoruz: “Aslından hiçbir değişiklik yapmadan S Garip’ten Nesin Vakfı’na gümbür gümbür 1 Mayıs Marşı haline getirdim. İleride bizi geçebilecek müzisyenler inşallah daha iyisini yaparlar. Bu ülkede emeğin en yüce değer olduğunu bilenlerle meydanlarda paylaşabilirsem, benim için mutluluk olacak. Örneğin geçen gün 70 yaşlarında bir amca, ‘Albümünüzü aldım, hepsi de çok güzel ama en çok Nâzım Hikmet’i ve 1 Mayıs’ı sevdim’ dedi. Yani 70 yaşında bir insandan bu lafı duymak çok güzel.” Âşık Mahzuni’nin “Garip” türküsünü unutulmaz yorumu, Cem Yılmaz’ın Hokkabaz filminde kullanılan Edip Akbayram, telif ücretinin Nesin Vakfı’na aktarılmasını istemiş. DOSTLARA ÇAĞRI Akbayram, aslında bunu Nesin Vakfı konusunda duyarlı olunması için an latıyor: “Birtakım spekülasyonlar dolaşıyor. Ali Nesin’in bazı konuşmalarından dolayı vakfa yardımların bıçak gibi kesildiği söyleniyor. Ali Nesin’i eleştirebilirsiniz ya da övgüyle bahsedebilirsiniz ama Nesin Vakfı’nı ayrı tutmamız lazım. Çünkü orada pırıl pırıl gencecik bu ülkeye kazandırılacak çocuklar var. Eğitimleriyle ilgilenenler, personeli var. Ayrıca Nesin Vakfı, büyük baskılar altında bu hizmetini sürdürmeye çalışıyor. Onun için demokrat, ilerici, yurtsever tüm arkadaşlarımızın, ellerinden geldiği kadar Nesin Vakfı’na şu anda yardımda bulunmaları gerektiğini, bir sanatçı olarak düşünüyorum.” u itibarın, bu abartılı sevginin, yerlere serilen bütün bu kırmızı halıların bir nedeni olmalı. Yani, bir bedeli olmalı. Yok mu? Bu ağdalı tezahüratın bir nedeni, bu tuhaf hürmetin bir bedeli yok mu? Serbest piyasa, bedelsiz hiçbir malın dikkate alınmadığı bir acımasız âlemdir. Sanatın da bu âlemin “malı” olduğunu biliyoruz. O halde, Fatih Akın’a gösterilen bu sevgi, önünde ardına kadar açılan kapıların bir bedeli olmalı. Olacak. Alman sinemasını son yıllarda neredeyse sırtında taşıyan bu “büyük sanatçı”, acaba hangi bedelleri ödeyerek bugünlere gelebildi? Bilemiyoruz. O da söylemiyor. İyi. Ama bir şey var. ??? Daha doğrusu, açık yürekli olmakta yarar var. Türkçeye “Yaşamın Kıyısında” başlığıyla giren “Auf der anderen Seite” adlı filmiyle Berlin Lola Film Ödülleri’ni toplayan Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın, aslında yıllardır, hiç farkında olmaksızın, ikinci ve üçüncü kuşağın genlerine aşılanmış bir “ikinci sınıf insan” mantığını beyaz perdeye veya beyaz cama döküyor. 5 milyona yakını Batı Avrupa’da, 75 milyon kadarı da Türkiye’de yaşayan bir “halk grubunun” içine işletilmiş bir aşağılık kompleksi, resmen “ana karakter” haline getiriliyor. Tamam, sinema dili, şu veya bu biçimde bazı özellikler taşıyor, ama Türkiye rengini, Almanya dışındaki insan hallerimizi, bu kadar acımasızca ve Batı demokrasisinin doruğu olarak sunulan “çağdaş Alman değerlerine” kurban etme hırsını, ilk aşamada anlamlandırmak zor. Ortada abartılacak bir özgünlük bulunmuyor aslında. Akın’ın her filmi, Martin Scorcese’nin kulaklarını çınlatıyor. Kötü kopyalardır. Çünkü en büyük cüreti, yer yer “western” filmlerindeki “Kızılderili” kamplarına bakışı andıran bir “farklılık” arayışında yatıyor. Olabilir. Peki, soralım: Fatih Akın’ın temsil ettiği ve savunduğu değerlerle bir zamanlar Yugoslavya’nın ipini çekenler arasında yer alan –sonra da bir mafya komplosuna kurban giden Zoran Cinciç’in temsil edip savunduğu değerler arasında büyük uçurumlar var mı? Olabilir mi? Bu insanlar, kendi köklerini, özel durumlarını, anlamak mı istemiyor? Kuşkusuz köklerini seviyorlar ve iyi anladıklarını düşünüyorlar. Ama onu “pazar yerinde sergilemek” zorunda olduklarını da biliyorlar. Galiba demokrasi bir “pazar ideolojisi” olduğu için, böyle tuzaklara düşüyorlar. Cinciç, Balkan kaosunda korkunç bir bedel ödedi. Kendi realitesini ne kadar “doğru sevdiğini” sormak zorundayız. Akın’ın ondan ne kadar farklı olduğu, ciddi bir sorudur. Türkiye insanını ve Türkiye’yi pazarlama hırsında pek bir fark göremiyoruz. O zaman, Recep Tayyip Erdoğan’ın izinde yürüyen, yani görevinin ülkesini pazarlamak olduğunu düşünen bir zihniyet ile yakın akraba bir sinemacı karşısındayız demektir. Pazarlamacılık, Anadolu’da Ankara yönetimlerini, Anadolu dışında da Fatih Akın tipini besliyor. Ama biz, bir pazarlama diline yönelik bütün o abartılı övgülerden bazı aykırı sonuçlar çıkarmak zorundayız. Bu pazar ideolojisinin sonuçlarına ve tortularına dikkat çekerek, en azından, fazla önemsenmemesini önererek... B cutsay?gmx.net aan Arslanoğlu 1980 sonrası toplumsal hayatımızı edebiyata taşıyan Oya Baydar’la birlikte önde gelen iki isimden biri. “Karşıdevrimciler” (İthaki Yayınları), 1988’de yayımlanan ilk romanı “Devrimciler”den bugüne onuncu romanı. Yirmi yılda on roman. Her iki yılda bir yeni roman yazmış Arslanoğlu. Arada yine ülkemizin geçirdiği büyük sarsıntıların toplumsal ve insani dünyaları nasıl etkileyip değiştirdiği üzerine yazdığı düşünce kitapları da var. Kaan Arslanoğlu, geleneksel bir çizgide, bir hikâye anlatmak için roman yazmıyor; eski deyimle “tezli roman” denilen, bir düşünceyi savunmak, açıklamak, okurlara iletmek için yazıyor. Nedir Kaan Arslanoğlu’nun romanlarındaki tez? Kaba bir tanımlamaya gidebilmek güç. Ama şunu söyleyebiliriz: 1980’den bugüne ülkemiz ve dünya yeni bir döneme girdi. Bu dönem insanoğlu için de, onun üzerinde yaşama alanı bulduğu yerküremiz için de pek olumlu bir süreç değil. İnanılmaz boyuttaki bilimsel ve teknolojik gelişimlere karşın, insanlığın düşüncede ve pra K DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ ‘Karşıdevrimciler’ derdiği, arkalarında öldürülmüş, sakat bırakılmış yakınlar, arkadaşlar bırakan aydınlar, bu derin yenilginin intikamını alır gibi, yıllar içinde sol görüşlü ama iktidar çevreleriyle içli dışlı “liberal”lere dönüşmüşlerdir. “Değiştiremiyorsak düzeni, bu kadar mı kulu kölesi kesilmek lazım?” Üstelik artık “oyun” küresel ölçektedir. Küresel güçler, her şey gibi insanları, düşünceleri, siyasal oluşumları da kendilerinin bile sezemeyeceği inceliklerle alıp satmakta, süreci istedikleri gibi yönlendirmekte hiç zorlanmamaktadırlar. “Karşıdevrimciler”de karşımıza çıkan “devrimciler” işte böylesi bireylerdir. ??? Kaan Arslanoğlu, yalnızca roman tikteki olumlu birikimlerinin yok sayıldığı; daha vahşi, yok edici bir dünya düzenine ulaşıldı. Bu acımasızlığın geldiği noktada ise insan soyunun da, yerkürenin de varlığı tehlikede. “Kuşbakışı”, “Yoldaki İşaretler” ve geçen yıl yayımlanan “Sessizlik Kuleleri 2084” bu sorunlara küresel ölçekte yaklaşan romanlardı. ??? “Karşıdevrimciler”, ülkemizin bugününde hemen her gün türlü gazetede yazılarını okuduğumuz, akşamları televizyon kanallarında karşımıza çıkan günümüz “aydın”larının yaşamlarından kesitler getiriyor. Kimileri üniversitede öğretim üyesi olmuştur, kimi parti başkanı, kimi türlü vakıfların yöneticisi. 1980 darbesinin cezaevlerine, işkence odalarına, yurtdışı sürgünlere gön yazmış olmak için roman yazmıyor. Onun derdi başka. Toplumumuzun, insanlığın içinde bulunduğu çıkmaz yola, insani bir çıkış yolu gösterebilmek. Bunun için temel araçlardan biri de yalansız olabilmek. İçine gömüldüğümüz, kuşatıldığımız, inandırıldığımız yalanlardan kurtulmak. Bunun için sorgulayıcı, ufuk açıcı düşünceler koyuyor okurun önüne. Gerçek diye bildiğimiz şeylerin başka yüzleri olabileceğini gösteriyor. Tezli romanlar yazması, örnekleri edebiyatımızda çok görülen, düşünceye boğulmuş, zor okunan metinler ortaya çıkarmıyor. “Karşıdevrimciler”, ilginç olay örgüsü, birbiri içine geçen ajanlık, cinayetler, kayıplar vb. ögelerle kolay okunan, sürükleyici bir roman. Ama Kaan Arslanoğlu’nun asıl önemli yanı, günümüzde söylenmeyeni söylemesi, dillendirilmeyeni dillendirmesi. Önümüze, yaşadığımız günleri sorgulamamızı sağlayacak pencereler açması. Bu özelliği, onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor. [email protected] BÜLENT DİKMENER ADINA 29’UNCUSU DÜZENLENDİ Dikmener ödülü Pakkan’a Haber Merkezi Cumhuriyet Gazetesi Yazıişleri Müdürü’yken kaybettiğimiz Bülent Dikmener’in anısına 29’uncusu düzenlenen “Bülent Dikmener Ödülü” sonuçlandı. Bülent Dikmener Haber Ödülü’nü Şükran Pakkan kazandı. Müfit Alaçalı, Yalçın Bayer, Fikret Dağlıoğlu, Orhan Erinç, Yalçın Eryalçın, Doğan Katırcıoğlu, Ergin Konuksever, Turgay Olcayto, Deniz Som, Yılmaz Tunçkol ve Ulvi Yanardağ’dan oluşan seçici kurul, Şükran Pakkan’ı “Tarih Katliamı”ı başlığıyla 28 Aralık 2007 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan haberiyle ödüle değer gördü. Uğur Ergan Hürriyet gazetesinde 17 Şubat 2008 tarihinde yayımlanan “Çankaya Boykotu” haberiyle “Jüri Özel Ödülü”nü aldı. Geçen yıl kaybettiğimiz gazeteci Turhan Narler adına konulan “Yerel Gazetecilik Ödülü” ise çevreye duyarlı haberleriyle DHA Çanakkale Bürosu’ndan Erdem Sürek ve Marmaris’te yayımlanan Çağdaş Marmaris gazetesinden Mehmet Emin Berber arasında paylaştırıldı. Ödüller, 16 Mayıs Cuma günü Bülent Dikmener’in doğum yeri olan Çanakkale’de düzenlenecek bir dizi etkinlik çerçevesinde sahiplerine verilecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle