02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Hiçbir şey eskisi gibi olmadı... Güneş Karabuda Mayıs 68’de Paris’teydi. Çatışmaların arasında, başında motosiklet kaskı, elinde fotoğraf makinesi ile 68’in ruhunu belgeledi. 68’in 40. yılında da “Duvarların Dili: 40. Yılında ParisMayıs 68, Güneş Karabuda Fotoğrafları” sergisini açtı. Ali Deniz USLU arabuda çifti Paris’e gittiğinde şehirde aşk ve romantizm vardı. Orada bulunma nedenleri dönemin ünlü oyun yazarı Eugnie Ionesco’nun belgeselini yapmaktı. Ancak isyan ve eylemler başladığında Eugnie şehri terk etti. Yine de Karabuda çifti, “Mayıs 68”e tanık olma fırsatını yakalamış, Paris’in isyancı ve eylemci yüzüyle tanışmıştı. Ona göre, 68’in sloganları, eylemleri bir sanat. Küba Devrimi’nin 68 üzerinde büyük etkisi olduğunu ve 1967’de öldürülen Che Guevara’nın kavgasının ve mücadelesinin Paris’te yaşadığını vurgulamayı da unutmuyor. Güneş Karabuda, yaşananları, İstanbul’da, Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde 16 Mayıs’a kadar sürecek “Duvarların Dili: 40. Yılında ParisMayıs 68, Güneş Karabuda Fotoğrafları” sergisinde anlatıyor. 68 Mayıs’ı öncesinde Paris’te olmanız büyük şans. Pastör “Şans hazır olandan yanadır” diyordu, belki de gazetecilik doğru zamanda doğru yerde olmak… Ben ilk kez 20 yaşında Paris ile tanıştım, yıl 1952’ydi. Ben şehirlerle iletişim kurduğuma inanırım, Paris de benim için özeldi. O dönemde Paris, İkinci Dünya Savaşı’nı atlatmış, Alman işgalinden kurtulmanın ve özgürlüğünün tadını çıkarıyordu. Aşkın şehriydi, balayı çiftleriyle doluydu. Biz de eşimle birlikte o romantik Paris’e geldiğimizi sanıyorduk. İşimiz, dönemin ünlü oyun yazarı, “Kel Şarkıcı” piyesini tam 12 yıldır oynayan Eugnie Ionesco’nun belgeselini yapmaktı. Çekimlere başlayacakken olaylar patlak verdi ve Eugnie beni aradı, “Bu Paris benim değil, gidiyorum!”… Onun Paris’i nasıldı, sanırım romantik olandı? Onun Paris’i nasıldı ben de bilemedim, o kaçtı gitti. Aslında Eugnie Romen asıllı bir Fransızdı, ama olaya Fransız kalmıştı. Biz ise şaşkındık, Paris’te fırtına başlıyordu, bırakıp gidemezdik, ama bizi de oraya İsveç televizyonu yollamıştı. Onları aradık, olayların belgeselini çekmeye ikna etmeye çalıştık. Bize, “Kavga, gürültü her yerde var, öğrenciler ayaklandıysa ne olacak?” diyorlardı. Biz ise yanıt gelmesini beklemeden kendimizi sokaklara attık. Çekimlere nereden ve nasıl başladınız? Paris artık o romantik şehir değildi, isyan ve özgürlüktü. Haklarını arayan binlerce üniversiteli şehri kuşatmıştı. C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 9 MAYIS 2008 CUMA Cehennemden Kurtuluş Yok çek olmaya başladığını gösterdi. NOAA’nın raporuna göre atmosferdeki metan gazı son on yılda önemli oranda artmış bulunuyor. Hele karbon dioksit gazının artış oranı felaketin uzakta olmadığını gösteriyor. Rakamları aklımızda tutalım. Bundan sonra bunları duymaya alışacağız. Son bir yıl içinde atmosferdeki karbon dioksit gazının artış oranı milyonda 2,4. Bu rakam 1980’lerde milyonda 1,5 idi. 1960’larda ise milyonda 1’in altındaydı. Artış hızı korkunç. Üstelik önümüzdeki yıllarda metan gazının da aynı korkunç hızla artacağı tahmin ediliyor. NOAA, metan gazı artışını şöyle açıklıyor: 1) Asya’da hızlı sanayileşme yüzünden atmosfere karbondioksit salınımı arttı. 2) Sibirya’da tundralar ısının artmasıyla bataklığa dönüyor ve bu sırada çözülen metan gazı da atmosfere yayılıyor. Metan gazı salınımı konusunda işbirliği yapan Vladivostok ve Alaska’daki enstitülerde çalışan, dünyanın önde gelen uzmanlarından İgor Semiletov, Sibirya’nın yanısıra kıyılarda suyun dibindeki metan hidratlara dikkat çekiyor. İgor Semiletov, Dagens Nyheter (İsveç) gazetesinde yer alan açıklamasında Sibirya’nın uzun sahillerinde su altındaki donmuş hidrat çökeltilerinin (sediment) erimesi halinde dünyadaki bütün otomobillerin kontağı kapatılsa bile iş işten geçmiş olacak diyor. BM’in raporlarında ısının üç derece artması halinde hidratların çözüleceğine dikkat çekiliyor. İgor Semiletov’a göre ise çözülme zaten başladı, donmuş metan gazının eriyip atmosfere yayılması için ısının bir derece yükselmesi yetecek. Bu da dünyanın sera haline gelmesi demek. Sera haline gelen dünyada isteyen otomobilini kullansın, isteyen fabrika bacasını tüttürsün, isteyen de Taksim’i korusun. Bitmez tükenmez ihtirasların eseri olan ’ihtiras cehennemi’ne doğru hızla koşuyoruz!.. osman.ikiz?tele2.se K Gençlerin silahları ve siperleri kaldırım taşlarıydı. Polis, Sorbonne Üniversitesi’ne giriyor, gençleri yüzer yüzer götürüyordu. Bu koşullarda çalışmak da çok tehlikeliydi, mesela Gökşin Sipahioğlu kafasına taş yedi ve hastaneye kaldırıldı. Bunun üzerine ben de eski bir motosiklet kaskı aldım, çok işe yaradı. Beni epey korudu. Her mahallede, her gece kavgalar oluyordu, biz de bir ay boyunca bunun takibindeydik. Çekimleri eşimle birlikte yapıyor, tehlikeye göre ayrılıyorduk. İşbölümümüz vardı. Akşamları da oturup günün muhasebesini yapıyorduk. 68’in kalbi Bonaparte Sokağı’ndaki Güzel Sanatlar Akademisi’ydi. Orada nelere tanık oldunuz? Evet, orası 68’in kalbi, karargâhıydı. Tüm sloganlar orada tartışılıyordu, konuşuluyordu. Bir sanattı oradaki... Akademiye girmeyi önce beceremedik, ama Abidin Dino bizi oraya sokmayı başardı ve giriş o giriş... Haftalar boyunca eylemin kalbinin atışlarını duyduk orada. Hararetli tartışmalar, fikir çatışmalarını izledik. Oradaki kolektif ruhu tatmanın keyfi başkaydı. Biz tüm bunları belgeledik. Gözümüze de hep afişler çarpıyordu. Sokaklarda, duvarlarda, pencerelerde, her yerde devrimci afişler vardı. Halk da duvarlara sloganlar yazıyordu, yani artık duvarlar halk gazetesiydi. Fransız özel polis birimi şiddet yanlısıydı. Öğrenciler vurdukları yerde kalıyordu, sanki ölümüne vuruyorlardı. Tüm bunlara rağmen gençler korkmadı, polisin üstüne öyle gittiler ki polis geri çekilmeye başladı. Michael Löwy, “68’in ruhu güçlü bir içkidir, sarhoş edici bir karışım, çeşitli maddelerden oluşan patlayıcı bir kokteyldir” diyordu. Sizin 68’iniz neydi? Aslında devrim deyince benim aklıma ilk gelen Küba. Zaten Latin Amerika ile de ciddi tecrübelerim oldu. Şili’de yaşadım, Küba’da da... Yani devrime saygım ve hayranlığım var. Tüm bunlar da kolektif birer şölendi. Küba Devrimi’nin 68 üzerinde büyük etkisi var. Unutmayalım ki 67’de Che Guevara’nın öldürülmesi 68’de çok tazeydi. Onun ruhu, kavgası ve mücadelesi Paris’teydi. Beni ise Paris’teki sanatçıların değişimi çok ilgilendirdi. Olay esnasında pek çok sanatçı ile birlikteydik. Onları da fotoğrafladım, Abidin Dino, Mübin Orhon, Selim Turan, İlhan Koman, Avni Arbaş’ın yanı sıra Dali, César, Poliakoff, Zadkine, Chabrol, Neruda, Alain Delon, Brigette Bardot gibi isimler 68’i solurken Paris’in yeni yüzüne bakıyorlardı. Mesela Fransız heykel sanatçısı César en pahalı arabalardan Massarati ve Lamborgini’leri alır, onları prese sokup omlete çevirirdi. Sonra da fiyatının beş katına satardı. Arabanın siyasi ve politik gücünün bir eleştirisiydi bu yaptığı. İşte 68’in ruhu buydu. Artık 68 ve sonrası vardı. Seattle, Prag, Porto Alegre sokaklarındaki eylemleri yeni bir Mayıs 68’in öncüleri olarak görmek fazla mı ütopik? Bunu başlatanların aklında bunlar vardı, ama iktidarlar artık ders almıştı, stratejik ve kurnazca davrandılar. O yüzden bu eylemlerin hiçbiri istediği başarıya ulaşamadı. Eylemciler söyleyeceklerini söylediler, ama sonuna kadar gidemediler. Mayıs 68’de eksik olan ya da daha farklı olması gereken bir şey var mıydı? Ben bu analizi yapamam, çünkü ben yaşananı belgelerim. 68’de gençlerin de hataları oldu, ama iktidarın hataları müthişti. İşçilerin öğrencilere geç katılması beni düşündürdü. İşçiler, “Bir ayaklanma yapılacaksa onu biz yapmalıyız” derdindeydiler. Öğrenciler ise “Bizim derdimiz başka” diyorlardı, ama sonunda işçiler öğrencilerden daha fazla hak elde ettiler. Ben nerede eşitsizlik, haksızlık, adaletsizlik varsa onu belgelemeye çalıştım. Askeri iktidarların, darbelerin, diktatörlüklerin ülkelerindeydik, ama 68 her zaman farklıydı, doğuşunu, yeşermesini ve meyvelerinin olgunlaşmasını izleme fırsatı bulduk. Beni en çok şaşırtan ise seçimlerden yine De Gaulle’ün galip çıkması oldu. u cehennem Allah cezası değil. Dini bütünlerin pek korktuğu o cehennemden söz etmiyorum. Bu cehennem göstere göstere geliyor. Daha doğrusu insanlar bitmez tükenmez ihtiraslarıyla cehennemini kendisi yaratıyor. Bütün insanların da günahını almayalım. Cehennemlik olmaktan korkutuğum için değil; sadece koyun gibi güdülen çoğunluğun günahı olmadığını söylemek istiyorum. Cehennemin mimarları kim? Havayı, suyu kirletenler, toprağı zehirleyenler, milyarlarca insanın beynini yıkayarak tüketim makinesi haline getirenler.. Zavallı, güdülen, küçük insanın ne günahı var!.. O da ihtirasların kurbanı. Cebi doldukça otomobilin daha fazla benzin yakanını alıyor. İhtiyacından fazlasını tüketiyor. Atıp, atıp yenisini alıyor. Reklamlardan öyle öğrenmiyor mu!? Hükümetler de para dönsün, kalkınma olsun demiyor mu!? Kalkınsınlar bakalım daha ne kadar kalkınabilecekler. Sibirya tundralarında donmuş haldeki metan gazı erimeye başladı. Sinsi sinsi atmosfere dağılıyor. Atmosferdeki metan ve karbon dioksit artınca cehennemin ne olduğunu hep beraber göreceğiz. Yıllardır çevre kirliliğinin felakete yol açacağı konusunda uyarılar yapılıyor. Kanser vakaları artıyor dendi aldırmadılar. Sigara yasağı getirip vakaları azaltacaklarını sandılar. Toprak zehirleniyor, gıda sıkıntısı başlayacak, tarımı sil baştan yeniden düzenlemek gerekiyor dendi dinlemediler. Mal stoku yapan spekülatörleri suçlayıp geçiştirmeye çalıştılar. Zavallı, güdülen, küçük insanın günahı ne!.. Onlar inanmakla meşguller. Biri kandıradursun, öteki de inanadursun sera etkisi almış başını gidiyor. Atmosferdeki ölçümlerde metan gazı uzun süre aynı düzeydeydi ama iki hafta önce Amerikan Okyanus ve Atmosfer Müdürlüğü (NOAA)’dan gelen haberler korkulu rüyanın ger B Altın Koza Film Festivali Jürisi belli oldu ADANA (Cumhuriyet Bürosu) 28 Haziran tarihleri arasında yapılacak Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması Jürisi belirlendi. Altın Koza Düzenleme Komitesi’nin verdiği bilgiye göre, seçici kurul şu isimlerden oluştu: Ezel Akay, Sadık Deveci, Sırrı Süreyya Önder, Derya Alabora, Başak Köklükaya, Lale Mansur, Cahit Berkay, Hayk Kirakosyan, Murat Özer. Açıklamada, festivalde yarışacak filmlerin de belirlendiği belirtildi. “Festival Kurulu” tarafından belirlenen filmler ve yönetmenleri ise şöyle: “Ara Ümit Ünal, Gitmek Hüseyin Karabek, Gölge Mehmet Güreli, Hazan Mevsimi: Bir Panayır Hikâyesi Mehmet Yılmaz, Mülteci Reis Çelik, Nokta Derviş Zaim, Saklı Yüzler Handan İpekçi, Sonbahar Özcan Alperler, Tatil Kitabı Seyfi Teoman, Ulak Çağan Irmak, Beyaz Melek Mahsun Kırmızıgül, Made In Europe İnan Temelkuran.” Festival Kurulu’nun ayrıca, Tayfun Pirselimoğlu’nun‘Rıza’, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yumurta’ ve Fatih Akın’ın ‘Yaşamın Kıyısında’ adlı filmlerinin yarışma dışı gösterim için önerilmesini de kararlaştırdığı duyuruldu. İnanır ve Akan, ÇASOD?ödül töreninde yaptıkları açıklamalarla geceye damgalarını vurdular. (AA) Şeriata karşı örgütlenme çağrısı İstanbul Haber Servisi Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği (ÇASOD) geleneksel ödül töreninde konuşan iki sinema emekçisi Tarık Akan ve Kadir İnanır, sanatçı arkadaşlarına örgütlü mücadele çağrısı yaptı. Sunuculuğunu Cem Davran’ın yaptığı gecede ödül alan isimler açıklandı. “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü “Adem’in Trenleri” filmiyle Nurgül Yeşilçay’ın, “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü ise “Mavi Gözlü Dev” filmindeki rolüyle Yetkin Dikinciler’in oldu. “En İyi Umut Veren Kadın Oyuncu” ödülünün “Saklı Yüzler” filmiyle Şenay Aydın’a, “En İyi Umut Veren Erkek Oyuncu” ödülünün de “Mavi Gözlü Dev” filmiyle Ferit Kaya’ya verildiği geceye, “Sinema Emek Ödülü”ne layık görülen Kadir İnanır ve Tarık Akan damgalarını vurdular. Dizi setlerindeki ağır çalışma koşullarına değinen İnanır, “Çalışma şartlarınızın, yaşadığınız sistemin getirdiği güçlüklerle, insan onurunu kıran çok kötü fotoğraflara dönüştüğünü görüyoruz. Tek başına tavır koymak, tepki koymak doğru değil. Demokrasi, örgütlü toplumlardan geçer. Biraz daha duyarlı olalım” diye konuştu. ELEVİZYONLARI BOYKOT EDELİM’ Tarık Akan ise, şeriatçı eğilimlere karşı çıkma çağrısında bulunarak şöyle konuştu: “Demokratik, çağdaş, laik bir ülkeyi, hiç sarsmadan, Atatürk’ün bize teslim ettiği gibi bugünlere kadar çok daha doğru getirmiş olsaydık bu savaşı çok daha güzel, çok daha dünya çapında büyük bir hale getirebilirdik. Getiremedik, getiremiyoruz. Bugüne kadar Kadir arkadaşımla ben, dincilerin, faşistlerin ülkeyi bugünkü duruma getiren iktidarın ve siyasetin satılmaması için, adam gibi idare edilmesi için mücadelemizi verdik. Gelin hep beraber bu bilinci, Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkemizi, laik demokratik Cumhuriyetimizi daha çağdaş, daha ileri hale getirmek için şu anda dinci, şeriatçı meyil veren basına ve televizyonlara hayır diyelim ve çalışmayalım arkadaşlar.” apık” sözcüğü Alfred Hitchcock’un ünlü filmini akla getiriyor. Filmin özgün adı “Psycho”ya uygun bir karşılık olduğu söylenebilir. Gerçekten de Hitchcock’un kahramanı, filmin son sahnelerindeki ürpertici gerilime karşın, zavallı bir “meczup”tur eninde sonunda… Yine sinema üzerinden gidecek olursak, “Kuzuların Sessizliği”ndeki sapığın yanında Hitchcock’unki masum bile sayılabilir… Demek ki sapıklığın bile dereceleri olabiliyor… Bu ikinci filmin daha başlarında sinema salonundan çıkıp gitmiştim… ??? James Hadley Chase’in “No Orchids for Miss Blandish” adlı kitabı dilimize mutlaka çevrilmiş olmalı. Fakat hangi adla çevrildiğini internetteki dökümlerden anlayamadım. Bu kitabı birkaç yaz önce içim daralarak okumuştum. Hadley Chase hiç kuşkusuz “polisiye” türünü gerçek edebiyata yükseltmeyi başarmış yazarlardandır. Zaten yapıtlarını sadece bu türün sınırları içinde de düşünmemek gerekiyor. Adını andığım yapıtından şu anda söz etmekte oluşumun nedenini ise kitabı okumuş olanlar tahmin edeceklerdir. Miss Blandish’in trajedisi birkaç gün “S CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU önce Avusturya’nın bir kasabasında açığa çıkarılan trajediyi anımsatıyor. Fakat Chase’nin anlattığı bile gerçek yaşamdakinin yanında çok masum kalıyor. Avusturya’da ortaya çıkarılan pislik, her türlü imgelemin ötesinde ve herhangi bir edebiyata konu olamayacak kadar insanlık dışı, içler acısıdır. ??? Avusturya’daki facianın sorumlusu olan kişi, gelmiş geçmiş sapıklık tarihinin ön sırasındaki yerini alacaktır. Fakat burada insanlığımız adına düşündürücü ve bu anlamda daha da acı veren bir başka olgu daha var. Yukarıda andığımız sinema ya da edebiyat ürünlerinde söz konusu olan kimseler apaçık “sapık”lardır. Bu gibi kimselerin gerçek yaşamdaki benzerleriyle karşılaşıldığında da psikolojik rahatsızlıklarını anlamak olasıdır. Avusturya’daki tüyler ürpertici, kapkara, akıl almaz olayın sorumlusu ise yıllarca süren facianın süreçlerinde normal bir insan gö Sapık rünümüyle yaşamını sürdürebiliyor. Komşularınca saygın bir insan olarak kabul edilebiliyor. En yakınındaki kişi olan eşi bile, birkaç kat aşağıda, bodrumda yaşanmakta olan akıl almaz, tüyler ürpertici faciadan habersiz. Bütün bunlar nasıl olabiliyor? ??? Bir kişinin, bir grubun, bir topluluğun işlediği suçtan ötürü bütün bir ulusu sorumlu tutmak doğru değil. Nitekim Avusturya Başbakanı benzer bir kaygı duymuş olmalı ki bu yönde bir demeç verdi. Yine kısa süre önce kendi ülkemizde, Gebze’deki facia sonrasında da bunlar konuşuldu. Bir sapığın işlediği suçtan ötürü bütün bir ulusun suçlanamayacağı söylendi. Doğru. Ama acaba yine de tam olarak böyle mi? Görünürde bir sapıklıkları olmamasına karşın, Avusturya örneğindeki gibi daha da tehlikeli sapıkları yaratan sistemlerin ve eğer kendilerini doğrudan ilgilendirmiyorsa çevrele rinde olup bitenlere kayıtsız, tepkisiz, duygusuz kişilerin bütün bu felâketlerde bir sorumluluğu yok mu? Bu gibi tepkisiz, duygusuz, bencil kimselerin çoğalmakta oluşu, giderek bütün bir insanlığın sapıklaşmakta olduğu anlamına gelmiyor mu? ??? Birkaç gündür bir toplantı nedeniyle İsrail’deydim. İstanbul’a uçma öncesinde ve ilginç bir rastlantıyla tam da 1 Mayıs sabahı, TelAviv’in Akdeniz güneşiyle ışıldayan caddelerinde dolaşırken sirenler çalmaya başladı .Önceden uyarıldığım için konuyu biliyordum. Tel Aviv’de (ve o an bütün İsrail’de) “Holocust”un (Nazi cinayetlerinin) kurbanlarını anmak için yapılan saygı duruşuna, o sırada bulunduğum yerde, Sheinkin ve Allenby caddelerini buluşturan bir alanda, o saygı duruşunun bir parçası olarak katılmakla gurur duydum… Sapıklığı tümüyle ortadan kaldırmanın olanağı yok belki. Fakat onu sayıca azaltmanın, yaşanmış ve yaşanacak acıları hafifletmenin, insan soyunu bütünüyle yok edebilecek sapkınlıklara karşı önlem almanın tek yolu, insanlık değerlerinde daha büyük sayılarda buluşmamız olsa gerek… ‘T ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle