07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Her şey değişti, çekecek bir şey kalmadı Kendisine sanatçı, fotoğrafa da sanat denmesinden hoşlanmayan ve doğru bulmayan Ara Güler, “Benim için Time’ın muhabiri olmak başbakan olmaktan bile daha önemli” diyor. Serdar AĞIR Ara Güler gibi ustayla görüşmek, bu işi uzun yıllardır yapan biri olarak bende büyük bir heyecan uyandırmıştı. Mac Art Gallery’e geldiğimde Ara Güler gözüyle bir dönemin İstanbul’unun fotoğraflarına bakmak heyecanımı biraz hafifletti. Ara Güler fotoğraflarına bakmak tarih kitabı sayfalarını çevirmek ‘sonsuz bir yolculuk’ gibiydi. Çünkü fotoğrafçılık, yetenek olduğu kadar şans işi de. Güler, fotoğraf açısından zengin bir dönemde bu işe başlamış. Zaten kendisi de bunu kabul ediyor ve her defasında ‘Benim zamanımda İstanbul daha etkileyiciydi’ diyor. Yıllara meydan okurcasına Leica makinesiyle ‘yaşamı donduran’ Ara Güler ile Mac Art Gallery’deki ‘İstanbullu’ sergisinde fotoğraf ve fotoğrafçılık üzerine konuştuk. Ara Güler’in yanına doğru yaklaşıyorum, o sırada diğer gazetelere röportaj veren ustanın doğal hallerini yakalamak için gizlice fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Sonra söyleşi sırası bana geliyor. İlk sorum neden her defasında fotoğrafın ‘sanat’ olmadığını vurgulaması oluyor. “Çünkü hakikatin parçasını yakalayan bir şeydir. Hakikat olduğu için fotoğraf mevcuttur.” Yaratıcı fotoğrafçılığın en önemli temsilcisi Ara Güler fotoğraf hakkında böyle diyor. Kendisini foto muhabiri olarak tanımlarken fotoğrafın da sanat değil tarihi belgeleyen unsur olduğunu ifade ediyor. “Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın, fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun” diyor. Daha kısa pantolon giyerken sinema hastalığına yakalanan ama Beyoğlu’ndaki Doğan Film Stüdyosu’nda çıkan yangından en son kurtulan o olunca babası tarafından sinema aşkı sonlandırılan Ara Güler, Yeni İstanbul Gazetesi’nde foto muhabirliğinde almış soluğu. O günden beri de fotoğraf makinesini bırakamamış bir daha elinden. Sayısız sergi açan, dünya müzelerinde fotoğrafları sergilenen, fotoğrafçılara poz vermeyen Picasso’yu görüntüleyen, onlarca ödül alan Ara Güler, artık çok fazla fotoğraf çekmiyor. “Artık çekecek bir şey kalmadı. Her şey değişti, ne İstanbul’da ne de Avrupa’da hiç bir şey eskisi gibi değil. Fotoğraf makinamı yanıma almıyorum. Ne çekeceğim ki. Sokakta insanlar birbirini soyuyor. Her yer binalarla, arabalarla doldu. Kaldırımlar yok artık” diyor. Bir fotoğraf karesi nelere sahip olmalı? “O kadar çok şeye sahip olmalıdır ki, duygu yüklü olmalı, sevgiyi barındırmalı, konuyu sen değil o anı yaşayan belirlemeli yani hayatın içinden olmalı hayatın ta kendisi, yaşayan anlar ve insan olmalı. Zaten insansız fotoğrafın ne anlamı var ki. İnsansız fotoğraf olmaz…” Fotoğrafladığınız insanlar içinde sizi derinden etkileyen nedir? “İnsanların yaşam biçimleri. Hayatın içinde olmaları ve gerçeği yaşamaları.” Fotoğrafla ölüm arasında bir bağ var mıdır? “Elbette vardır. Evlat, öldüğün zaman hatıraların kalır, eeee onu nasıl anlatacak C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 18 NİSAN 2008 CUMA Pusula İyice Şaşmış ha kurnaz olduğu belli olan öteki yeni liberal arkadaşının sözünü kesiverdi. Türkiye’nin üyeliğine karar verecek komisyonun başkanı olmasından dolayı çok önemliymiş. Millete yediriyorlar bu palavraları. Yahu, Barroso kendini paralasa, Kıbrıs Rum tarafı hayır dediği an Türkiye AB’ye üye olamaz. Barroso da şaşırmıştır hatta belki acımıştır bizim milletin haline. Tabii şımarması da cabası. Neydi o Bilgi Üniversitesi’ndeki ‘’Bu sözlerim de laikliğe aykırı mı’’ diye ucuz, çirkin esprisi… Böyle milletvekili, böyle gazeteci olursa adam da böyle konuşur elbette. Şu haber başlığına bakın: “ Malta Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor.’’ Nesiyle detekliyor acaba? Merkel, “ hayır’’ desin de göreyim Malta’nın sözü geçiyor mu? AB’ciler beyin yıkamak için, yakında Avrupa’daki kasaba belediye başkanlarının da görüşlerini almaya başlayacaklar. Onlar da “301’i kaldırın, reformları yapın arkanızdayız’’ diye fetva verecekler. Politikacılar, gazeteciler yüzünden ‘’Ayran budalası’’ gibi “AB budalaları’’ görüntüsüyle gülünç duruma düşürülüyoruz. KİYÜZLÜLÜĞÜ BIRAKAMIYORLAR Oysa bugünkü Avrupa rönesans Avrupası değil. Türkiye bugün ne kadar Atatürk döneminin Türkiyesi ise Avrupa da o kadar rönesans Avrupası. 1999’da Avusturya’da Jörg Haider, seçimlerden büyük parti olarak çıkınca bütün Avrupalı liderler, Haider’in hükümete girmemesi için bayrak kaldırmadı mı? Bune biçim demokrasi? Haider’ın ırkçı olduğunu söyleyeceklerdir. Öyleyse demokrasi oyununa neden sokuyorsunuz? Huyları kurusun. İkiyüzlülüğü bırakamıyorlar. Sarkozy, ekonomik bunalımı aşmak için ne yapılabileceği konusunda rapor hazırlatmış. Raporda 70 milyonluk Türkiye’nin çözüm olduğu belirtilmiş. Nüfusunun üçte ikisinin 25 yaşın altında olduğu da vurgulanarak bu pazarın değerlendirilmesi gereğine işaret edilmiş. Raporu okuyunca Türkiye karşıtı Sarkozy’nin kafası karışmış. Yarın Türkiye dostu olabilir. Chirac’ın tam üyelik müzakerelerine onayı da uçak siparişinden sonra gelmemiş miydi… Demokrasi falan diye yutturulan hep ekonomik çıkarlar. Dolma yutmaya meraklı olana yuttururlar. osman.ikiz?tele2.se Gerçekten parça koparmak sın geride kalanlara, tabii fotoğraflarla… Bir kare fotoğraf bıraksan bile o fotoğrafa bakanlar seni mutlaka hatırlayacaktır. Unutulmayacaksın yani. Öldüğün zaman sadece bedenin yok olur gider. Ama fotoğraflarla yaşarsın.” Sizce fotoğraf çeken kişi objektifini yöneltmekle, yeniden mi var ediyor yoksa bazı şeyleri yok mu ediyor? “Yok edemez ki, nasıl yok edersin? Bir kağıdın üzerindeki leke mi, o fotoğraftır o hayatın ta kendisidir. Fotoğrafı çeken kişi hayatı belgeler şahitlik yapar ve yaşatır.” Fotoğraf mı, hayatımız mı gerçek? “Hayatımız gerçeğin ta kendisidir. Hayatımız kadar daha üstün bir şey yoktur. Diğerleri kopyadır yani fotoğraf kareleri yaşanan ‘an’ları yansıtır. Şimdi, Fatih Sultan Mehmet’in fotoğrafını gösterseler o fotoğrafın Fatih Sultan Mehmet olduğuna emin olabilir miyiz? Onun fotoğrafını çeken kişi o anı yaşadığı için şahit odur, tüm gerçekliğe tanıklık etmiştir.” Fotoğraf çekerken neyi arıyor gözleriniz? “Kompozisyon ararım. Benim bir fotoğraf eğitimim, teknik bilgim var. Çok alışığım fotoğraf çekmeye. Vücudumun bir parçası gibidir makinam. Herkesin bir ayda çekeceğini ben bir günde çekerim. İki fotoğrafa baktığınızda neden bu Ara Güler fotoğrafı diyebiliyorsunuz? Çünkü öteki adamın uslübu yok. O sadece fotoğraf çektiğini zanneden zavallılardan... Çok düşünmeden çekerim fotoğrafı. Bazen düşünüp çektiğim de oluyor.” Ara Güler’e ‘sanatçı’ denmesine karşı çıkıyorsunuz. Ama Türkiye’de birçok fotoğraf sanatçısı var. Peki sanatçı değiller mi? “Değil tabii... Bir sürü adam var sokakta ellerinde makineyle dolaşıyor. Onları fotoğrafçı mı sanıyorsun sen? Çöpçü de olabilirlerdi. Aslında fotoğraf sanatçısı diye bir halt yok. Fotoğrafın sanatı olmaz ki sanatçısı olsun. Fotoğrafla sanat arasındaki farkı anlatayım sana. Sanat yalandan doğar, yalan söyler. Olmayan şeyden sanat yapılır. Bu lafı ben söylemedim. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi adlı kitabının önsözünde var. Bir rejisör var. Bir sahne düşünür. O sahne hakikat midir? Hayaldir. Onu kurar artistler de oynar, sanat olur. Onun için sinema sanattır. Fotoğraf ise gerçekte vardır. Gerçekten bir parça koparıyorsun fotoğrafta. Gerçeği alıyorsun. Halbuki sanat hayal gücünün neticesidir. Bunun için de sanat değildir, fotoğraf gerçekte somut olarak varsa çekebilirsin.” O zaman niye bazıları kendilerini fotoğraf sanatçısı olarak tanımlıyor? “Çünkü beleşten sanatçı oluyorlar da ondan!.. Fotoğrafçı palavra bir şey ama sanatçı olursa mühim biri oluyor bir yere gittiğinde. Ben sanatçıyım diyecek yaa...” Ama ‘Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü’nü aldınız... “Veriyorlar böyle... Aldım diye büyük sanatçı mı oldum şimdi? Boşver sen onları. Benim için Time’ın muhabiri olmak başbakan olmaktan bile daha önemli.” Peki sizden fotoğraf öğrenmek isteyenler var mı? “Var, var olmaz mı? Taksim’in yarısından fazlası buraya gelir etrafımda dolaşırlar bir şey anlamadan da çeker giderler. Bazen güzel fotoğraflar çeken genç çocuklar görüyorum. Ama belli olmuyor, bilerek mi yoksa tesadüfen mi çektikleri...” (Ustaya, neden bir çırak yetiştirmediğini soruyorum. Her zamanki tatlısert üslubuyla, “Ben enstitü müyüm evlat? İletişim fakülteleri de bir ‘b..k’ öğretmez. Bu işi gazetelerden öğrensinler. Her işi mutfağından öğrenmek lazım” yanıtını veriyor.) Peki dijital fotoğrafçılığa sıcak bakıyormusunuz? “Sürekli yanımda taşıdığım bir dijital makinem var. Bir ressam hangi boyayı kullanacağını değil yapacağı resmi düşünür. Asıl olan resimdir. Bizde de böyle. Kullanılan makinenin bir önemi yok. Önemli olan çıkan fotoğraftır. Fotoğraf önce kafada biter.” Fotoğrafı öğrenmek isteyen genç fotoğraf tutkunlarına tavsiyelariniz nelerdir? “Bu mesleğe girmesinler. Ama çok istiyorlarsa, fotoğrafı bu kadar çok seviyorlarsa bakıp öğrensinler. Bu iş para işi. Paran olacak ki gezeceksin, fotoğraf çekeceksin. Bir de bu işi yapmak için çok okumak lazım. Genel kültürü yüksek bir adam bu işi daha rahat öğrenir. Seveceksin, merak edeceksin, araştıracaksın. Öyle fotoğraf öğrenmek istiyorum demekle fotoğraf öğrenilmez. Fotoğraf emek ister.” Ara Güler’in ‘İstanbullu’sunu anlatır mısınız? “Yaşamın içinden yakaladığım karelere yer verdim. İnsanın önemli unsur olduğu fotoğraflarımda ‘habersiz’ce çekilen hayatın doğal yansımaları yer alıyor. Kumkapı balıkçıları, Beyoğlu, Kandilli’den Boğaziçi vapuru, Galata Rıhtımı, Sirkeci, Tarlabaşı, Beyoğlu Balık Pazarı… İstanbul ağırlıklı fotoğraflarda kentin doğal güzelliklerinden, tarihi dokusundan neler kaybettiğini ve yaşamın ne kadar değiştiği gerçeğini görecek fotoğraf severler...” fukta umut verici en küçük bir emare bile görülmüyor. Pusula iyice şaşmış. Bu gidişle bakalım nereye toslayacağız. Durumun ne kadar içler acısı ve umutsuz olduğunu bir haftalık kepazeliğe bakmak yeter de artar bile. Siyah ile beyaz kadar birbirinin zıddı gibi görünen, sanki birbirlerini boğazlamak için fırsat arıyormuş gibi konuşan, tartışmaları mahalle kavgasına döndüren milletvekilleri sağlık hizmatlerinden gazilik kapsamında yararlanmak amacıyla kenetleniverdiler. Bu kadar özendiklerine göre onlara artık gazi diyelim olsun bitsin. Biz Türkler her şeyin suyunu çıkarmada çok erbabız. İpin ucunu kaçırmak ulusal karakterimizin en belirgin özelliği gibi. Şuraya bakın, doğacak çocuk bile gırtlağına kadar borçla doğuyor diye konuşan milletvekilleri kendi sağlık harcamaları, emeklilik maaşları söz konusu olunca, ne yetimin ahını, ne de doğacak çocuğa kalacak memleketin borçlarını düşünüyor. Utanmak insanlara özgü bir duygu değil miydi yoksa… Oldu olacak TBMM’in adını da Gaziler Meclisi yapsalar bari. Nasıl olsa bundan sonra her giren ‘’gazi’’ muamelesi görecek. Artık kaldı mı bilemiyorum ama gerçek gazilerin ne koşullarda yaşadıklarını biliyorduk. Bundan sonra dünyanın en kalantor gazilerine sahip bir ulus olarak övünmeli miyiz acaba… Aslında bu kadarla kalmamalı, vekiller için özel mezarlık alanları tahsis edilip, buralara Şehitlik denmeli. Şehitliğin bakımı ve çiçeklenmesinin giderleri de vergi mükelleflerinin cebinden ödenmeli. Nasıl olsa hayatımız kazık faturası ödemekle geçiyor. U İ AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE İpin ucunu kaçıran kaçırana. AB’nin genel müdürü geldi, memlekette yer yerinden oynadı. Yahu bu adam atanmış bir memur. Bir dönem daha görevde kalmak için patronların gözünün içine bakıyor. Barroso başka hiçbir ülkede böyle karşılanmamıştır. Bütün ülkelere gidiyor. Gelişmiş ülkelerde Barroso’nun ziyareti, görüşmeleri, konuşması üç satırlık haberdir. Biz de ise günlerce manşet. AKP’nin ve tabii yeni liberallerin işine geldiğinden büyüttükçe büyütüyorlar. TV kanallarından birinde yeni liberallerden biri “ Barroso o kadar önemli değil’’ diyecek oldu ama lafını tamamlayamadı. Da ürkiye bir yanıyla buna başlıca özelliklerinden biri de diyebilirizbir yurtsuzlaştırılanlar ülkesidir. Nüfusunun önemli bir kesimini, çöküş döneminde Osmanlı Devleti’nin yitirdiği topraklardan sürülen Kafkas ve Balkan/Rumeli kökenli insanların ardılları oluşturmaktadır. Yurt sevgisi, yurdu sahiplenme duygusu, yurtsuzluğu tanımış/yaşamış insanlarda çok güçlüdür; Kurtuluş Savaşımızda birçok Çerkezin, Gürcünün, Rumelilinin ve daha birçok yeni Anadolulunun öne çıkmasının nedeni budur. Yurtlarından sürülen milyonlarca insan Trakya ve Anadolu’da yeniden yurtlanmışlardır. Bir de “içeriden dışarıya” yurtsuzlaştırılanlar vardır: Türk dilinin en büyük şairi Nâzım Hikmet gibi siyasal nedenlerden ötürü yurtdışına çıkıp bir daha dönemeyenler; kaçıp uzun yıllar dışarıda, sürgünde yaşadıktan sonra dönebilenler; 1923 TürkYunan nüfus mübadelesinde Yunanistan’a sürülen bir buçuk milyon Anadolu Rumu, ki aralarında sayıları elli bini bulduğu söylenen Ortodoks dininden Karaman Türk’ü de vardır; yurtdışında bulundukları sırada çeşitli nedenlerden ötürü yurttaşlıktan çıkarılıp kendilerine yurt kapıları kapananlar; önce 6/7 Eylül 1955 olaylarının yinelenmesi korkusuyla, daha sonra da 1963/1964 sürgün kararlarıyla Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan İstanbul Rumları; 11 Kasım 1942 tarihli Varlık Vergisi Yasası uygula T PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Yurdunda Yurtsuzlaşmak tolik din adamlarını, Protestan direnişçileri toplama kamplarına, cezaevlerine atarak, evlerinde göz hapsinde tutarak, kendileri gibi düşünmeyenlerin yaşam biçemlerine müdahale ederek, el koyarak, onlara kendi yaşamak istediklerinden farklı bir hayatı dayatarak yurtsuzlaştırmışlardır. Üzerinde yaşayan tüm canlıları ve doğasıyla salt bir toprak parçası olmanın ötesinde yurt, eğer insanları özgürse, kendilerini özgür duyumsayabiliyorlarsa, diledikleri yaşam biçemini özgürce, hiçbir zorlamayla, dayatmayla karşılaşmadan seçebiliyorlarsa bir anlam kazanır. Aksi durumda yurdu “yurt” yapmak için direnmek, bu direnişte özverilerde bulunmaya, acılara katlanmaya hazır olmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılı Alman parlamentarizminin en demokratik dönemi kabul edilen Weimar Cumhuriyeti’ne rastlamaktadır. Faşist Mussolini ise “Napoli’den Roma’ya yürürüm!” tehdidiyle İtalya’da ik maları sonucunda mülksüzleştirilen ya da mülksüzleştirilme korkusuyla yeni kurulmakta olan İsrail’e göçen Museviler; 1973 yılında başlayarak 1980’li yılların ortalarına kadar onlarca Türk diplomatını katleden Asala terör örgütünün faaliyetlerine karşı “görülmeyen misilleme” olarak Türkiye Ermenilerine uygulanan baskılar sonucunda ülkeyi terk eden İstanbul Ermenileri; gördükleri sürekli dinsel baskılara karşı dirençleri kırılarak çareyi yurtdışına göçmekte gören Süryaniler, Yezidiler ve diğer Müslüman olmayan topluluklardan insanlarımız “içeriden dışarıya” yurtsuzlaştırılmışlardır. ??? İnsanların yurtsuzlaşmaları için mutlaka yurtlarından sürülmelerine, yurtlarını terk etmelerine gerek yoktur; insan, yurdunda kalarak da yurtsuzlaştırılabilir. Bunun en somut örneği Nazi Almanya’sıdır. 19331945 yılları arasında nasyonalsosyalistler, gaz odalarında katlettikleri 6 milyon Yahudi dışında, komünistleri, sosyalistleri, demokratları, antifaşist Ka tidarı elini kolunu sallayarak eline geçirmiş, komünistlerle başı belada olan Kral Emanuel, 18 Ekim 1922 günü Mussolini’yi başbakanlığa atamıştır. Hem Almanya hem de İtalya’da nasyonalsosyalist/faşist diktatörlüklerin kurulmasında her iki ülke toplumlarının basiretsizliklerinin payı vardır. Çünkü ne nasyonalsosyalizm 1933’te, ne de faşizm 1922 yılında ortaya çıkmıştır. Her ikisinin de önceleri vardır. Bireyler, karşılaştıkları, tanık oldukları olumsuzlukları “münferit” olarak değerlendirmişler, tepkisiz kalmışlar, kitleler alıştırılarak edilgenleştirilmiş, tutsaklaştırılmıştır. Alman ve İtalyan tarihinden çıkartmamız gereken önemli dersler vardır. Eğer bir gün gelip de kendi yurdumuzda yurtsuz kalmak/yurtsuzlaştırılmak istemiyorsak çevremizde olup bitenleri “ufak tefek, münferit şeyler” demeden, daha dikkatli gözlemlemeli, daha fazla merak etmeli, daha çok sorgulamalı, daha çok sormalıyız. Her şeyden de önemli, gözlemlediklerimizi, tanık olduklarımızı, yaşadıklarımızı birbirimize aktararak örgütlenmeliyiz; iş işten geçmeden… ??? Sevgili İlhan Ağabey, seni, gülümsemeni, ışıklı yazılarını çok özledik. Bir an önce iyileş artık. Bir daha da böyle kötü şakalar yapma bize! Devrimci opera Pekin’de Çeviri Servisi Kuzey Koreli opera sanatçıları devrimi konu alan “Çiçekçi Kız” operasıyla Çin turnesine çıktı. Çiçek satan bır kızın öyküsünün anlatıldığı ünlü klasik yapıtın Kuzey Kore uyarlamasını sahneleyen Pyongyang Opera ve Balesi’nin sanatçılarının bir diğer durağı başkent Pekin’deki Çin Ulusal Tiyatrosu’ydu. 30 yıldır sergiledikleri, 1991’de Güney Kore’yle yürütülen barış görüşmelerinin sonuçsuz kalmasına neden olduğu iddia edilen siyasi içeriğe sahip yapıtla Şanghay’ın da aralarında bulunduğu başka kentlerde de sanatseverlerin karşısına çıkan ekibin “sahnede çiçek açtıran” performansı büyük alkış aldı. (Fotoğraf: REUTERS) Yozgat’ta yeraltı şehri bulundu Seyfettin METE YOZGAT Yozgat’ın Yenifakılı ilçesinin Damlalı mevkiinde erken Bizans dönemine ait olduğu tahmin edilen bir yeraltı şehri bulundu. Uzmanlarla birlikte bölgede yeni bulunan mağaralarda inceleme yapan Yozgat Valisi Amir Çiçek, Yenifakılı ilçesinin Kapadokya’ya çok yakın olduğuna dikkat çekti. Ön incelemelerde bulunmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin istediklerini anlatan Çiçek, “Bu yörelerde çok değişik medeniyetlere mensup insanlar yaşamış, çok sayıda krallıklar kurulmuştur. Bu nedenle o medeniyetlerin kalıntıları yeraltındadır. Nevşehir’de çok sayıda yeraltı şehri var. Yenifakılı ilçemizde de bu tür yeraltı şehirlerinin olması muhtemeldir” dedi. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle