29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

11 NİSAN 2008 CUMA söyleşi Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk’tan AKP hükümetine ciddi uyarılar C 11 ‘Avrupa’ya güven olmaz’ SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk’la son siyasi gelişmeleri konuşuyoruz. Gündemimizin başköşesinde tabii ki AKP’nin kapatılması davası var. Cindoruk, AKP yöneticilerinin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na ağızlarına geleni söylemek, Anayasa Mahkemesi’ne ağır eleştiriler yöneltmek yerine ciddi bir savunmaya enerjilerini harcamaları gerektiğini söylüyor. Hükümete AB’den medet ummaması gerektiğini, AB’nin AKP’yle değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle muhatap olduğunu belirtiyor. Burada devletin devamlılığı esasını hatırlatıyor. Başbakan Erdoğan’a, dışarıda medeniyetler ittifakı üzerinde çalışmak yerine önce Türkiye’deki medeniyetler ayrışmasına bir çözüm bulması çağrısını yapıyor. AKP’nin kapatılması iddianamesinde anayasayı ihlal ithamı da var. Anayasayı ihlalle suçlanan bir siyasi iktidarın işbaşında kalmaya devam etmesi siyasi etik ve demokrasi açısından doğru olur mu? CİNDORUK Anayasamıza ve milletlerarası hukuka göre bu çeşit davalar sonuçlarıyla değerlendirilir. Yaptırım davanın bitmesiyle başlayabilir. Dava sürerken davanın bir yaptırım özelliği yoktur. Yani Anayasa Mahkemesi’nde dava sürerken AKP hükümette görev alabilir. Anayasa Mahkemesi bir tedbir kararı almadıkça bunu önlemek mümkün değildir. Örneği de var. RP’ye açılan dava sürecinde RP bütün siyasi faaliyetlerini, hükümet olma fonksiyonlarını yerine getirmiştir. Bence şu anda AKP’nin yapması gereken, bu davayı ikinci plana bırakarak savunmalarını hazırlaması ve dönemi geçirmesidir. Yani siyasi etik açısından hiçbir sakıncası yok mu? Bu hukuki bir mesele. Bugün için bunun ahlaki boyutu düşünülemez. Böyle bir dava açılmasını siyasi etik açısından düşünürseniz o zaman davanın hukuksal niteliği kaybolur. Ama AKP böyle bir davayı içine sindiremiyorsa hükümetten çekilebilir. Etik kuralları kendine göre yorumlamasıdır. Ama genel etik kurallar açısından buna pek de ihtiyaç yok. Aksi halde bunalımı arttırır. AKP yönetimi, dava sürerken partinin kapatılmaması için Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirebilir mi? Ya da değiştirmeye kalkışırsa bunun hukukta yeri var mıdır? Siyasi etik burada devreye girer. Bunu yaparsanız siyasi etiğe aykırı hareket etmiş olursunuz. Sizin hakkınızda iddia ve itham var. Bu iddia ve ithamın vereceği sonuçlar anayasada yazılı. Bu sonuçlardan kurtulmak için böyle bir değişiklik yaparsanız bu, kendiniz için af kanunu çıkarmaktır. Kendi çıkarlarınızı gözetip anayasaya özel hüküm koyuyorsunuz, demektir. O zaman da anayasa özelleştirildi, diye nitelendirilebilir. Bu etik değildir. Hukuk tarafından kabul görüp görmemesi de Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararlara bağlıdır. Anayasa Mahkemesi bu kararı görmezlikten gelebilir. Anayasa Mahkemesi bu değişikliğin dava açıldıktan sonra yapıldığını söyler ve bu hükmü yok sayabilir. O nedenle Anayasa Mahkemesi’yle bir zıtlaşma hadisesi diye de bakılabilir. Yargı erkiyle yasama ve yürütme arasında önemli bir bunalım çıkar. Sanırım buna cesaret etmezler. Bu, aynı zamanda davayı kabul, davanın sonuçlarından irkilme anlamına gelir. Bu, davayı kaybedecekleri izlenimini edindiklerini gösterir. Hatta Anayasa Mahkemesi bu tedbirin alınmış olmasını davadaki gerekçelerin bir anlamda kabulü sayabilir. Başta Başbakan olmak üzere AKP Hükümeti “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünden, sandıktan yüzde 47 oyla çıkmalarıyla istediklerini yapabilecekleri anlamının çıktığını anlıyor görünüyor. Yani daha da öte kuvvetler ayrılığı ilkesini görmezlikten gelmek istemiyorlar mı? Böyle bir yaklaşım çağımızdaki milli egemenlik konseptine aykırıdır. Son dönemde anayasa hukukçuları şöyle örnekler veriyorlar: “AB’ye girerseniz milli egemenliği AB kriterleriyle paylaşırsınız. IMF’yle bir anlaşma yaparsanız IMF’yle paylaşırsınız. Hatta BM yaptırımlarıyla ilgili de milli egemenlik kavramının mutlak olmasından vazgeçersiniz.” Aynı şekilde anayasada yargı erki diye bir erk varsa bu yargı erkiyle milli egemenliği paylaşmak söz konusudur. Yargı erkinin siyasal, hukuksal denetimini yapan organı Anayasa Mahkemesi’dir. Anayasa Mahkemesi’nin varlığı sürerken kazandığınız seçim size o parselde milli egemenlik haklarını kullanma imkânı vermez. Bu davadan kendilerini kurtarmak için anayasada değişiklik yapma yoluna gidecekleri, gündemlerinde referandumun da bulunduğu haberleri var. Bütün bunlar doğru olabilir. Ama bir anayasa hukukumuz, bir de anayasamız var. Bu anayasada kurulu düzen dediğimiz düzeni düzenleyen hükümleri sadece bu anayasada yazılı değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bir gelişme süreci yaşandı. Bu süreç içinde bir cumhuriyet karakteri, cumhuriyet niteliği de oluştu. Anayasa Mahkemesi cumhuriyet niteliklerini de korumakla görevlidir. O nedenle zaman zaman yorum yoluyla yetki ve görev alanını genişletebiliyor. Bu cumhuriyetin üç niteliği yazılıdır. Yani bu cumhuriyetin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasıdır. Bu ilkelerin değiştirilmeyeceği kavramını Anayasa Mahkemesi denetleyecektir. Anayasa Mahkemesi özellikle laiklik ve hukuk devleti kavramlarında kararlar vermiştir; ilgili içtihatları da oluşmuştur. Cumhuriyetin hukuk kaynakları ve güvenceleri arasında Anayasa Mahkemesi’nin kararları da vardır. Devleti idare edenler milli iradeden söz ettikleri kadar anayasadan ve devleti tarif eden, cumhuriyeti koruyan Anayasa Mahkemesi kararlarından da bahsetmelidirler. Bu dönemde çeşitli kesimlerden AKP Hükümeti ve Başbakan’a sağduyulu, soğukkanlı davranmaları çağrıları yapılıyor. Özellikle Başbakan bu ruh hali içindeyken soğukkanlı ve sağduyulu davranabilir mi? Yani bu kriz yönetimini doğru biçimde yapabilir mi? Bunu soğukkanlı, sıcakkanlı diye karmaşık bir tasnife tabi tutmak yanlıştır. Devlet adamına yakışır bir tutum içinde olması gerekir, diyebiliriz. Yapacağı konuşmalar, tavırlar devletin devamlılığı ilkesine aykırı olmamalıdır. Bir de yürürlükteki yasaların, Anayasa Mahkemesi ve onun kararlarının dikkate alınması gerekiyor. Mahkeme parti kapatma makinesi değil Peki, Cumhurbaşkanı Gül hakkındaki 4’e karşı 7 oyla Anayasa Mahkemesi’nin mütalaası sizce ne anlama geliyor? Ben buna itiraz ettim. Tahmin ediyorum ki Anayasa Mahkemesi o mütalaayı kararıyla düzeltecektir. Bunu Cumhurbaşkanı hakkında bir ceza davası saymasanız bile sorumluluk yükleyecek bir yargı kararı çıkmasının anayasaya aykırı olacağını pek çok hukukçu arkadaşımızla birlikte söylüyoruz. Onun dışında kabul edilebilir bir iddianameydi. Mahkeme bunu kabul etti. Aslında kabul sözü de yanlış. Çünkü bu bir ceza davası olmadığı için bu talebin Anayasa Mahkemesi’ne gelmesiyle dava süreci başlar. DTP’ye kapatma davası açıldığı sırada başta Başbakan olmak üzere bu hükümetin üyeleri bunun ne kadar doğru bir hareket olduğunu söylediler. Ama iş kendilerine gelince tepkileri çok sert oldu. Yani buradaki mantık yüzde 47 oy alan bir parti kapatılamaz, ama yüzde 10’larda oy alan bir parti kapatılabilir mi? Böyle bir tasnif hukuken geçerli değil. Anayasa Mahkemesi parti kapatma makinesi değildir. Çok dikkatli eleştiriler yaparak parti kapatmaya karar veriyor ve çok uzun savunmalar alıyor. Sanıyorum, AKP’yi kapatma davasında da altıyla sekiz ay arasında bir savunma ve iddia aşaması olacaktır. Ama Anayasa Mahkemesi yanlış karar vermeyecektir. Bu Anayasa Mahkemesi’nin 40 küsur yıllık bir geçmişi var. Hiçbir siyasi parti bu mahkemeyi karşısına alarak avantaj elde edemez. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla ilgili halk nezdinde birtakım kaygılar yaratamaz. “Oylarımız patlar. Çok daha fazla oy alırız” gibi iddialar devlet adamlığına yakışmaz. P O R T R E HÜSAMETTİN CİNDORUK Yükseköğrenimini AÜ Hukuk Fakültesi’nde bitirdi. 1955 yılından itibaren avukatlık yaptı. Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes ve DP yöneticilerinin üç avukatından birisi ve en genciydi. Siyasi yaşamını Adalet Partisi, Demokratik Parti, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi’nde (DYP) sürdürdü. 1985’teki büyük kongrede DYP Genel Başkanlığı’na seçildi. Genel başkanlığı, siyasi yasağı kaldırılan Süleyman Demirel’e bıraktıktan sonra 199195 arası TBMM Başkanlığı’na seçildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü üzerine 17 Nisan 16 Mayıs 1993’te Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etti. Demirel’in cumhurbaşkanı olmasıyla DYP Genel Başkanlığı’na adaylığını koydu. Seçilemeyince bir grup arkadaşıyla DYP’den ayrılıp DTP’yi kurdu. DTP 28 Şubat sürecinde kurulan Mesut Yılmaz başkanlığındaki hükümete girdi. Cindoruk, DTP 1999 seçimlerinde Meclis’e giremeyince genel başkanlıktan istifa etti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bir iddianame düzenledi. Bu hukuksal bir prosedür. Ayrıca Başsavcılık kurumu sadece Başsavcı’dan ibaret değil. Onun imza yetkisi var, davayı o açmış olabilir. O kurumun adı çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay Başsavcılığı. Başsavcılığın iddianamesine ben aslında talepname diyorum. Bu talepname Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Anayasa Mahkemesi de anayasal bir kurum. Ortada gayri hukuki bir şey, bir ihtilal mahkemesi yok. Aynı Anayasa Mahkemesi bugünkü başbakanın milletvekili olmasına onay veren anayasa değişikliğini de onaylamıştı. O kararı mutlulukla karşılayanların bugün Anayasa Mahkemesi’nin çalışmasına itiraz etmeleri tamamıyla çifte standart değil mi? Anayasa Mahkemesi objektif bir mahkemedir. Şu sırada Anayasa Mahkemesi’ne yapılan saldırılar hukuksal açıdan onu etkilemez. Bunlar Anayasa Mahkemesi’ne itibar da kaybettirmez. Kendisinin mağdur olacağını varsayan bir tüzelkişilik bu görüşlerini ifade etmektedir. Başbakan’ın, hükümette önemli görevlerde bulunanların ve parlamento üyelerinin yapmamaları gereken davranışlar bunlar. Partinin taban üyeleri üzülmüş olabilirler. Ama hükümet etme sorumluluğunu üzerinde taşıyan Adalet Bakanı, Başbakan, TBMM Başkanı gibi kişilerin Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı küçük düşürmeye hakları yoktur. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn, AKP’nin kapatılması halinde Türkiye’yle müzakerelerin askıya alınacağını söyledi. ABTürkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Lagendijk da benzer bir ağız kullandı. Bu sözlere, aynı toplantıda bulunan Dışişleri Bakanı Babacan’ın hiçbir sert çıkış yapmamasını nasıl karşıladınız? Aslında AB Türkiye’yle ilişkilerini yavaşlattı. Ortada başmüzakereci var ama müzakere yok. AB uluslararası bir kurumdur. Onun muhatabı da devlettir. AKP’nin kapatılması gündeme gelince yeni muhatabının kim olacağını merak eder ve tartışır. Çünkü karşısında bir Türkiye Cumhuriyeti vardır. AB’ye alınması gereken AKP değil Türkiye’dir. Biz 1959’dan beri AB’ye girmek istiyoruz. Bu söyledikleri duygusal ya da politik, diplomatik sözlerdir. Ama içeriği yoktur. AB muhtıralardan, ihtilallerden sonra bile Kenan Evren dahil, herkesle ilişki kurdu. AB’nin AKP’yle uzlaştığını söylemek çok zordur. Yalnız AB’yle temaslarında AKP bir akıllılık yapmıştır. Onların reformla ilgili taleplerini hiç sektirmeden kabul etti. Bunlar hepimizin kabul edebileceği hukuktaki iyileşmelerdir. Ama son olarak türbanın serbest bırakılmasıyla ilgili yapılan anayasa değişikliği yurtdışında sempatiyle karşılanmadı. Bir de AİHM’de Avrupa kültürünün hem hukuksal hem siyasal yargısı ortada olduğu halde bunu yaptılar. Ben AKP’nin bu konuda çok iyimser davranmasını yanlış buluyorum. Başımızdan geçen hadise açıktır. Fatin Rüştü Zorlu’yu göklere çıkaran Avrupa, bir hafta sonra Selim Sarper’i göklere çıkarmıştır. Dediğim gibi karşılarında devlet vardır ve ilişkiler devletten devletedir. AB’nin tercih ettiği Türk hükümeti tipi AKP hükümeti tipi değildir. Erdoğan bir de medeniyetler arası işbirliği diyor. Önce Türkiye içindeki medeniyetler arası işbirliğini sağlamalı. Son dava da onu gösteriyor ki Türkiye’deki yurttaşları en azından din, inanç alanında medeniyetler arası farklılaşmaya götürüyor. AB için laik Türkiye lazımdır. Çünkü Avrupa laiktir. O Avrupa laikliği tehlikeye sokan birtakım anayasa maddeleri çıkaran bir ülkeyle işbirliği yapmakta zorlanır. Ben Ali Babacan’ın Dışişleri Bakanlığı’na eğitimi, görüşleri, aktivitesi itibarıyla yeterli olmadığını ifade ettim. AKP hükümetinin en büyük boşluğu bence Dışişleri Bakanlığı’dır. Gül birtakım sıkıntılarına rağmen daha iyi bir Dışişleri Bakanı’ydı. Orada da aynı karakteri sürdürmüş. ‘Hiç kimse yargıya müdahale etmeye kalkmasın!’ Bunların hukuka bu denli saygısızlıklarını nasıl karşıladınız? Hukuku ciddiye almadıklarını gösteriyor. Siyaseten kullanılan demagojik cümleler, demagojik hamleler, söylemler böyle büyük ve önemli bir davada mahkemeleri etkilemez. Aksine, mahkemelerde savunma boşluğu doğurur. AKP yetkililerinin şimdiye kadar savunmaya yönelik hiçbir şey söylediklerini görmedim. Bununla uğraşacak yerde Anayasa Mahkemesi’ni küçük düşürecek beyanlarla vakit geçirdiler. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat parti kapatmanın, cumhurbaşkanı hakkında dava açmanın dünyada ilk olduğunu söyledi. Acaba ABD Başkanı Nixon’ın Watergate davasından alaşağı edildiğini, İspanya’da Batasuna Partisi, Belçika’da Flaman Partisi’nin kapatıldığını, Avusturya’da Jörg Haider’in ve partisinin hükümete girmesinin bizzat AB Komisyonu kararıyla engellendiğini unuttu mu, yoksa unutmak işine mi geldi? Almanya’da iki Nazi partisi kapatılmıştı. İtalya kendi başbakanını yargılayıp mahkum ettirmişti. Hiç kimse yargı karşısında masun değildir. Yargı karşısında bütün vatandaşlar eşittir. Yalnız Türk hukuku cumhurbaşkanları için bir engel koymuş. Vatan hainliği dışında suçlanamaz, diyor. Ama bu nokta iddianamenin gücünü eksiltmez. Anayasa Mahkemesi o konuda da karar verecek. Bu da bir içtihat olacak. Anayasa Mahkemesi’nin yorumuna kadar da Cumhurbaşkanı’nın görevini yapmasına engel bir hal yok. Ama burada bir şey var. Baştan beri Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını yanlış bulduk. Ben Erdoğan’ın da cumhurbaşkanı olmasına karşı çıktım. Hatta, “Sabıka kaydı silinmiş olsa dahi bu siyasi sabıka olarak durur” dedim. Tarafsız oldukları inancını veremeyeceklerini söyledim. Bu siyasi fikri yıllardır temsil ettikleri, bu siyasi fikirdeki kapatılan partilerde yer aldıkları için her zaman eleştirileceklerini ve itibar kaybedeceklerini, vatandaşın tarafsız bir cumhurbaşkanına duyacağı saygıyı onlara duymaktan alıkoyacağını söyledik. İşte, şimdi o oluyor. Tarafsız olması, hepimizin çok saygı duymamız gereken bir makam incitilmiştir; yara almıştır. Yine bir parti üyesi olmak koşuluyla daha tarafsız bir kişinin cumhurbaşkanı olmasını pek çok kişi doğru buldu. Ama onlar için milli irade her şeyden önemli değil mi? Milli iradenin partiye sonsuz bir güç vereceğini sandılar. O gücü her alanda kullanmak istediler. Paylaşıma gitmediler. Halk size hükümeti idare etme iktidarını verir. Devleti idare ederken mutlaka devlet organlarıyla paylaşımı yapacaksınız. O paylaşımda da danışarak, uzlaşarak kararlar verilir. Aslında Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı da bir uzlaşma sağlanması için alınmıştır. O uzlaşma girişimlerine de dikkat etmediler. Cumhurbaşkanını uzlaşmasız seçtiler. Şimdi bu sonuçla karşılaştılar. Siz her şeyi milli iradeden ibaret sandılar, dediniz. Bir de sizin bire bir yaşadığınız DP olayı var. 1957 seçimlerinde yüzde 52 dolayında bir oy almıştı. Orada daha büyük bir milli irade vardı. Ama 27 Mayıs ihtilali olduktan ve bir yıl sonra Menderes, Zorlu ve Polatkan asıldığında o milli iradeden hiçbir ses çıkmamıştı… 24 Mayıs günü İzmir’de Menderes’i 100 bin kişi karşıladı. 28 Mayıs günü ise İzmir’de bir kişi sokağa çıkmadı. Bu, biraz da psikolojik bir toplum refleksi. Türkiye’de halk aynı zamanda devlete çok itaatkârdır. Geniş halk kitlelerinde aynı zamanda sağduyu ve sonucu bekleme eğilimi var. Rahmetli üç devlet adamı idam edildiğinde ne İstanbul, ne Ankara ne İzmir sokaklarında en ufak bir itiraz söz konusu oldu. Şimdi önümüzde AKP var. Ben onların merkeze doğru kaydıklarını düşünüyordum. Yanılmışım. Yine sağa yöneldiler. AKP kapatılırsa halk sadece yeni partinin kim olacağına bakacaktır. Bu MNP, MSP, RP, FP kapatılmalarında hep böyle oldu. Hep şunu söylerim: 1961 yılında marangozlar bir yandan idam sehpalarını, bir yandan da seçim sandıklarını yapıyorlardı. Kapanan partinin oyu düşer Geçmişte kapatılan partileri görüyoruz. Oylarını arttırdılar mı? En basiti RP’nin kapatılması, yerine FP’nin kurulması. En son da SP’nin oy oranı. Kapatılma siyasi partilere yarar sağlamaz. Laiklik bizim siyasi hayatımızın en önemli öğesidir. Bu cumhuriyet teokrasiyle yönetilen bir toprakta kuruldu. Bu cumhuriyetin temel ideolojisi laikliktir. Bütün siyasal partilerin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla bağlı olması gerekiyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi laiklik ilkesine çok önem veriyor. AKP’nin Başsavcılığa itirazı var. O da yanlış. Siyasi Partiler Kanunu kıta Avrupa’sında bir Almanya’da, bir de Türkiye’de var. Şimdi yeni ülkelerde de oluşmaya başladı. Almanya’daki 42 madde. Bizdeki 124 madde. Bu benim de çok karşı olduğum bir kanun. Ama bütün siyasi partiler iktidar oldular, bu kanunu değiştirmediler. AKP yaklaşık altı yıldır iktidarda olmasına rağmen o kanundaki hiçbir maddeye itiraz etmedi. İşin bir başka tarafı da partilerin sicilinin Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutulması. Yani partilerin sicil amiri Cumhuriyet Başsavcılığı. Cumhuriyet Başsavcılığı’nı böylesine küçültmeye çalışmak, üzerine gitmek yerine Cumhuriyet Başsavcılığı’nda partilerle ilgili eksik ya da fazla bir denetim varsa ona bakmak gerekiyor. Bugüne kadar hiç ses çıkarmayan AKP’nin kendisi hakkında dava açtığı zaman Cumhuriyet Başsavcılığı’nı yok sayması ya da onun itibarını zedeleyici beyanlarda bulunması yanlıştır. Bir üçüncü nokta da artık açtığı bir davayı Başsavcılığın değiştirmeyeceği.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle