Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C kitap OKUDUĞUM KİTAPLAR KULE CANBAZI SUNAY AKIN 18 NİSAN 2008 CUMA Metin CELAL Çeviri yap, denize at!.. nedenlerle çok anlamlı. Bu sözü, Cevat hocanın affına sığınıp, güncel gelişmeleri de gözönüne alarak, olayı biraz daha genişletip “Çeviri yap denize at!” haline getirdim. Geçen yıllarda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 100 Temel Eser uygulamasını başlattı. Böylece milyonlarca öğrenci yoğun olarak kitap okumaya başlayacak ve listede yer alan kitapların satışı bir anda patlayacaktı. Böylelikle de dünya klasiklerini büyük emekler verip çeviren usta çevrimenler emeklerinin karşılığını alabilecek, belki de ömürlerinin son deminde gelecek endişesi taşımadan yaşayacaklardı. Çünkü çevirmenler serbest meslek erbabı sayıldıkları için herhangi bir sosyal güvenlikleri yok. Cevat Çapan gibi çeviriye kırk yılı aşkın emek vermiş olsanız da çevirmenlikten emekli olamıyorsunuz. Anayasal bir hak olan sosyal güvenlik, çevirmenlere verilmiyor. Eğer başka bir iş yapmıyorsa bir çevirmenin devletten ücretsiz sağlık hizmeti alması da olanaksız. Evet, emektar çevirmenler 100 Temel lirsiz çevirilerden rahatsızlıklarını çeşitli kereler dile getirdiler, basın olaya hassasiyet gösterdi. Yayınlanan birçok çevirinin İslami propaganda amacıyla çarpıtılıp tahrif edildiği ortaya çıktı. Pinokyo’nun dedesi Gephetto’nun adını Galip Dede yapmış, Pinokyo’yu “Allah rızası için ekmek” istemeye yollamışlardı. 100 Temel Eser logosuyla yayınlanan (ve listeye niçin alındığı anlaşılamayan) Deyimler Sözlüğü gibi başvuru kitaplarında argo ve küfürden geçilmiyordu. 27 Ağustos 2006 tarihinde bakan Hüseyin Çelik, yapılan yayınları ihbar kabul ettiğini söyleyerek inceleme başlattığını, yargı yoluna da gideceğini söylüyordu. İncelemenin sonucunun ne olduğunu, yargıya başvurulup başvurulmadığını bilmiyoruz ama bu kitaplar halen 100 Temel Eser ibaresi ile satılmaya devam ediyor. Tabii rezalet bu boyutlara varınca usta çevirmenlerin klasik çevirilerinin çalınıp çırpılıp yeni çevirmen isimleriyle piyasaya sunulması olayı biraz geride kaldı. Oysa bu rezalete son vermenin yolu Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nda şimde bulunmadı. Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’ndan klasiklerin tahrif edilmesini, çevirmenlerin gasp edilen haklarının korunması yönünde bir adım atılmayacağını gören Kitap Çevirmenleri Birliği (ÇEVBİR) ile Yayıncılar Meslek Birliği (YAYBİR) yayıncı ve çevirmen üyelerinin çeviri çalıntıları ile ihlal edilen fikri haklarını ve emeklerini korumak, okurların özensiz, kısaltılmış eksik çevirilerle aldatılmasını önlemek amacı ile bir inceleme komisyonu kurdu. ÇEVBİR üyesi deneyimli 5 çeviribilimci ve çevirmenden oluşan İntihal İnceleme Komisyonu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “100 Temel Eser” listesinde yeralan 10 eserin, 50 yayınevi tarafından yayımlanmış 154 basımını inceledi. Kitapların listesi şöyle; İvan Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı (11 basım), Jack London’un Beyaz Diş’i (14 basım), Cervantes’in Don Kişot’u (14 basım), Gustave Flaubert’in Madam Bovary’si (14 basım), Nikolay Gogol’ün Ölü Canlar‘ı (10 basım), Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’u (18 basım), Lev Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı (12 basım), Victor Hugo’nun Sefiller’i (25 basım), Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı (14 basım), Honoré de Balzac’ın Vadideki Zambak’ı (22 basım). Amacı “iyi” ve kusursuz çevirileri tespit etmek olmayıp, tersine, intihal ve kısaltma vakalarını olabildiğince belirlemek olan komisyon Mart 2007’den bu yana sürdürdüğü incelemelerinin sonucunda 154 basımdan 58 tanesinde yoğun intihal, birçok diğer basımda da ciddi ölçülerde kısaltmalar tespit etti. ÇEVBİR ve YAYBİR, 26 Mart’ta yaptıkları basın toplantısında, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın, 100 Temel Eser uygulaması, merkezi olarak belirlenmiş sınırlı eser listeleri ile sürdürülecekse, bu eserlerin Türkçe basımlarının denetlenmesi zorunludur. Zira genç insanlara kısaltılmış, değiştirilmiş, bütünlüğü zedelenmiş, anlaşılmaz hale gelmiş çeviri basımlarla okuma arzusu kazandırmak mümkün değildir” denildi. İntihal olayının vahim boyutlarda olduğuna dikkati çekilerek çözüm önerisi olarak getirilen öneri de şöyle; “Meslek birlikleri teknik kurul üyeleri, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı yetkilileri, üniversitelerin dil ve çeviri bölümü öğretim üyelerinden oluşacak sürekli bir “intihal inceleme kurulu” oluşturulmalı”dır. Kurul önümüzdeki öğretim yılına kadar, öncelikle ve özellikle “100 Temel Eser” listelerinde yeralan eserlerin Türkçe çevirilerini incelemeli, açıkça intihal, kısaltma içeren basımların okullara ve kütüphanelere sokulmaması için gerekli uyarıları yapmalı ve yargı yoluna başvurmalıdır.” Bakalım bu çağrıya Milli Eğitim ve Kültür ve Turizm bakanlıkları karşılık verecek mi? Yoksa çevirmenler, “Çeviri yap, denize at, korsan bulsun, kendi adıyla bassın” demeye devam edecek mi? Aceh’te unutulan Türk acısı!.. nu’ndan Malaka Boğazı’na girişle devam edecek ve Singapur’da tamamlanacaktır. Ertuğrul, 15 Kasım günü demir atar Singapur Limanı’na. 11 yıl Haliç’te yattıktan sonra ilk kez sefere çıkan Ertuğrul’un Singapur’a varması, İstanbul’da öyle bir sevinç havası estirir ki, geminin komutanı Osman Bey, albay rütbesinden amiralliğe yükseltilir! Amiral Osman Bey’in, 29 Aralık günü Singapur’dan yazdığı mektubu okursak, Aceh’teki kültürümüze ait izlerin derinliği anlaşılacaktır: “Bu kez Sumatra Adası’nda 1’ 42 enlem ve 1’ 0, 1’ 1 kuzey boylamda bulunan Rekan adında küçük bir ırmak boyunca uzanan ‘Tımbus’ bağımsız hükümeti hâkimi Mehmet Zeynelabidin İbni Abdülvahit, veziri Şehbender Ebu Sait’i gemiye göndererek, halifelik yüce makamına olan bağlılığı ve saygısını göstermiştir. Vezir, gemide bulunduğu sürece erlerimizin yaptığı top, tüfek, kılıç ve arma talimlerini izlemiş ve takdirlerini beyan etmiştir.” Anlaşıldığı üzre, Aceh halkı üzerinde iz bırakan Ertuğrul fırkateyni olmuştur. Şüphesiz ki, bu sevginin temelinde, Ertuğrul’dan 320 yıl önce bölgeye giden denizcilerimizin de payı vardır. Fakat, Ertuğrul’un Singapur Limanı’nda planlanandan uzun kalması, Coşkun Aral’ın tanık olduğu sevgi mimarisini oluşturmuştur. Ertuğrul, 22 Mart 1890 günü ayrılır Singapur’dan. Bu sürede her gün binlerce insan ziyaret eder Ertuğrul’u. Gemide bulunan bando, kentin parklarında konserler verir, şarkılar, türküler çalar!.. Bu arada, ziyaretçilere armağanlar dağıtılmakta ve getirdikleri yiyecekler pişirilerek ikram edilmektedir!.. Karaya çıkan her denizci, halifenin elçisi olarak görüldüğü için olağanüstü bir ilgi görmekte ve polislerin koruması eşliğinde gezebilmektedir. Ertuğrul’da bulunan gemi yapım ustalarının bilgilerini yöre denizcilerine aktardıklarını düşünmemiz de yanlış olmayacaktır. Coşkun Aral, Aceh’te bağımsızlık için savaşan gerillaların bayrağının kırmızı üstüne beyaz ay ve yıldızdan oluştuğunu da bildiriyor. Biz de bu bilginin ışığında, sözü edilen sevginin Ertuğrul kökenli olduğunu sağlam bir kanıta bağlıyoruz... Hilal ve beş köşeli yıldızdan oluşan bayrağımız 1839 ve 1861 yılları arasında tahtta oturan Sultan Abdülmecid döneminde ortaya çıkmıştır. Aceh halkının bayrağı Kurtoğlu Hızır Reis’e ait gemilerin direklerinde görmüş olmaları mümkün değildir. Geriye bir tek yer kalıyor; Ertuğrul’un direkleri!.. Üstelik, Amiral Osman Bey, yukarıda alıntı yaptığımız mektubunda şunları da yazmaktadır: “Ertuğrul’un gelişinden önce bu sularda görülmemiş olan sancağımız, bugünlerde limana girip çıkan bütün küçük İslam gemilerinin gönderinde dalgalanmaktadır.” Bir meddah olarak sergilediğim sahne oyunumu izleyenler, Ertuğrul’un hüzünlü öyküsünü nasıl canlandırdığımı bilir. “Önce Çocuklar ve Kadınlar” adlı kitabımda da uzun uzun yazmışımdır bu trajik öyküyü... Evet, trajik diyorum çünkü Ertuğrul, Japonya seferinden geri dönerken, 16 Eylül 1890 tarihinde, yakalandığı fırtınadan kurtulamaz ve dev dalgalara yenik düşer. Tıpkı, tsunaminin Aceh’te yuttuğu kültürümüze ait izler gibi!.. Ertuğrul’un batış haberi Sumatra Adası’nda büyük bir matem havası estirir ve yıllar geçse de, denizcilerimizin gönüllerde acıya dönüşen hatıraları bölgede unutulmaz. Ama, Coşkun Aral’ın yazdığı gibi, “bir önceki kuşağa kadar”!.. sta çevirmenlerden, şair Cevat Çapan’ın yeni antolojisinin adı “Şiir Çevir Denize At” (Cumhuriyet Kitapları, 2008). Cevat Çapan, bu antolojide otuz bir ülkeden yetmiş bir şairden çevirdiği şiirleri biraraya getirmiş. Bir anlamda, şiirlerle dünya turu denebilecek bir çalışma. Antolojide, Wallace Stevens, William Carlos Williams, Elizabeth Bishop, Lawrence Ferlinghetti, Jorge Luis Borges, Juan Gelman, John Berger, Seamus Heaney, Antonio Cisneros gibi dünya şiirinin önemli isimlerinden çevrilmiş şiirler yer alıyor. Cevat Çapan, edebiyata şiirle başlamış ama çalışmalarında şiir çevirilerinin de büyük bir ağırlığı olmuş. 60’lı yıllardan itibaren şiir çevirileri önce dergilerde yayınlanmış, sonra kitaplaşmış. İlk çeviri kitabı Sappho’nun Şiirler’inin yayın tarihi 1966. 1966’da bir keramet var sanıyorum. O yıl Çapan’ın tam altı çalışması kitaplaşmış. Dünya şiirinden derlediği şiirlerden oluşan Çin’den Peru’ya adlı ilk antolojisinin yayın tarihi de 1966. Cevat Çapan, yıllardır, her hafta Cumhuriyet Kitap’taki sayfasında dünya şiirinden örnekleri okurlara ulaştırıyor. İlk çeviri kitabına göre hesaplarsak 42 yıldır bu işe emek veriyor. Çeviri kitapları belki boyunu aşmıştır ama onlara verdiği emeğin karşılığının pek de tatminkâr olmadığını tahmin edebiliyorum. Bizde çevirmenin emeği önemsenmez. Sıradan bir iş olarak görülür. Çeviri yaptırmak onur bahşetmektir. Çevirmenin emeğinin karşılığını istemesi de garipsenir. Oysa çeviri, bir edebiyat ya da bilim eserini bir dilde yeniden yaratmakla eş anlamlıdır. Çevirmen de eser sahibidir. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu 1954 tarihlidir ama çevirmenin eser sahibi olduğunun kabul edilmesi çok yenidir. “Eser sahibi” sayılmanın çevirmenlere getirisi de eğer çevirdikleri kitap herhangi bir gerekçeyle yargılanıyorsa, kitabın yazarı ile birlikte yargılanmak oldu. Yargıçlar, “madem eser sahibisiniz, öyleyse gelin sizi de yargılayalım” dediler. Ama iş, çevirmenin emeğini korumak olduğunda bu eser sahipliği unutuldu, “Sen kitabın yazarı mısın ki telif hakkı istiyorsun!” dendi. Çevirmenlerin, çevirdikleri kitaplardan hak ettikleri telif ücretini almaları son on on beş yıldır söz konusu. Yine de günde sekiz saat çeviri yapan iyi bir çevirmenin kazandığı telif ücreti ayda bin lira bile değildir. O da ortalamanın üzerinde satış yapacak kitaplar çevirirseniz. Edebi değeri olan, kalıcı eserler çevirirseniz o parayı da kazanamazsınız. O kadar ömür törpüsü bir iş! Cevat Çapan’ın son antolojisine “Şiir Çevir Denize At” adını koyması bu U Eser uygulamasını duydular biraz umutlandılar. Ama umutlarının boşa çıkması için çok geçmesi gerekmedi. Bir anda ortalığı onlarca çeviri doldurdu. 27 çeşit Savaş ve Barış, 41 çeşit Don Kişot, 52 çeşit Tom Sawyer, 36 çeşit Sefiller saydım ki daha fazlası da vardır. Daha önce adları hiç duyulmamış çevirmenlerin imzasıyla 100 Temel Eser listesindeki çeviriler yayınlandı. Hatta bazı kitaplara çevirmen adı bile konulmadı. Balzac, 100 Temel Eser uygulamasını duyup, yayıncılar çevirmenlere telif ücreti ödemesin diye, mezarında Türkçe yazmaya başlamış gibi bir izlenim doğdu. Yazarlar, çevirmenler ve yayıncılar kitapçı raflarını dolduran bu niteliği be gösteriliyordu. Yasanın 19. maddesini gözönüne alarak 70 yılık koruma süresini doldurmuş Türk ve dünya klasiklerinin haklarını Kültür ve Turizm Bakanlığı koruyabilirdi. Çünkü 70 yıllık süre dolduğu için eser sahibinin haklarını mirasçıları tarafından korunması mümkün değil, yasa koyucu bu açığı bakanlığı görevlendirerek kapatmış. Türkiye Yayıncılar Birliği ısrarla başvurdu ama bakanlığı hakları koruması için ikna etmek mümkün olmadı. Milli Eğitim Bakanlığı, 100 Temel Eser listelerine alıp öğrencilere önerse de Kültür Bakanlığı, Türk ve dünya kültürünün temel taşlarını oluşturan bu eserleri “memleketin kültürü bakımından önemli gör”medi, onların haklarını korumak için bir giri Valesius Seçkileri/ Anonymus Valesianus/ Çeviren: Turhan Kaçar/ Kabalcı Yayınevi/ 118 s. “Geç antikçağ Akdeniz dünyasının tarihi, günümüz Türk tarihçiliğinin ilgi göstermediği konulardan birisidir. Yaklaşık olarak İS II. ve VIII. yüzyıllar arasına tarihlenen geç antikçağde, şimdi bizim de bir parçası olduğumuz Akdeniz dünyası, bir dizi köklü değişime uğramıştır. Hıristiyanlığın örgütlenişi, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlaşması, kuzeyden gelen saldırılar neticesinde batı yarısının dağılması, buna paralel olarak Roma’nın, doğuda yeni bir devlet olarak şekillenmesi, İslamın doğuşu ve kısa süre içerisinde Müslümanlar’ın, İran’ı (Sasani Krallığı), Akdeniz’in doğu ve güney kıyılarını fethetmesi ve bunun sonucunda da bir doğu dini olan Hıristiyanlığın batıya itilmesi, geç antikçağ Akdeniz dünyasında yaşanan köklü değişimlerden birkaçıdır.” Çalışma, Akdeniz’de yaşanan bu değişimlerin ortasında yer alan ve bu değişimlere hız veren İmparator Constantinus ve Kral Theodericus’un yaşam öykülerini konu alıyor. Beyaz İpek Gibi Yağdı Kar/ Ataol Behramoğlu/ Cumhuriyet Kitapları/ 192 s. “Parkta rastladığım adamın/ Bir kolu kesikti bileğinden/ Çiftçiymiş/ Tekirdağ’ın köylüklerinden/ Bir kızı veremden ölmüş/ Bu şehri İstanbul’da/ Karısı tutturmuş:/ Kızımın mezarı nerede ben orda” Ataol Behramoğlu’nun kendi seçtiği yüz şiirinden oluşuyor “Beyaz, İpek Gibi Yağdı Kar”. Fransız Babam/ Alain Elkann/ Çeviren: Eren Cendey/ Can Yayınları/ 106 s. Montparnasse Mezarlığı’nda, yan yana gömülü iki erkek. Biri, Paris Yahudi cemaatinin başkanı bir banker. Öbürü, bir sanatçı. Biri, ciddi, katı ve yakışıklı bir adam. Diğeri, coşkulu, tutkulu, savurgan ve bohem. Biri, yazarın babası Bay Elkann. Diğeri, ressam, heykeltıraş ve yazar Roland Topor. Yaşama karşıt yönlerden bakan, kişilikleriyle birbirlerinden çok farklı iki kişi. Alain Elkann, romanı “Fransız Babam”da, babasının ahlakçılığını, akılcı olmayan her şeyi reddedişini, kentsoylu yaşamını değişik bir kurguyla anlatırken, ondan çok farklı bir sanatçıyı, Roland Topor’u da işin içine katıyor. Yazar, onların yaşamlarını yeniden kurgularken, mezarlarında yatan, ama bir lokantadaymışçasına çene çalan iki adam, birbirlerine kendilerini, pişmanlıklarını, gerçekleşmemiş hayallerini anlatıyorlar. Medya Gözcüsü/ Esra Arsan/ Evrensel Basım Yayın/ 272 s. “...sadece Türkiye’de değil, genel olarak Batı ve Doğu dünyasında da 80’lerden sonra, dolayısıyla neo liberal ideolojinin egemenliğini kurmaya başladığı küreselleşme çağında, bu evrensel mekanizmanın malifinans dünyasıyla birlikte önemli bir üstyapı kurumu olan medyanın çok kısa sürede ve çok hızlı bir şekilde yozlaşmasına, temel değerlerini yitirmesine tanık olduk. Medya dünyası, matbuat ve basın dönemindeki neredeyse tüm olumlu yanlarını kaybetti.” Makalelerden oluşan bu kitap, Türk medyasının durumundan bahsediyor. Unuttum Dünya/ Can Bahadır Yüce/ Sel Yayıncılık/ 86 s. “yeşil avluda, yazların yavaş/ çardak ve rüyadönerken rubik/ bazı çocukların duası/ ve yalnız okul çıkışlarında/ bahçe iki kişilik.” Can Bahadır Yüce’nin üçüncü şiir kitabı “Unuttum Dünya”, okuru farklı metinler, coğrafyalar ve roman karakterleri arasında dolaştırıyor. Çağrışımlarla Behçet Necatigil’i, Oktay Rifat’ı, Bachmann’ı, Kundera’yı hatırlatan bu kitapta da, şairin ilk kitabı olan “Yaslı Mızıka”daki ‘çocukluğa veda’ izleği değişmiyor. 004 yılının son gününde çıkan bir haber dikkatimi çekmişti: “Tsunami kurbanı Acehli Türkler!” Yazı, yıllardır belgesellerini büyük bir ilgiyle izlediğim Coşkun Aral’ın imzasını taşıyordu. Usta “Haberci” Aral, okyanusun dev dalgalarının yuttuğu Sumatra Adası’nın kuzey bölgesi olan Aceh ile ilgili şu bilgileri veriyordu: “İki yıl önce atv’de yayımlanan Haberci programı için bölgeye yaptığım yolculukta öğrendiğim ve Türk olduğumu söylediğimde gururumun kabarmasına yol açan bu tarihi gerçeği ne yazık ki bölgede araştırma yapan bir İngilizden öğrenmiştim. Üstelik, bana bu bilgileri veren kişi, bölgedeki tersanelerde inşa edilen Osmanlı taka ve çektirme stili ile yapılan ağaç tekne ustalarıyla ilgili araştırma yapıyordu.” Aral, öğrendiği tarihi bilgiyi şöyle aktarıyor: “Osmanlı Sultanı Sarı Selim zamanında Kurtoğlu Hızır Reis komutasında buraya gönderilen 17 kadırga ve 2 levazım gemisiyle Aceh’e ayak basan Anadolu insanı yüzyıllarca burada kök salmıştı.” Coşkun Aral, Aceh Limanı’nı gezerken, Türk olduğunu öğrenen bir Acehli sayesinde mezarlığa götürülür ve gördüklerini şöyle dile getirir: “Aceh’teki Türk izlerinin en büyük kanıtı mezarlar. Üstünde Arapça yazılar bulunan lahit ve mezar taşları çok şey anlatıyor.” Olay anlaşılmıştır... Kanuni’nin Hürrem Sultan’dan doğan oğlu II. Selim zamanında Aceh’e gelen Türkler, burada yerleşerek yerli halkla kaynaşmışlardır. Aral’dan şu bilgileri de alıyoruz: “Bunların dışında duyduklarıma göre; bir önceki kuşağa kadar bu bölgede Anadolu kültürlerinin yaşayan izlerine gerek şarkılarda gerek bölge mutfağında rastlamak mümkünmüş. Tsunaminin en büyük zararı verdiği bölgede, birçok şey gibi bu kalıntılar da zarar görmüştür. Ancak yüzyıllardır ruhlarında taşıdıkları izler ise yok olmayacak.” Aral’ın altını çizdiği tarihi olayın belgelerine bir katkı da biz sunalım: II. Selim döneminde Sumatra Adası’na giden Türkler arasında döküm ustaları da vardır. Bu ustalar, adada yaşayan müslümanların Osmanlı tarafından korunduğunun nişanı olarak bir top dökerler, üstüne de padişahın tuğrasını koyarlar. Bu tarihi topu görmek için adanın en büyük kilisesini ziyaret etmemeniz gerekir. Zira, kilisenin çanı, üstünde II. Selim’in de imzası olan sözünü ettiğimiz toptan yapılmıştır!.. Kurtoğlu Hızır Bey 1569’da gitmiş Endonezya’ya… Düşünelim; aradan onca yıl geçmiş olduğu halde, nasıl olur da deniz araçlarında, şarkılarda ve yemeklerde Anadolu kültürünün izleri kalabilir?.. Üstelik, Yemen’de başlayan İmam Mufahhar isyanı nedeniyle Hızır Bey’in sadece 2 gemisi ulaşabilmiştir Aceh’e. Hayır! Aral’ın gördüklerinde bir yanlışlık olamaz ama “puzzle”ın büyük bir parçasının eksik olduğunu da söylemeliyiz. Eksik parçalar, II. Abdülhamit’in armağanlarını Japon İmparatoru Meji’ye götürmek üzere İstanbul’dan yola koyulan Ertuğrul Fırkateyni’nin hüzünlü öyküsündedir!.. Eski, bakımsız bir gemi olmasına ve usta denizcilerin karşı çıkmasına rağmen bu zor sefer için görevlendirilen Ertuğrul, 14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan ayrılır. Süveyş Kanalı’ndan geçen yorgun gemimiz, 1 Kasım 1889 günü Kolombo Limanı’ndan Singapur’a doğru yelken açar... Yolculuğun bu etabı, Sumatra Adası’nın Aceh Bur 2 MİNE DOĞANTAN’IN ÇALIŞMASI ‘SAHNE SİMYA’ Türk piyaniste Londra’dan ödül Kültür Servisi Türk piyanist ve müzikbilimci Doç. Mine Doğantan, prova aşaması ile sahne gösterisi arasındaki farklılıkları müzisyenlerin bakış açısından ele alan çalışması “Sahnede Simya” ile İngiliz AHRC (Arts and Humanities Research Council of the UK) ödülüne değer görüldü. Doğantan, tasarı kapsamında İstanbul’da ve Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde bir dizi konser ve atölye etkinliği düzenleyecek. (http://lansdown.mdx.ac.uk/resear ch/temp/Alchemy/index.html)