28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C Bir İstanbul Var İdi... olaylar ve görüşler 18 NİSAN 2008 CUMA Demokrasinin Kalbinde Laiklik Yatar ürkiye’ye sanki AKP iktidarının kurtarıcısı gibi gelen AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun Ankara ve İstanbul’da yaptığı konuşma ve açıklamalar incelenince üç husus göze çarpıyor. Bunlardan birincisini, laikliğin Türk modernizmiyle demokrasisinin gelişmesinde oynadığı kilit rol hakkında tam bir cehalet sergilemiş olması; ikincisini, türban konusunu Avrupa kıstasları ışığında “toplumsal baskılara karşı” mücadele çerçevesinde bir özgürlük sorunu olarak değerlendirerek ciddi bir hataya düşmesi; üçüncüsünü ise AKP hakkında açılan kapatma davasıyla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne açıkça tavsiyelerde bulunmak suretiyle dava sürecini etkilemeye çalışması oluşturuyor. Barroso’nun, bir yandan dava konusunda yorum yapmayacağını söylerken, öte yandan her fırsattan yararlanarak Anayasa Mahkemesi’ne “AKP’yi kapatmayın” mesajını vermesi ve aksi takdirde Avrupa Birliği ile ilişkilerin kesilebileceğini ima etmesi, Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretin esas amacını ortaya koymuş oldu… AÇI MÜMTAZ SOYSAL OKTAY AKBAL T Şükrü M. ELEKDAĞ CHP İstanbul Milletvekili stanbul’da bir Boğaziçi vardı. Küçüksu Çayırı ve Göksu Deresi vardı. Kalamış Koyu ve Moda Burnu vardı. Taksim Cumhuriyet Alanı vardı. Görkemli mermer havuzu ve ulu çınarlı kahveleriyle Beyazıt Alanı vardı. Ve Çamlıca Tepesi vardı.” Bir masal anlatılıyor gibi, bir güzel geçmiş zaman masalını dinliyoruz gibi!.. “Şimdi bunlar belki sadece birer semt ve mahalle adı olarak var. En azından otuz yıldır çıkar ve görgüsüzlük saldırısıyla kemirilmesine rağmen, İstanbul öylesine görkemli ve güzel ki.. yine de yok edilemedi.” Sevgili dostum Burhan Arpad’ın İstanbul yazılarını okurken dalıp gittim... Bir üzüntü, bir acınma, bir öfke, bir utanç duyarak... “Bir İstanbul Var İdi”.. İyi ki bir Burhan Arpad var idi, iyi ki öykücülüğüyle, gazetecilik ustalığıyla, derin duyarlığıyla dergilerde, gazetelerde, kitaplarda yaşattı İstanbul’u, olanca güzelliğiyle, benzersizliğiyle tanıttı bizlere de, gelecek kuşaklara da.. ??? Değerli yazar Ahmed Arpad, babasının kitaplarını bir bir yeniden ortaya çıkarmalı, çıkarıyor da... Çünkü bunlar bir başkasının yazamayacağı belgesel anılar... Güzellik düşmanı ellere kalmış bir İstanbul’da yaşıyoruz, İstanbul’u bilmeden, tanımadan, en önemlisi de sevmeden!.. Arpad’ın bu derleme kitabında neler yok ki.. semtler, mahalleler, insanlar, tiyatro, sanat, edebiyat, tarih... O güzelim Boğaz vapurları; Şehzadebaşı, Beyoğlu, Sirkeci’nin eski sinemaları; Naşit’ler, Hazım’lar, Şemran Hanım’lar, Behzat Butak’lar, Tepebaşı Tiyatroları, Muhsin Bey, Muammer, Beyoğlu’nun sanat dünyası... ??? Bir eski masal dedim ya! Eskitilmiş, bile bile çirkinleştirilmiş bir kentin şimdiki durumunu anlatmak bile can sıkıcı!.. Hele, benim gibi İstanbul’u, Şehzadebaşı’ndan, Milli, Hilal, Ferah, Turan sinemalarından, Florya, Caddebostan plajlarından bile tanıyan bir İstanbul çocuğu için... Burhan Arpad’la uzun yıllar gazete sütunlarında birlikte çalıştık, yazdık... Eş duygular, düşünceler, umutlar ya da umutsuzluklarla, ama her zaman iyiyi, güzeli, doğruyu okurlarımıza sunarak... Şimdilerde Burhan Arpad gibi biri yok! Yazdığını yazdı, söylediğini söyledi, uğraştı didindi... ??? İnsanlar gider. Kentler kalır. Batı ülkelerinde bir Paris’tir, bir Londra’dır, bir Viyana’dır bütün eski güzelliklerine yenilerini ekleyerek yaşayan.. 1832’de İstanbul’a gelen Fransız şairi Lamartine’in övgülü satırlarını size sunarak, bitireyim. “Gökyüzü ile toprağın, denizle insanın birlikte çalışarak böylesine eşsiz güzel bir peyzaj ortaya koyabileceklerini hayal bile etmezdim. Her bakışta görünüm değişiyor, her değişiklik başka bir güzellik sunuyor.” “Bir İstanbul Var İdi”. Ama çok yazık ki, bir Burhan Arpad daha yok!.. “İ Türkiye’de de demokrasi, Avrupa’da olduğu gibi dinin egemenlik alanını kısıtlamak ve toplum yönetimini akıl ve bilgi temeline oturtmak amacıyla verilen çetin mücadele sürecinin ve laik anlayışın ürünüdür. Barroso’nun dinin egemenlik alanını açmaya ve laik anlayışı ikinci plana itmeye yönelik “demokratik laiklik” önerisi bu sürece ters düşen hatalı bir yaklaşımdır. lığa ve irticaya düşman, ama dine ve herkesin ibadetini serbestçe yerine getirmesine de o denli saygılı bir laikliktir bu... Unutulmamalı ki, Türkiye’de de demokrasi, Avrupa’da olduğu gibi dinin egemenlik alanını kısıtlamak ve toplum yönetimini akıl ve bilgi temeline oturtmak amacıyla verilen çetin mücadele sürecinin ve laik anlayışın ürünüdür. Barroso’nun dinin egemenlik alanını açmaya ve laik anlayışı ikinci plana itmeye yönelik girişimi bu sürece ters düşen hatalı bir yaklaşımdır ve kesinlikle kabul edilemez!.. Barroso’nun bir hatası da laiklik hakkında ahkâm keserken, AKP yönetimindeki Türkiye’de toplumsal yaşamla kamu yaşamının giderek dini referanslara göre baskı altına alındığını, kadının örtünmeye zorlandığını, dinci yoğun bir kadrolaşma hareketinin uygulandığını, bu ortamda köktenci eğilimlerin güçlendiğini ve Türk halkının önemli bir kesiminin AKP iktidarının ülkeyi adım adım İslami bir yönetime doğru götürdüğü ve bu durumun Türkiye’yi tehlikeli bir kutuplaşma ve çatışma ortamına itmesinden ciddi endişe duyduğunu görmezden gelmesidir. yaşlardan itibaren ailenin, çevrenin, mahallenin baskısına ve tarikat yönlendirmesine maruz kaldığı, bunlara ilaveten AKP iktidarının da örtünmeyi sistemli bir şekilde teşvik ettiği hususunda bilgi sahibi olmaları gerekirdi. Diğer taraftan Barroso’nun açıklamalarında, türbanı hem dini, hem de siyasi bir simge olarak ilan eden AİHM kararlarını dikkate almaması da hayret vericidir. Bu nedenlerle Barroso’nun türban konusunda “toplumsal baskılara karşı bireyin özgürlüğü AB’nin temel felsefesidir” diyerek, türbanın baskılara karşı bireylerin ve kadının özgürlüğünü simgelediği gibi bir görüşü ileri sürmesi ve türban yasağının kaldırılmasını bir özgürlük girişimi olarak savunması, bir kelimeyle anlamsızdır. ARGI SÜRECİNE MÜDAHALE Barroso, ziyareti sırasında AKP hakkında açılan kapatma davasıyla ilgili olarak, bir yandan yorum yapmayacağını söylerken, diğer yandan da Anayasa Mahkemesi’ne açık ve seçik, sürekli ve güçlü bir şekilde tavsiyelerde bulunmayı yeğlemiştir. Örneğin Ankara’daki temaslarında şunları söylemişti: “Ümit ediyorum ki Anayasa Mahkemesi’nin kararı hukukun üstünlüğü ilkesine ve Avrupa standartlarına uygun olacaktır. AİHM ve Venedik Komisyonu’nun kararları, prensipleri çerçevesinde olacaktır.” Bu ifadelerin, AKP hakkında açılan davanın gerekçelerini tartışmaya açtığı ve yargı sürecine müdahale olduğu kuşku götürmez. Barroso’nun bu söyleminin başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin açıklamalarıyla uyuştuğu da bir gerçektir. Nitekim AKP iktidarı, kapatma davasının açılmasının ardından benzer görüşler ileri sürmüştü. Bu bağlamda, Venedik Kriterleri’nin, siyasi partilerin kapatılmasını sadece, (1) partilerin şiddeti siyasi araç olarak kullanmalarına, (2) anayasada güvence altına alınan hak ve özgürlükleri yok etmek ve (3) anayasal düzeni yıkmak için şiddet kullanmayı savunma hallerine inhisar ettirdiğini belirtelim. “AKP hakkında açılan kapatma davası gibi süreçlere demokratik ve laik bir ülkede pek rastlanmadığını” savunan Barroso’nun “Anayasa Mahkemesi’nin hukukun üstünlüğüne uygun” bir karar vereceğini birçok kereler tekrar etmiş olması, Türkiye’ye yaptığı ziyaretin önde gelen amacının Anayasa Mahkemesi’ni etkilemek olduğunu ortaya koymaktadır. YÖK Reformu KDENİZ Üniversitesi öğrenci yurtlarındaki kışkırtmalı ve tabancalı olay, yükseköğrenim kesiminin sorunlarını yeniden gündeme getirdi. Türban konusunu bile gölgede bırakan en dramatik biçimde. O halde, tam şu sırada, böyle bir olayın hemen ardından, ama ortalık hazır yatışmışken, yükseköğretimin yönetim yapısına eğilmek doğru olabilir. Ayrıca, aralarında en önemlilerinin de bulunduğu 22 devlet üniversitesine yeni rektör atama tarihi de yaklaşmakta. Öyle anlaşılıyor ki, özerk üniversite yönetimlerinin sorumluluğuna giren yerleşkeler içindeki öğrenci yurtlarını yönetmeyi yine o üniversitelere bırakmak belki daha doğru olacak. Antalya’da yurtlar üniversitenin yerleşkesi içindeydi; ama yönetimleri Kredi ve Yurtlar Kurumu’na aitti. Böyle olduğu halde, ihmalle sürekli suçlanan, üniversitenin rektörü oldu. Daha önceki gün, iktidara yakın bir gazete, “Atın bu adamı!” diye terbiye sınırlarını aşan bir başlık atabilmekteydi. Gerçi böyle bir sorumluluk devri birtakım sorunlar getirecektir ama, bunlar aşılmayacak güçlükler değil. Kaldı ki, üniversiteleri, bulundukları kentten “kale duvarları”yla büsbütün soyutlamak pek de doğru bir düşünce sayılamaz. Önemli olan, anayasanın bilimsel özerklik tanıdığı üniversitelerin siyasal çekişmeler dışında tutulmasıdır. Anayasa üniversitelerin “devlet denetimi ve gözetimi altında” olduğunu ve rektörlerin cumhurbaşkanınca seçilip atanacağını belirtiyor. Ama, Yüksek Öğretim Kurulu’nun oluşturulma tarzı bilimsel özerkliği siyasal müdahaleler dışında tutmaya pek elverişli değil. Devletin denetim ve gözetimi demek, aslında özerkçe yapılması gereken organ seçimlerini iktidarca belirlenmiş tercih kanallarına sokmak demek değildir. Rektör seçimleri şöyle olmakta: Her üniversitenin kendi içinden seçtiği altı rektör adayı YÖK’te üçe indirilip cumhurbaşkanının tercihine sunuluyor. Konunun püf noktası, YÖK üyelerinin atanmasında ve rektör seçiminin son aşamasında cumhurbaşkanına tanınan yetkidir. Meclis dışından ve yargı mesleğinden gelmiş bir cumhurbaşkanınca bile bu yetkinin kullanılışı tartışma konusu olmuştu. Şimdi, yeni YÖK Başkanı’nın kişiliği ve cumhurbaşkanının, makama gelirken partisinden ayrılmış olsa da, bugüne kadarki tutumu yüzünden tartışmalar herhalde çok daha ateşli olacak. “Bir ihtimal daha var.” O da, devlet başkanının, eleştirilen tutumundan hiç değilse rektör atamaları dolayısıyla uzaklaşması ve önce YÖK’teki elemenin hakça sayılmasını sağlayıp sonra da kendi tercihini bilim çevrelerine danışarak yapması. Bu olmayacaksa gençliğin doğru yetişmesinde ortak sorumluluk taşıyan parlamentodaki partiler bir araya gelerek rektör seçimlerini erteleyen ve bu işi çok daha sağlam temellere oturtan yeni bir yasa yapmalıdırlar. A AB DESTEKLEMEMELİ Barroso, İstanbul’da Çırağan Oteli’nde basın mensuplarıyla söyleşisinde belirtmiş olduğu, “Demokraside her ne kadar çoğunluk esas ise de sadece çoğunluk yetmez. Uzlaşma ile çözüm bulmak gerek” yolundaki görüşünü TBMM’deki konuşmasında dile getirmiş olsaydı çok daha isabetli hareket etmiş olurdu. Çünkü halen Türkiye’nin karşılaştığı sorunların temelinde AKP iktidarının bu sağduyulu yaklaşıma hiçbir şekilde itibar etmemesi yatmaktadır. Öte yandan, Barroso’nun TBMM’deki konuşmasında dile getirdiği, “Türkiye köktendinci eğilimlere güçlü bir alternatiftir” sözleri samimi ve AB içinde ortak bir görüşün ifadesi ise bu takdirde, Türkiye’nin bu örnek konumunun laik niteliğinden kaynaklandığının da anlaşılması gerekir. AB, tüm İslam dünyası içinde Türkiye’yi yegâne modern ve demokratik ülke yapan gücün laik düzen olduğunu görmeli ve bu düzene karşı altı yıldır kıyasıya bir mücadele yürüten zihniyete açıktan sahip çıkarak Cumhuriyet Türkiyesi’nin kazanım ve değerleri ile yaşam modelini yozlaştırmaya çaba sarf etmeye yönelik vahim hatasından vazgeçmelidir. KAVRAMI DEMOKRATİK LAİKLİK Y Türkiye’ye “demokratik laiklik” önermek suretiyle AKP tezlerine meşruiyet kazandırmayı amaçlayan Barroso bu kavramı şöyle tanımlıyor: “Demokratik laiklikten bahsettiğimiz zaman bir din yokmuş gibi de davranamayız… Herkesin inancına saygı gösterilecek. Laiklik bir dinmiş gibi insanlara empoze edilemez. Laiklik dinin yerini alamaz.” Barroso bu ifadelerle bir taraftan dinci dogmatik zihniyeti devlete egemen kılmak için her yolu deneyen AKP’nin elini kuvvetlendirirken, diğer taraftan da Türkiye’de laikliği bir din gibi insanlara dayatan bir zihniyetin var olduğu gibi yanlış bir varsayımdan hareketle, bunu yermek suretiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesindeki gerekçeleri aşındırmayı öngörüyor. Bu ifadeler, aynı zamanda Barroso’nun Türkiye’de demokrasiyi yaşatmanın temel koşulunun laiklik olduğunu kavrayamamış olduğunu ortaya koyuyor. Türk modernizminin ve demokrasisinin kalbinde laiklik yatar. Bağnaz TÜRBAN VE ÖZGÜRLÜK Barroso, “Türban için bir tutum alamayız, standartlar getirmeyiz. Her kadının inancı, görüşü ne olursa olsun, türban konusunda kendi özgür seçimini yapabilmesi AB’nin temel ilkelerinden biridir” diyerek, iki büyük hataya düşmüştür. Bunlardan birincisi, Türk kadınının kendi özgür iradesiyle örtündüğünü sanması, ikincisi de türban yasağının kaldırılmasını bir özgürlük girişimi olarak değerlendirmesidir. Bu hatalı saplantıların, cehaletten mi yoksa iyi niyet yoksunluğundan mı kaynaklandığını bilmiyoruz. Ancak Barroso ve ona akıl veren danışmanlarının, kadının Türk toplumunda örtünme konusunda özgürce karar vermesinin kısıtlandığı, çok küçük KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr mumtazsoysal@gmail.com İleri mi Geri mi? inlerce üyesi olan kitle örgütlerinin, “akıllı” sanılan birilerinin toplum önderlerine yaptığı “Geri adım atın” çağrısını şaşırarak izliyoruz. “Geri” sözcüğünün sözlüklerde pek çok anlamı bulunuyor; türevlerini “geri”li söz öbeklerini de hesaba katar ve yaşananlara bakarsanız, epeydir “geri”mizle ilgili ciddi sorunlarımız var. Yanlış anlaşılmasın; kimi olay, oluşum ve durumların gizlenen, görünmeyen yanıyla, daha doğrusu “gerisi”yle ilgili sorunlarımız büyüdükçe büyüyor. Kitle örgütleri, “Beş yıldır sabrettim” diyen kişiye, niçin “geri çekilmeyi” öneriyorlar; bunu anlamak olanaksız. Adamcağız, “Geri adım atmam” diyor; çok da haklı; atmasın ayrıca. Bir Cumhuriyet okurunun söylediği gibi, “Nasıl atsın; geride adım atacak yeri mi kaldı?” Peki, neden kimse “geri”nin karşıtı olan “ileri”ye adım atmayı önermiyor? Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet” hedefinde “geri”nin izi tozu var mı? Kuşkusuz yok; ama bize öyle geliyor ki, egemenliği sandık ve parmak hesabıyla karıştıran birileri, “muasır medeniyet”i, henüz haritada yerini bulamadıkları “meçhul bir ülke” sanıyorlar. Belki de ülkemizle uzak yakın ilgisi, ilişkisi ol B Sevgi ÖZEL mayan yerlere bile koşturup durmaları “muasır medeniyet” arayışı yüzündendir; çoğunlukla “geri”ye baktıkları için “muasır medeniyet”in ne olduğunu kestirememeleri, yerini yurdunu bulamamaları da doğaldır. Peki, halka sürekli “muasır medeniyet”ten söz edip dururken “muasır medeniyet”ten ya da “Batı”dan yalnızca ahlaksızlığın alındığını duyurmanın “sağduyu” ile bağdaşır bir açıklaması olabilir mi? Bu nedenle son zamanlarda “geri adım atma”yı, “sağduyu” ile bağdaştırarak “uzlaşma” çağrısı yapanları anlamak da olanaksız. Politikacılar, yıllardır halkın sağduyusuna güvendiklerini söyleyip dururlar; eğitim olanakları kısıtlanan, inancı kullanılan ya da inancının kullanılmasına fırsat veren bir halkın sağduyusuna güvenen politikacıları “dürüst, güvenilir” kişiler olarak tanımlayabilir miyiz? Sağduyu; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma, doğru yargılama gücüdür. Çoktandır yokluk ve yoksunluk içinde bunaltılan halkın, böyle bir gücü var mı? Doğrusu, “akil” bilinen kişi ve kurumların; yıllardır olup bitenleri, özellikle son altı yılda yaşananları görmezden gelerek “geri adım atma, sağduyu ve uzlaşma” gibi kavramları gelişigüzel kullanması, var olan karmaşa ortamını biraz daha karıştırıp karanlıklaştırmaktadır. Herkes elini yüreğine bastırıp bir dakika düşünmelidir; ödün vermeden uzlaşmak olanaklı mı? Ödün vererek uzlaşma aramak, “geri adım” atmayı türbanlayarak “iyi, doğru” bir davranış olarak satmak değil mi? Geriye baka baka, geri adım ata ata bugüne gelmedik mi? “Türkiye mantığını yitirmek üzere” diyen İlhan Selçuk haksız mı? Çok değil, 3040 yıl önce “erdem”i yasaklayanlar “fazilet”i öne çıkardılar; “gönenç”e uydurukça deyip “refah”ın yolunu açtılar; halkı kendi diliyle düşünmesi, olup bitenleri anlaması, sorgulaması için özgür bırakmadılar. Özgürlükler kısıtlanırken “özgürlük”ten; Türk Devrimi eğitimin özünden kazınırken “devrim”den korktular; korkuttular. “Geri”nin, gerimizden dolanıp “ileri”nin üzerine çullanmasına göz yumanlar, “Devrimciyim!” diyenin canına okunurken uzakgörüşlü olamadılar; suskun kaldılar. Tarikat, ticaret ve siyaseti harmanlayan politikacı, aklın ve bilimin öncülüğünden uzaklaştırdığı halkı sağduyulu olduğuna inandırdı; sağduyulu olduğuna inanan halk, inançlarının kullanıldığının ayrımında olamadı; ileriye bakamadı. Şimdi “fazilet ile refah”ı boş vermiş görünenlerden geri adım atması isteniyor; atmazlar! Niçin atsınlar; devletin kılcal damarlarına dek inmeyi ileri adımlarla mı başardılar? Uzlaşmayı, sağduyulu davranmayı “darbecilik” sanan anlayış, bırakın geri adım atmasın, daha da gerisine gitmenin yararı kime? Çıkın sokağa ve görün geri adım ata ata gelinen noktayı; Mustafa Kemal Türkiyesi’nin kızlarına, çocuklarımıza yakıştırılan yeri, konumu, kılık kıyafeti görün! Görün de “geri”nin yerine, bütün koşulları, olmazsa olmazlarıyla “ileri”yi önerin, gösterin! Çünkü biz, dedelerimizden ninelerimizden daha ileri olmak zorundayız; çünkü biz bugünkü çatışmanın, çağdaş uygarlıkla sorunu olanlardan kaynaklandığını biliyoruz! Öyleyse soralım, nereye yönelmeliyiz; geriye mi, ileriye mi? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle