Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 9 MAYIS 2008 CUMA “Bir araba lâf!..” skiden, “Söz gümüşse sükut altındır” diyen Doğu dünyasında, az konuşmak veya “fazla lâf etmemek”, görgü ve bilgelik işareti sayılırdı. Bu bakımdan Çinliler için uygar millet dendiğini kaç kez duymuşumdur. Çinlilerin günümüzde altın ve gümüşe ne değer biçtiklerini bilmiyorum, ama Japonların kehribar gibi sarı altından başka altın tanımadıkları dünya ekonomisini takip edenlerin iyi bildiği bir gerçektir. Altmış küsur yıl önce üniversiteye başladığım günleri anımsıyorum. Hiç bilmediğim Ankara’da, bana aile yanında oda bulmayı bir akrabam üzerine almıştı. Akrabamın, beni bir ev sahibiyle tanıştırırken “gelin gibi çocuktur” deyişini hiç unutmadım! Herhalde, “iyi çocuktur, merak etmeyin” demek istemişti! Peki, o günlerin toplumunda GELİN nasıl bir yaratıktı? Sessiz sedasız, kutlamaya gelenlerden tebessümünü bile esirgeyen, beyazlar içinde, edepli bir hanım. Eski bir gelenekti bu... Belki uzak yurt yörelerinde bugün de öyledir. Büyükçe kentlerde, özellikle son yıllarda büyük değişiklikler olduğunu biliyor ve bunu tabii buluyorum. Ama henüz değişmeyen geniş kesimde ataerkil gelenek ve anlayış devam ediyor. Aile içinde, çocuk ne düşündüğünü söylemeyegörsün, baba hemen celâllenir ve “Sen sus, senin aklın ermez, büyüklerine karşılık vermekten utanmıyor musun?” gibi “bir araba lâfla” çocuğun ağzının payını verir. Eskiden hep böyleydi. Yavrucak, beyninde birikenleri yüreğine gömer; pısırık ama ‘çok terbiyeli’ bir çocuk olur çıkardı. Söz hakkı da ne oluyormuş? Evdeki durum bu!..Ya okuldaki? Geleneksel eğitim yapımız çocuğu yutmaya hazırdı. Öğretmen, baba evinde aldığı ceberut eğitimin devamının uy PENCERE 7 Mayıs Tarihinin Anlamı... ğını eğitimciler kaç on yıldır nasıl uyuttular? Bugün, iş işten geçtikten sonra, sorumlu diye kimleri siygaya çekersiniz? Dediğimiz gibi, aradan bunca zaman geçti. Sayısı yetmişi aşkın köy enstitüsünün, nedendir bilinmez, “sorgusuz izahsız” hepsi kapatılmadı mı? Oysa o enstitüler bütün Anadolu için yeni bir aydınlanmanın başlangıcıydı. Onların bıraktığı muazzam boşluğu doldurmak için bir şeyler yapılması düşünüldü mü? Elbette düşünüldü. Halkın hasret kaldığı Arapça Kuran kursları, imamhatip liseleri, tarîkatler, körhâfız dershaneleri ve cemaat olmayan yerlerde bile inşasına milyarlar harcanan ve Türkiye’de sayısı yüz bini bulan camiler vs... Ata’nın kurduğu laik ve demokratik cumhuriyette devlet icraatı bunlar olsa gerek, değil mi?! Sırası gelmişken yazmak isterim: Son yıllarda Türkiye’de yapılan cami sayısının, altı yüz yılda Osmanlı imparatorluğunda yapılanlardan kat kat fazla olduğunu okumuştum. Bilmiyorum, siz de okudunuz mu... Evet, gerçi ülkemizde milyonlarca işsiz var; yüzbinlerce vatandaş açlık sınırında ve evsiz barksız. Ama Hak Tealânın izniyle hükümet, önümüzdeki yıllarda onların bile üstesinden gelecektir! Allah yardımcımız olsun ve hükumetimizi utandırmasın! Âmin... Başbakanımızın o sıcacık ve sevecen sesiyle sık sık verdiği güvenceler bizim için en büyük teminattır. Ona karşı olanların dedikleri ve yazdıkları ise “bir araba lâf”tan başka nedir? eçmişteki 7 Mayıs yazılarından gelişigüzel birkaç alıntı yaptım; “İyi mi kötü mü, daha güzeli var mıydı” diye düşünmedim... Önce onlara bir göz atmakta yarar var... ? “Tarihin ‘Aydınlanma’ya dönük yüzünde birbiri ardına gerçekleşen her olay, Cumhuriyet gazetesinin kuruluşu için gerekli yolu döşemiştir. Atatürk olmasa Cumhuriyet olabilir miydi?” ? “Bir gazete, ancak tarihte bilinçli seçimini yapabildiği zaman geleceğe yönelik yolunu saptayabilir. Kerterizlerini göremeyen tekne, rotasını şaşırır. Cumhuriyet’i Cumhuriyet yapan, güncelliğinin içeriğinde sürekliliğin anlamını yakalayabilmesi değil midir?” ? “Nadir Nadi sakin bir insandı, sesini yükselttiğini bile bir gün duymadım... Ancak bu hali başyazarımızın gerilimli bir kişi olmadığını kanıtlamaya yetmez; ruhunda kim bilir ne fırtınalar kopardı, sanatçı bir doğası vardı, Mozart’a yakınlaşan bir duyarlığı... Nadir Bey bugünkü medyayı görse ne yapardı bilemiyorum; ama, sonuna dek isyan edeceğini kestirmek zor değil!.. Tepkisi sert olur, sanırım basını basın olmaktan çıkaran koşullarla sonuna dek savaşmaktan kendini alamazdı...” ? “İnsanlık sömürgeleşme ve emperyalizm dönemlerini karanlıkta yaşadı; DoğuBatı blokları ikilemi 20’nci yüzyılda esti savurdu; ancak bugün geçerli görünen küreselleşme sürecinde Türkiye’nin rezil rüsva olması için hiçbir haklı gerekçe yoktur; ‘Ulus devlet bitti’ diye zil takıp oynayanlar, mütareke artıklarının güncel mandacılarıdır. Cumhuriyet kişiler, toplumlar, sınıflar, ülkeler, devletler arasında eşitliği savunuyor... Çünkü insanlığın gereği budur. Onur, insanla hayvan arasındaki farkı yaratan değerdir... ? Cumhuriyet okurunun yaşı yok... Muhabirinin, yöneticisinin, yazarının, çizerinin de nüfus kâğıdı yok. Doğmadan önce başlayan, öldükten sonra da sürecek olan tarihsel zamanın bilincinde yaşamak, insanın tükenmeyen gençliğidir.” ? Görülüyor ki 7 Mayıs’lar yoktur... Tek bir 7 Mayıs vardır... O sürekli 7 Mayıs’ı da kutluyoruz... Kutlu olsun hepimize... OKTAY AKBAL Yeni Gazilere Selam! BMM üyelerinin hepsi “gazi” oluvermiş! Önce, sözlüklere bakalım. “Gazi” olmak, “gazi” sayılmak nedir, öğrenelim: “İslam dinine göre gazaya katılmış olan... Savaşan ve savaştan sağ ve yengi kazanmış olarak dönen... Olağanüstü yararlıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara ya da düşmana karşı direnmiş olan kentlere devletçe verilen onur sanı...” ??? AKP’li, CHP’li, MHP’li, DTP’li, bağımsız tüm milletvekilleri bir yasa önerisiyle birdenbire “gazi” oluvermiş! Ne dersiniz buna! Gözümüzün önünde hem de!.. Gerçek gaziler, bu kolayca gazi sayılmış milletvekilleri için ne düşünüyor? Milli Mücadele’de, Kore’de, Kıbrıs’ta yıllardan beri yurt düşmanı çetelerle savaşarak gazi olmuş yurttaşlar, bir yasa maddesiyle gazilik onuruna ulaşmış milletvekillerini kendilerinden sayıyorlar mı? Koskoca insanlar! Okumuş yazmış bilinen yüzlerce politikacı, iktidarda olsun, muhalefette olsun yurtseverlik söyleşilerini dillerinden düşürmeyenler, hiçbir sıkıntı duymadan gaziliği ve gazi olmanın yararlarını, çıkarlarını içlerine nasıl sindirebilmişler? ??? Bakıyorum basında, Meclis’te, sokakta, alanlarda tartışmalar, sataşmalar, hatta Meclis içinde linç benzeri olaylar sürüp gitmekte; gazeteler, TV’ler, radyolar durmaksızın yurttaşları günün olaylarıyla yüz yüze getirmekte. Ama kendine gazi sanını yakıştırmakta sakınca görmeyen; gazi milletvekili olmanın kişisel, ailesel getirilerini sevinçle kabul edenleri anımsayan, anımsatan, yeren, eleştiren, ayıplayan yok gibi! ??? Kürsülerde bağıra bağıra ulusalcılık, demokrasi, hak ve özgürlük dersleri vermeye kalkışan, eşitlik, çağdaşlık sözleriyle yurtseverlik örneği vermeye heveslenenlerin gaziliği nereden geliyor, hangi savaşlardan, hangi yengilerden, hangi başarılardan?.. Bugüne dek bizim bildiğimiz gaziler, yasalarla, politika oyunlarıyla, oy hesaplarıyla elde etmediler gaziliklerini, gazi olma haklarını; savaş yaralarıyla, sakatlıklarıyla, gösterdikleri kahramanlıklarıyla kazandılar... Ben utanıyorum onlar adına!.. Durdukları yerde gazi olmayı içlerine sindirmelerine... Sahte gaziliği kolaylıkla benimsemelerine!.. Yazımı Fikret Otyam’ın “Aydınlık”taki seslenişi ile bitireyim: “Gazi Recep, Gazi Deniz, Gazi Devlet başta olmak üzere tüm gazileri ve tüm gaziyeleri yürekten kutlar, gazaları mübarek ve dahi hayırlara vesile olmasını ulu Tanrı’dan niyaz ederim.” E NEVZAT YALÇIN T gulayıcısı olurdu. Fakat küçük öğrenciyle beraber değildi, onunla karşı karşıyaydı. Yani sınıfta iki cephe vardı. Cephelerden biri olan öğretmen güçlü olan taraftı. Haksız durum orada başlıyordu. Çocuğa korku salan otoritesiyle, tokat, kulak bükme gibi cezalarla öğrencileri sindirir; o körpe beyinlerde cesaret ve girişim yeteneği namına bir şey bırakmazdı. “Kerrat Cetveli”ni iyi ezberleyemediğim için fesli “muallim”imiz Cemal Efendi’den yediğim tokadı hâlâ acı acı hatırlıyorum. Kürsüden yere yuvarlanmıştım. O korkuyla olacak, “kara cümle”m bugüne kadar zayıf kaldı. Oysa, “mektebin” en iyi öğrencilerindendim. ??? Bu anlattıklarım, ilkokuldan sonra da devam ederdi. Ortaokul ve lisede öğretmen, öğretmek istediklerini çocuğa benimseterek değil, onu yıldırarak aktaran, tek yönlü bir “verici istasyon”du. Öğrendiklerimizi gerçi sınav zamanı geri verirdik, ama bu bir “feedback” değildi. Zira ders yılı içinde okutulan konuları öğretmenin öğrencilerle tartışması; onları, bildiklerini rahatça söylemeye özendirmesi düşünülemeyecek şeylerdi. Ve liselerden süklüm püklüm, ürkek ve ne düşündüğünü söylemekten çekinen sükutî kuşaklar, daha sonra üniversite koridorlarından çeşitli mesleklere dağılırlardı. Ya okuma olanağı bulamayanlar? Avrupa’ya gelişimin ilk yılında, bizim bir veya iki cümleyle cevapladığımız soruları, onların konuşarak, örnekler vererek yanıtladıklarını gördükçe sıkılırdım. “Adam amma çene bazmış, bir araba lâf etti” der; soru sorduğuma pişman olurdum. Ama deneyimler biter mi? Bir “gymnasium”da on beş yıllık öğretmenliğim bana çok şeyler öğretti. Sınıflarda öğretmenle öğrencilerin karşı karşıya değil, beraber olmalarını temel sayan bir eğitim felsefesine tanık oluyordum. Derste öğretmenin kürsüde oturduğu ancak sınıf defterine not düşmek istediği zaman görülürdü. Ben de kendime göre bir usul icat etmiştim: öğrencilerin arasına oturur; onlarla bir tür dostluk bağı kurardım. Gerilim içinde olmayan öğrencinin daha rahat öğreneceğinden kuşku duyulabilir mi? Kendi toplumumuza gelince... Eskiden beri eğitim “sistem”imizin evde ve okulda üzerimizde yarattığı tutukluk, ulusal karakterimizin bir parçası oldu. “Türkler sükutî millettir” deyimi de hüviyetimiz. Bilmiyorum, neden böyleyiz. Uluslararası toplantılarda bile temsilcilerimiz “sükutî”dir. Lozan’ın büyük İsmet Paşa’sının ardından gelen nesillerle, eskiden “talâkat”(rahat konuşma sanatı) dediğimiz şey buharlaştı mı dersiniz? Gerçi Orta Asya’dan at sırtında gelirken rüzgârlar gibi estik, ama Anadolu’ya gelip yerleşince bu cephesiyle eğitime neden hiç eğilmedik? Mollanın körhâfız rahlesinde, hiç bilmediğimiz Arap dilinde yüzyıllarca sure ezberlemeyi yeterli mi sandık? Matbaanın bir yabancı tarafından ve ikiyüz yıllık bir gecikme ile Türk dünyasına getirilmesini bekledik. Ve o cihazla basılan kitapları “kâfir îcadı” diyerek yakmadık mı? Olacak iş miydi bu? ??? Atatürk’ün açtığı büyük eğitim ça G HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com HARBİ SEMİH POROY Aşkolsun Sana Çocuk... oplumların kökenini insan ihtiyaçları, devletin kökenini ise güç oluşturur. Ama güç akılla birleşmediği zaman güçsüzlüğe dönüşmeye mahkumdur. Ulus olarak en büyük övüncümüzdür, tarihte kurulmuş olan 16 Türk devleti. Her fırsatta kahramanlarımızdan, kahramanlıklarımızdan söz ederiz. Tarih kitaplarımız, filmlerimiz, oyunlarımız zaferlerle süslenmiştir. Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 Türk devletinin bayrakları vardır. TBMM Genel Kurulu salonunun avizeleri bile bu devletlerin simgesi olarak 16 adettir. Ama nedense bu 16 devletin niçin yıkıldığı hiç dillendirilmez, araştırılmaz, sorgulanmaz, öğretilmez. Yapılan yanlışlıklardan, hainliklerden hiç söz edilmez. Oysa binlerce yıllık kültürlere ev sahipliği yapmış, toprağı, suyu ve havasıyla çeşitli uygarlıklara beşiklik etmiş verimli ve bereketli Anadolu topraklarında hainler de en az kahramanlar kadar çoktur. Mayasında özgürlük, bağımsızlık, yurt sevgisi, dostluk, kardeşlik ve dayanışma vardır. Ama bunlarla birlikte her dönem yaban ve ayrıkotları da kök salmıştır bu topraklara. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde olduğu gibi. Tıpkı, günümüzde olduğu gibi. Acı da olsa yaşananlar öğretmiştir ki bireyler yanlış yapabilir, ancak yöneticilerin, karar vericilerin ve uygulayıcıların böyle bir lüksü yoktur. T BÜLENT BARATALI Yani erk sahibi yanlış yapamaz. Ülkeyi ya da toplumu yönetenler, yasama, yürütme ve yargıyı ellerinde bulunduranlar yanlış yapamaz. Yaparlarsa bunun bedeli çok ağır olur. Bunun sonucunda ülke ya yıkıma gider ya da toplumda bölünme ve çatışma çıkar. Bu konuda da dünyanın diğer ülkeleriyle kıyaslanmayacak kadar üzücü deneyimlerden geçtiğimiz açıktır. Çok değil bundan 36 yıl önce gerçekleştirilen idamlar da, erk sahiplerinin yapmış olduğu yanlışların en çarpıcı örneklerinden biridir. Tarih 6 Mayıs 1972. Ağızları bıçak açmıyordu. Gözler kör, kulaklar sağırdı. Hüküm verildi, kalemler kırıldı. Deniz, Yusuf ve Hüseyin… Gencecik 3 fidan. İdam edildi. Çağdaş demokrasilerde idamlar, insanlık suçudur. Ve bu suça, ne yazık ki, milleti temsilen sıralarında onurla oturduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi de ortak olmuştur. 2 Mayıs 1972’de TBMM sıralarında oturanların büyük çoğunluğu 1586 sayılı kanuna el kaldırarak bu suça yasallık kazandırmışlardır. Mahkeme savcısının “Onlar mahkemeye iyi davransalardı indirim uygulanır, cezaları müebbede çevrilebilirdi” şeklinde yıllar sonra söylediği sözler, bu yargılama sürecinin önyargılı, hukuk dışı olduğunu ortaya koymaktadır. Meclis’in idam kararının infazına yönelik aldığı kararda büyük etkisi olan dönemin Başbakanı cezanın infazından yıllar sonra yaptığı açıklamada, mahcup bir ifadeyle, “Biz bu cezanın infazına oy verdik. O günkü koşullar onu gerektiriyordu” demiştir. Peki suçları neydi bu gençlerin ya da neyle suçlandılar? Gençtiler, bilgili, birikimli ve en önemlisi yurtseverdiler. Zenginlik peşinde koşmadılar, arabaları, yatları, katları olmadı ama idealleri vardı. Neydi bu ideal; “Tam bağımsız Türkiye” Bunun için Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü düzenlemişlerdi. Düşünüyor, sorguluyor, tartışıyorlardı. Türkiye’nin üslerinin kullanılmasına karşı çıkarak, siyasal ve ekonomik bağımsızlığı savunuyorlardı. Hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, savurganlık bitsin diyor, demokrasi ve adalet istiyorlardı. Geçmişe bakarak geleceği görüyorlardı. Evet, suçları geleceği görmekti. Bugün, yani tam 36 yıl sonra, ülkemizin içinde bulunduğu durumu görüp bizzat yaşayanlar olarak “Ne kadar haklılarmış” dememek müm CHP İzmir Milletvekili kün mü? Hepimizin ortak özlemi değil midir, kardeşlik içinde sevgiyle, güzellikle örülmüş, çağdaşlaşmış, tam bağımsız ve egemen bir Türkiye? Hepimizin ülküsü değil midir özgürlük, eşitlik ve barış? Bu idamlar, aynı zamanda bu ideallerin idam edilmek istenmesiydi. Bir kuşağın bu özlemlerini yok etmek Türkiye’ye pahalıya mal oldu. Türkiye hâlâ o kuşağın iddialarını yok etmenin bedelini ödüyor. Atinalı ünlü asker ve devlet adamı Perikles bundan 2500 yıl önce “Siyasete ilgisiz yurttaşlar zararsız değil, yararsızdır” demiştir. Lütfen çevrenize bir bakın. Gençleri bir gözlemleyin. Baskılarla politikadan soyutlanan, gelecek endişesiyle kimliğini ve kişiliğini arayan, umutlarını ve ideallerini kaybetmiş heyecansız bir gençlik. En tehlikelisi de bu değil mi? Ne mutlu ki bu topraklar Deniz’leri de doğurmuştur. Doğusundan batısına ülkemizin her köşesinde onbinlerce Deniz, Yusuf, Hüseyin vardır. Ama o gün idam için el kaldıranların bugün esamisi bile okunmamaktadır. 17. Türk devleti Deniz’ler gibi aydın ve yurtseverler sayesinde ilelebet yaşayacaktır. Ve bu toplum kahramanlarını unutmadığı gibi hainlerini de unutmadığı zaman yere daha sağlam basacaktır. CUMHURİYET 02 CMYK