Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 NİSAN 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Cumhurbaşkanı Gül sanata ilgisiz Selda GÜNEYSU ANKARA Başkentteki sanat kurumları, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in gösterdiği ilgiyi, bu yıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den göremedi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatroları’nın hiçbir etkinliğini izlemeyen Gül, 25. Uluslararası Ankara Müzik Festivali’nin 4 Nisan’daki açılış konserine katıldığındaysa, Ahmet Necdet Sezer’in aksine, salonun büyük bölümü ayağa kalkmazken, Gül’e alkış da cılız kaldı. Eski Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve eski CSO Müdürü Hüseyin Akbulut, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet adamlarının, DOB, DT ve CSO gibi kurumlara yakından ilgi gösterdiğini belirterek “Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü bunun en güzel örnekleridir” dedi. Devlet adamlarının aydınlanmanın gereği olan bu tür kurumları desteklemesinin çok önemli olduğunu vurgulayan Akbulut, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Ahmet Necdet Sezer’in de bu türlü etkinliklere katıldığının altını çizdi. AKP’nin iktidara gelir gelmez yaptığı ilk işin bağımsız Kültür Bakanlığı’nı ortadan kaldırmak olduğunu söyleyen Akbulut, “Ortadan kaldırmak demekteki kastım, AKP’nin çıkardığı yasayla Kültür ve Turizm bakanlıklarını birleştirmesidir. Yani kültür ve sanata turizm gözüyle bakıldı. Kültür merkezleri yıkılmaya çalışıldı. Bunu Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve İstanbul’daki Atatürk Kültür Merkezi örneklerinden biliyoruz. Halbuki çağdaş dünya bu tür kurumları gözbebeği gibi korur. ‘Ben daha iyisini yaparım’ mantığıyla yıkmayı aklının ucundan bile geçirmez” diye konuştu. C 15 Babası Görseydi... Weber Bandotek Evrensel Klasik Müzik Arşivi internette dinlenebilecek Görsev koleksiyonu internette Can HACIOĞLU ESKİŞEHİR Ünlü düşünce adamı G. Doğan Görsev’in Anadolu Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezi’ne bağışladığı ve sayıları 1100’ün üzerinde olan çok değerli sanatçıların 6,600 yapıtının yer aldığı Weber Bandotek Evrensel Klasik Müzik Arşivi, Merkez’le BAUM’un ortak çalışmasıyla, internet üzerinden dinlenebilir hale getirildi. Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Adnan Yılmaz arşivde ağırlıklı olarak oda müziği yapıtlarının, bestecilerin önemli konçertolarının, diğer önemli orkestra yapıtlarının ayrıca değişik türlerde müzik örneklerinin, Rönesans öncesi yapıtlarından otantik çalgılarla seslendirilmiş ilkçağ Yunan müziğine, dindışı Bizans müziğinden ortaçağ manastır müziklerine kadar pek çok yapıtın yer aldığını söyledi. Yılmaz, arşivde ayrıca Rossini’nin “Fatih Sultan Mehmet Operası”, Kraus’un “Muhteşem Süleyman Operası” gibi yapıtların da bulunduğunun altını çizdi. Yılmaz, “Arşivdeki yapıtlardan 50’yi aşkını için ‘dünyada ilk ses kaydı’ olduğu belirtilmiştir. Özellikle ortaçağdan, Rönesans’tan başlayarak 20. yüzyıl ortalarına kadar pek çok klasik müzik yapıtı var. Biz de eğitim ve öğretimde, özellikle konservatuvar öğrencilerine, klasik müziğe ilgisi olan kişilere üniversitemiz interneti üzerinden bu kayıtları MP3 formatına dönüştürerek dinlenebilir hale getirdik” dedi. Yılmaz, bestecilere, çalgılara, tonlara, seslendiricilere ilişkin bilgilere de kolaylıkla ulaşılabileceğini belirtti. Yılmaz, “Ünlü besteciler, Vivaldi 296, J. S. Bach 231, W. A. Mozart 197, Beethoven 178, J. Haydn 159, Chopin 146, Debussy 123, Haendel 109, Schubert 98, Mendelssohn 91, Schumann 83, SaintSaens 72, Brahms 71 yapıtla arşivde temsil edilmektedir” diye konuştu. ‘WEBER BANDOTEK’E NASIL ULAŞILIR? Sadece yerleşke interneti içerisinden ana net üzerinden erişilebildiğini belirten Yılmaz, yerleşkenin dışından bu formattaki müzik yapıtlarının dinlenemeyeceğini belirtti. Yılmaz, “Kütüphane mönüleri içinde doğrudan Bandotek arşivine erişebilirsiniz, ayrıca katalog tarama programımız olan Kybele’yi kullanarak herhangi bir konuda yapmış olduğunuz sorgulama sonucunda erişmiş olduğunuz bu kayıtları rahatlıkla web üzerinden dinleme şansınız var” dedi. 40. yılında “68 ve mirası” Zeynep ALTAY İstanbul Film Festivali bu yıl 68 dönemini, 40 yıl sonra 11 filmle anıyor. Dünya sinemasından seçilen bu filmler, 68 döneminin siyasi ve toplumsal atmosferinin izini sürüyor. Tema sponsoru Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öncülüğünde Beşiktaş Yerleşkesi’nde bir söyleşi gerçekleşti. Söyleşiye festivalin bu özel bölümüne 68 Mayıs’ında Paris’i gösteren “Büyük Geceler ve Küçük Sabahlar’ ve ABD’nin Vietnamı işgalini hicveden “Bay Özgürlük” filimleriyle katılan yönetmen William Klein, o günlere Türkiye’den tanıklık eden Murat Belge, Fatmagül Berktay, Ertuğrul Kürkçü katıldı. Tül Akbal’ın yönettiği söyleşi öncesinde, Zap Suyu üzerinde köprü inşa etmek üzere yola çıkan, bugün bir kısmı hayatta olmayan 68 kuşağı gençlerini, yöreyi dünü ve bugünüyle anlatan belgesel film gösterildi. Bahriye Kabadayı’nın çektiği bu film, Türkiye ‘68’lilerinin eseri olan “Devrimci Gençlik Köprüsü”yle aynı adı taşıyor. Büyük katılım ve takdirle izlenen filmin ardından gene aynı ilgi ve katılımla gerçekleşen söyleşide Kürkçü, Berktay ve Belge bizde Vietnam gibi dünyadaki olayların etkisinde kendi iç dinamikleriyle gelişen siyasal bir muhalefet olduğu üzerinde durdular. Fransa’daki bireysel özgürlük, yaşam kalitesi taleplerinin 80’den sonra geliştiğini söylediler. 60 ihtilali, TİP ve DİSK’in de belirleyici faktörlerden olduğuna değindiler. Willian Klein, 7 günde el kamerasıyla çektiği 240 dakikalık filmi “Büyük Geceler ve Küçük Sabahlar”ı ve o dönem Fransa’sını anlattı. Klein, “Sorbon Üniversitesi bir merkezdi. 34 Mayıs’ta başlayan hareketi, biz 20 Mayıs’ta çekmeye başladık. Tartışmalarla zaman geçti. Farklı siyasi görüşlerdeki kişilerin yaptığı çekimler de oldu ama onlar ideolojilerini pazarlıyorlardı, müthiş bir taraflılık vardı.. Ben olanı biteni belgeleyen, duygularımı ifade eden, barışcıl, tarafsız bir sentez filmi çekmeye çalıştım. Örneğin, duvar yazılarında insanların kendilerini nasıl ifade ettiklerini çektim. 68 hareketinin devrim yapma niyeti yoktu, insanlar yaşam kalitesi istiyordu, daha iyi yaşamak istiyordu. Bugün, 68 kuşağı bitti diyen Sarkozy 68 kuşağının yaptığı gibi kendi hayatını istediği gibi yaşıyarak 68 kuşağının bir karikatürü haline geldi” dedi. Paris Türk Sinema Haftası ‘Yumurta’ ile başladı Kültür Servisi 5. Paris Türk Sinema Haftası, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” isimli filmiyle başladı. Strasbourg Odyssee Sineması ile La Pluie ve L’Acort derneklerinin desteğiyle düzenlenen etkinliğin açılış töreninde konuşan L’Acort Derneği Sözcüsü Ümit Metin, Türk Sinema Haftası’na ilginin her geçen yıl artış gösterdiğini dile getirdi. 20 Nisan’a dek sürecek etkinlikte, Abdullah Oğuz’un “Mutluluk”, Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel”, Biket İlhan’ın “Mavi Gözlü Dev”, Özer Kızıltan’ın “Takva”, Zeki Demirkubuz’un “Kader”, Murat Aslan’ın “Maskeli Beşler”, Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek”, Alper Mesci’nin “Musallat” ve Atilla İnanç’ın “Zincirbozan” adlı filmleri gösterilecek. en o uğursuz babası Oswald Mosley’in adını, faşizme ait okuduğum kitaplardan bilirim. İngiltere’deki ırkçı/faşist akımın önde gelen ideologlarındandı. 40’lı yılların İngiltere’sinde, lideri olduğu İngiltere Faşist Birliği’nin militanları, başta Museviler olmak üzere “beyaz” olmayanların yaşadıkları semtlere yaptıkları saldırılarla korku salmışlardı tüm Londra’ya. Hitler, Mussolini hayranı olan Mosley’in militanları da, Mussolini’nin taraftarları gibi kahverengi gömlekler giyerlerdi. Arkasına aldığı Nazi rüzgarının da etkisiyle, yaşadığı dönemde tüm İngiltere’yi Nazileştireceğine inanarak bunun mücadelesini veren Mosley’in adı, insanlığın hafızasından, o hafızaya gereksiz yük olmamak için, silinmiş, tarihin bu tür kirli adamları barındıran arşivinde çürümeye yüz tutmuşken, karşımıza, yeniden, oğlu Max Mosley nedeniyle çıktı. Motor uygarlığına tapınanların spor sandıkları şu Formula 1 yarışlarının patronu Max Mosley ortaya çıkan seks skandalı nedeniyle babasını anımsattı hepimize. ??? Bir babanın günahları evlatlarına elbette kalıtım yoluyla geçiyor değil. Faşist olmanın genlerle ilgisi olduğunu söylemeye kalkarsak, biyolojik faşizmi kabul etmiş oluruz ki, bu bizi de faşistleştirir. Zaten kimse baba Mosley faşist diye oğul Mosley’e yükleniyor değil, belirteyim. Ortaya çıkmasaydı kimsenin haberdar olmayacağı, sadece özel yaşamını ilgilendiren cinsel fantezileri nedeniyle, o fantezilere egemen olan “unsurlar” yüzünden “babasından kapmış bir şeyler” dedirtmiştir bana. İster istemez aklına geliyor insanın. Gazetelere yansıyan fotoğraflara bakınca anlaşılıyor ki, oğul Mosley’in söz konusu fantezileri her kişinin becerebileceği türden fanteziler değil. Bana elbette çok uzaktırlar. Kişiyi ilgilendiren özel bir durum olduğundan asla küçümseme hakkını kendimde görmem bu zevkleri yine de. Bana zevk vermez, yapan da benden uzak olsun, der geçerim. Ama Mosley’in, basına yansıyan video görüntülerinden bazı karelere bakınca gülmekten alamadım kendimi. Karelerden birindeki manzara şu: Bir sandalyeye çırılçıplak dayanmış olan Max Mosley, genç bir kadın tarafından kırbaçlanıyor. Çırılçıplaksınız, kaba etlerinize “şehvet işkencesi” yapılıyor. Gizli bir aşağılanma keyfi alınıyor belli ki. Zevk için bu hallere düşemem doğrusu. Mosley’in kendini kırbaçlattırdığı kızlara Nazi üniformaları giydirip, onlarla Alman aksanıyla İngilizce konuştuğu da yer alıyor haberlerde. Babasının akla gelmesi bundan. Kendisini kırbaçlatırken, Nazi toplama kamplarında işkence gören Museviler gibi davrandığı, o kamp sorumlularının “teknik lisanlarını” kullandığı da ileri sürülüyor ki, artık bundan sonrası “zevk sınırları” içerisinde değerlendirilip, görmezden gelinecek gibi değil. Oğul Mosley’in, babasının hayran olduğu egemen gücün (faşistlerin) ezdiği kur B banların ruh haline bürünüp bundan zevk alması, o güce hayranlığın kendisinde de sürdüğünün kanıtı. Bir evladın babasından alacağı çok şey olduğunu söyleyenler yanılmamışlar demek ki. Kendini Nazi kıyafetleri giymiş hayat kadınlarına kırbaçlatmak, nasıl bir zevk olabilir? Tapınılan güce, o gücü edinme şansı kalmamışsa, teslim olmak demektir bu. Hayranlık duyulan bir otoritenin ezdiği cinsel bir obje olmak ya da. Böylesi bir faşizm hayranlığına ilk kez tanık oluyorum. Bu tür cinsel şiddet içeren fantezilerin olmazsa olmaz aleti de kırbaç bildiğiniz gibi. Mazoşizmin yegane zevk aracıdır kırbaç. Akıma adını veren, kürk giymiş kadınlara kendini kırbaçlatan Sacher Masoch’un, kırbaçlayan bir kadına, “mutluluğumu taşımam ve tatmam için canımı acıt” dediği bilinir. Daha önce de yazmıştım, İngiltere’de, 17’nci yüzyılda cinsel ilişkilerde kırbaçla dövülmek modaydı. Bunun için açılmış genelevler olduğu bilinir. Kırk kişiyi birden kırbaçlayan makineler bile üretilmişti o zamanlar. Zevkin, ortaya çıkardığı bir endüstri vardı yani. Mosley, o “şanslı” dönemler çok gerilerde kaldığı için kırbaçlanma zevkini “manual” yaşamış demek ki. Kendisiyle zevk ortaklığı yapacak kişileri bulup, “makineleşme”yi bekleyecek artık. Ünlü Sade (partnerine şiddet içeren cinsel sapkınlık türü Sadizm adını bu zattan alır), kırbaçlama konusunda üstattı haliyle. Mosley, babasından değil de Sade’den bir şeyler öğrenseydi, vizyonu daha geniş olurdu. Fransa’da 1700’lü yıllarda (tam tarihi aklımda değil), kırbaçlanmanın yasaklanması bu Sade yüzünden olmuştur diye hatırlarım. Düzenlediği seks partilerinde genç kızları kırbaçlar, kızların içtikleri şaraba uyuşturucu etkisi yapan kuduzböceği atardı derler Sade için. Şu cinsel sapkınlık ne kadar yaratıcı kılıyor kişiyi. Ki beni ürkütür bu kadar yaratıcılık. Ama cinselliğin tarihini inceleyenlerin ortak kanısı Sade’in, “sevgiye yeni bir biçim getirmeye” çabaladığı yönündedir. Öyle ki ahlaki kurallara uyan biri olduğu da belirtilir. Bence de en azından Mosley’den daha ahlaklıdır. Hiç değilse, bir soykırımın kurbanlarının kılığına bürünerek bundan zevk alacak kadar alçalmış değil. Bunu ancak bir faşist yapabilirdi ki, Mosley’in yaptığı da budur. ??? Militanlarına “kahverengi” gömlek giydirerek tek tip bir faşist ordu kurmayı hayal eden baba Mosley, oğlunun “kahverengi” Nazi giysileri içinde bir cinsel zevk objesine dönüştüğünü görseydi ne derdi acaba? Oluşturmayı hayal ettiği Nazi ordusu, toplumları “kırbaç” yoluyla hizaya getirecek diye umutlanmışken, oğlu, o orduların tekil modelleri kılığına soktuğu hayat kadınlarının “kırbaçları”yla sandalyeye dayanarak “hizaya” getiriliyor. Gülmemin nedeni budur. kemalerdemol@yahoo.co.uk iz bir avuç aydının feryat figan ettiğine bakmayın; kahveye girerken merhaba yerine gülerek “hepinizin anasını s...” diye selam verilen, Danıştay’ından mahalle bakkalına kadar herkesin çok fazla erkek olduğu bu toplumda İtalyanların “barış gelini” Pippa’nın önce tecavüz edilip sonra öldürülmesi sanıldığı gibi çok kötü bir durum olarak asla algılanmadı. Ben size nasıl algılandığını kibarca anlatmaya çalışacağım. Bugünlerde kendimi fazlasıyla kibar olmaya zorluyorum, çünkü içinde yaşadığımız saçma olayları kibarca anlatmak gerçekten çok. “Ah kızkardeşim sevgili Pippa,” söylemesi çok ağır geliyor ama işsizliği mecburen iş edinen, her gün yüzlerce televizyon programı ve dergiyle bombardımana tutulan, aç ve fazlasıyla maço bir erkek toplumunda, senin işin ne? Ne yazık ki, belki başka ülkelerde de böyledir, erkek toplumunun önemli bir kısmı sana önce tecavüz edip sonra öldüren erkekten yana, bunu bilesin. Doğrudan söylemeseler de içlerinden şöyle dediklerine bir kızkardeşin olarak yemin edebilirim: “Canım o da aranmış!” Evet, senin sırtında bir kefen gibi taşıdığın S AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Bize Gelinlik Filan Sökmez de hâlâ bazı hafifletici nedenler bulunup tecavüzcünün cezasında indirip yapıldığı doğru mu? Yoksa ben mi uyduruyorum? Evet, doğru, yok efendim “kız itiraz etmemiş” yok efendim “tecavüzden sonra tecavüze uğrayanın ruh dengesi bozulmamış”. Evet, ne yazık ki, pek çok olayda özellikle de en yüksek yargı organı Danıştay böyle kararlar verdi. Beyler, AB pek çok bakımdan haklıdır, biz hâlâ fazlasıyla erkek bir toplumuz. Bütün bunları yazarken sevgili Nilgün’ün haberini okudum, İspanya’nın yeni hükümetinde savunma bakanı bir kadın. Üstelik Katalan ve üstelik gebe. Yakında doğuracak ve çocuğuna çalışma odasının yanındaki emzirme odasında süt veren bir savunma bakanı, başkalarının çocuklarının savaşa gitmesine izin verebilir mi? Bu eşyanın tabiatına aykırı. İşte kızdığı o gelinlikle, öyle tek başına sokaklarda işin ne? Evinde, annenin dizi dibinde oturup internetten koca aramıyorsan, demek ki, sokaklarda erkek arıyorsun! Sakın ola ki, “Bu her ülkede olabilir” sözleri kimseleri avutmasın! Doğrudur, her ülkede böyle olaylar olur, ama pek çok ülkede bu tür suçları işleyenler için cezalar çok ağırdır ve hiçbir hafifletici neden söz konusu bile değildir. Biz halk olarak çok alınganız, AB hakkımızda olumsuz sözcükler içeren bir rapor yayımladığında ayaklara kalkıp, “Kahrolsunlar, onlara ihtiyacımız yok!” diye bas bas bağırıyoruz. Bir kez açımızı değiştirip olaylara kendi gözümüzle ve mümkün olduğunca tarafsız bakmaya çalışalım. Yeni Ceza Yasası’na rağmen ülkemiz mız, pek çok zaman kızmakta da haklı olduğumuz Avrupa aynı zamanda bu. Bugünlerde hemen her yerde içimi acıtan görüntüler, sesler gelip beni buluyor, bir magazin programı bile beni geçmişe, Cumhuriyet’in o güzelim günlerine götürüyor. Geçen akşam Perihan Altındağ Sözeri, ölüm nedeniyle anıldı ve Haydar Haydar şarkısı taş plaktan bütün salonu ve Türkiye’nin bütün evlerini doldurdu; “gâh girerim medreseye hu çekerim Hak için / gâh giderim meyhane dem çekerim aşk için” sözleri beni yaraladı, nereden nereye gelmişiz ve bir “barış gelini,” bu türkülerin söylendiği topraklarda öldürülmüş; bazen bu ülkenin geleceğinden korkuyorum. Ben bu satırları yazarken İlhan Abi ameliyatta, dilerim, “gâh giderim medreseye hu çekerim Hak için/ gâh dilerim meyhaneye dem çekerim aşk için” sözleriyle ayılır ve yıllanmış bir şarabın güzelim rayihası odasını doldurur. Göbeklitepe’de kazılar yeniden Arif FARAÇ ŞANLIURFA Milattan önce 11 bin 500’lü yıllara ait kalıntıların bulunduğu Göbeklitepe’de arkeolojik kazılar yeniden başladı. Kazı ekibi başkanı Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Klaus Schmidt, 1995 yılından bu yana devam eden kazının bu yılki bölümünün bir hafta önce Türk ve Alman arkeologlardan oluşan 15 kişilik bilimsel ekiple başladığını bildirdi. Schmidt, kazının ilk bölümünün mayıs ayında sona ereceğini, ikinci bölümünün de eylülde başlayarak kasım sonuna kadar devam edeceğini ifade etti. Örencik köyünden 60 kişinin de katıldığı kazı çalışmalarında Kültür Bakanlığı’nı Ankara Etnografya Müzesi’nden arkeolog Nejat Atar temsil etti. isilozgenturk@gmail.com