Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 Neolitik sükunet Küreselleşme, küresel ısınma ve biz... Tedirgin bir dünyada, huzursuz yaşıyoruz. Acaba dünyanın sonu mu geldi? Dün bize bu sorunun yanıtını verebilir mi? Türkiye’de neolitik denince akla ilk gelen isimlerden biri, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan anlatıyor. Alper TURGUT C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ inlerce yıllık hayat deneyimini, nesillerden nesillere aktarılan birikimi, yaşanmış binlerce olaydan çıkarılan dersleri tek cümleyle özetleyen bir kültürden geliyoruz. ’’Perşembenin geleceği çarşambadan bellidir’’ demiş atalarımız. Günümüze uyarlayalım: ’’Türbanın üniversiteye gireceği, Çankaya’nın ele geçirilmesiyle belli olmuştu.’’ Zamanında tehlikeyi işaret edenlere burun kıvıran, bazı ünlü köşe yazarları, şimdi ’’Laiklik elden gidiyor’’ diye dövünüyor. Dövünenlere sormak gerekiyor: Böyle olacağını niçin öngöremediniz? Naziler döneminde sırasıyla Yahudi’lerin, komünistlerin toplanmasını ’’Sıra bana gelmez’’ diye seyreden papazın hikayesini hatırlatıyor, bu ’’demokrat’’ların halleri. Recep Tayyip Erdoğan’ın öteden beri kitle önündeki konuşmaları, bugünün hatta yarın başımıza geleceklerin haberini veriyordu. ’’Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu. Sen bunun önüne geçemezsin ki’’ Tayyip Erdoğan, bu konuşmayı meydan okur gibi kameraların önünde yaptığında sizler ne ile meşguldunuz? Gazetelerinizi, popçuların, mankenlerin, Hollywood yıldızlarının kalça, bacak, göğüs fotoğraflarıyla süsleyip, cinsellik tezgahıyla okuyucu tavlama peşindeydiniz. AKP’nin Türkiye’nin dengelerini yerine oturtacak bir talih kuşu olduğunu yazıyordunuz. Buyrun talih kuşunuzla muhabbetiniz bol olsun. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, ciddi gazeteler, kalçabacak resimleriyle, göğüs frikiğiyle okur tavlamaya çalışmıyor. İnternet’te büyük gazetelerin tümü de sanki birbiriyle adeta porno yarışındaymış gibi. Anketlere göre satışta Posta gazetesi hepsini geçti. En çok okunan da Haydar Dümen. Dengeyi bir uca kayarak bozarsan, öteki uçta ta senin zıddının yeşermesine yardım edersin. Medya toplumun aynası ise, bu aynada keskin tonlarda iki fotoğraf öne çıkıyor: Türk milletinin en önemli iki sorunundan biri seks, biri de futbol. Bu durumun sorumlusu medya editörlerinden başkası değil. Televizyon kanallarındaki futbol programlarının saçmalığın daniskası olduğu bakalım ne zaman anlaşılacak. Faşist Salazar’ın, halkı uyutma formülü neydi? Fado, fiesta, futbol… Boyalı basın fotoğraflarla, dedikodu haberleriyle, futbol seyicisni azdıran başlıklarıyla, televizyon kanalları gazinoya, diskoya çevirdikleri stüdyolarıyla bu üçünü de başarıyla yerine getirdi. Bu ülkenin başına türban geçirmezler mi?.. Bunda şaşılacak ne var… Muhalefet ise evlere şenlik. ’’Ko 15 ŞUBAT 2008 CUMA Bunda Şaşılacak Ne Var yunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi’’ denir ya, CHP’nin Abdurrahman Çelebi’den farkı yok. 2002 seçimlerinden önce Deniz Baykal, türban yasağına karşı olduğunu söyledi. Açıklaması gazetelerin birinci sayfasında yayınlandı. Aynı Baykal, ekonomiden devletin elini ayağını çekmesi gerektiğini de söyledi. Özelleştirme politikasını da savundu. Peki, Deniz Baykal’ın bu politikayla Tayyip Erdoğan ile yarışma şansı olabilir miydi? Hoş, tersini söylese de olamazdı ama savunduğu politikaların Türkiye’nin ihtiyacı olan sosyal demokrasiyle ilgisi yok. O Tony Blair’i, Gerhard Schröder’i taklit ederek Türkiye’yi kalkındıracağını sanıyor. Tabii ki hayal görüyor. Deniz Baykal, ABD’nin Türkiye’ye ılımlı İslam’ı dayattığını, AKP’nin bu dayatmanın maşası olduğunu söylüyor ama bunun arkasındaki ekonomik politikalardan hiç söz etmiyor. Ilımlı İslam, Ortadoğu ve bütün islam dünyasına yönelik olarak geliştirilmiş bir politik strateji ve Türkiye’nin de kanı emilecek. Yeni liberalizm, sömürü için ülkelerin kabuğunu değiştiriyor. Hafızasını siliyor. Ondan sonra da iliklerine kadar emiyor. Irak’ta yapıldı. Sıra Türkiye’de. Hedef Mustafa Kemal’in heykellerini kaldırmak, sonra da unutturmak. Yabancı şirketlerle yerli işbirlikçileri Türkiye’nin dağlarını, ovalarını, vadilerini delik deşek edecekler. Uranyum, altın, bor ne varsa alıp gidecekler. Akarsular konusunu şöyle bir gündeme getirdiler. Bir süre sonra suların idaresini isteyecekler. Kamu kuruluşları pazarcı esnafı üslubuyla ’’Babalar gibi satarım’’ diye konuşan bir maliye bakanı marifetiyle haraçmezat zaten satıldı. Elde ne kaldıysa onlar da satılacak. Deniz Baykal, bugüne kadar altın şirketleri için kaç kere konuştu? Mahkemelerin durdurmasına rağmen, Bergama’nın canına okudular. CHP’liler ne yaptı? Bu parlamentodan türban yasası da geçer, imam hatip yasası da geçer, hilafet yasası da geçer… Amerikalılar önce askerlerin kafasına çuval geçirdi, sonra memleketin başına türban. Sırada ne var acaba? İpucu Tayyip Erdoğan’ın Almanya’da söylediklerinde: ’’Özgürlüklerin yaşanması noktasında her türlü engeli aldırmak için adımlar atıyoruz. Hedefe er ya da geç ulaşacağız.’’ Sırada galiba Fethullah Gülen’in dönüşü var. Merak ediyorum, Nobel Barış Ödülü Ekim ayında açıklandığı sırada, Fethullah Gülen ABD’de mi olmak ister yoksa Türkiye’de mi?!... Nobel Barış Ödülü ile onurlandırılmış birine Halifelik de yakışır doğrusu… K üresel ısınma, hop oturtup kaldırıyor insanlığı, dünyanın sonuna doğru gidildiği endişesi soluksuz bırakıyor. Savaşlar, işgaller, nükleer santrallar, nükleer silahlar, hazzın sinsi iktidarı, tüketim çılgınlığı, prozac, Mars’tan dünyaya indirilen görüntüler, vs. vs… Her şey bir paranoyadan mı ibaret, yoksa homosapiens endişesinde haklı mı? Bu soruya en iyi yanıtı, bugünün zamanında yaşasa da binlerce yılın içinde dolaşan biri, bir arkeolog verebilir ancak. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Prehistorya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’la uygarlık tarihi içinde geziniyoruz, buzul çağından metro kazılarıyla tarihini kusan İstanbul’a kadar aklımıza ne gelirse konuşuyoruz… Amaç, umutlanmanız ve binlerce yılın içinde sadece bir insan ömrü kadar yer kapladığınızı hatırlamanız... Bu elbette haydi dünyayı yerle bir edin anlamına gelmiyor, bugünü ne çok önemseyin, ne hiçleyin, tabii kendinizi de… Televizyonlarda ha bire eriyen buzullar gösteriliyor, dünyanın geleceğinin seyri bu görüntülerle çiziliyor. Yeni bir buzul çağına mı giriyoruz? Bugüne dek 8 buzul çağı yaşandı. Bundan nasibini en çok orta kuşak alır, özellikle stepler… Ekvator etkilenmez. Hiç etkilenmemiştir. Anadolu’da ise hiç buzul olmadı. Sadece yağış rejimi değişir, Akdeniz iklimi Büyük Sahra’ya kayar. Neolitik dönemde, Güneydoğu Anadolu, çoğu zaman bugünden daha sıcaktı. Hatta bir dönem Hindistan’daki musonlar Güneydoğu’ya girmişti. Soğuk dönemlerde ise kuraklık vardı. Mesela Neolitik çağdan da önce avcı insan, Kuzey Amerika ve Sibirya’da mamutları avlayarak bitirdi. Denizler en çok 30 metre yükselmiştir, alçalma rekoru ise 200 metredir. Tüm buzullar erise dahi, denizin yüksekliği 6, 7 metre artar. Küresel ısınma, buzul çağı… Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın, insanoğlu yaşamını hep sürdürdü. Zaten ya göç edersin, ya uyum sağlarsın. Biz uyum sağlayanların çocuklarıyız o halde… İnsanın yüz binlerce hatta milyonlarca yıllık bir geçmişi var. En eski atalarımız, Afrika’dan dünyaya 1 milyon 800 bin yıl önce yayılmaya başladılar. Arkeolojik kazılar ışığında, insanın fiziki özelliklerinin, yaşam şeklinin, kültürünün, doğal çevre ortamının sürekli değiştiğini görürüz. Ancak bu değişim veya gelişme, çok yavaş seyretmiştir. Ancak bazen “sıçrama” dediğimiz hızlı değişimler de yaşanmıştır. Neolitik çağ, belki de bıraktığı izler bakımından hızlı değişim dönemlerinin en önemlisidir. Bu uygarlık tarihinin kırılma noktalarından birisidir. Güneydoğu Anadolu’yu da içine alan çekirdek bölgede (Bereketli Hilal), avcı, toplayıcı insanlar, Türkiye’de Neolitik denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan Profesör Mehmet Özdoğan, öğrenciliğinden başlayarak İstanbulChicago Üniversiteleri Güneydoğu Anadolu Karma Projesi’nin Çayönü kazılarında önce alan yöneticiliğini, daha sonra projenin başkanlığını üstlendi. ODTÜ Aşağı Fırat Projesi Arkeolojik Yüzey Araştırmaları Başkanlığı’nın yanında Uluslararası ODTÜ Keban ve Aşağı Fırat Projeleri Tepecik, Tülintepe, Değirmentepe kazıları alan yöneticilikleri yaptı. TÜBA Kültür Sektörü ve Kültür Envanteri (TÜBATÜKSEK) konseptinin oluşmasında büyük katkıları olan Prof. Özdoğan, Birecik Suruç (Şanlıurfa) arkeolojik envanter çalışmalarını yürüttü. Balkan kültürleriyle Anadolu/Önasya kültürleri arasındaki ilişkileri Trakya Marmara Bölgesi yüzey araştırmaları ve kazıları buluntularıyla belgeleyip somutlaştırdı. Arkeolojik yüzey araştırmalarına getirdiği yöntemlerle yeni bir model geliştirdi. İlk üretim topluluklarının Anadolu’dan Güneydoğu Avrupa’ya yayılımlarını araştırdı. Türkiye kıyı kültürleriyle deniz seviyelerindeki değişme arasındaki ilişkiyi ilk kez ortaya koydu ve böylece doğal çevre ortamı ile arkeolojinin bir MEHMET ÖZDOĞAN likte ele alınması gerekliliğinin ülkemizde yerleşmesine katkıda bulundu. Anadolu akeramik kültürlerini, Önasya Neolitik kültürlerinden ayıran özellikleri tanımlamaya çalışarak Anadolu modeline değişik bir yorum getirdi. TÜBA üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi. B Fotoğraf: Uğur Demir Çünkü İstanbul, Anadolu’dan gelenlerle burada yaşayanların kaynaşma noktası. Hem tarıma geçenler hem de avcı, balıkçı, toplayıcı gruplar (balık tutarak, geyik avlayarak besleniyorlar) burada birleşiyorlar. İki farklı kültür, karma bir yapı… Akkültürasyon… Birlikte değişiyorlar. Bugün ne Fikirtepe ne de diğerleri ortada yok. Sadece Pendik’e ait bir parsel kaldı. Şimdiye dek 27 batığın bulunduğu İstanbul’daki metro çalışmaları?.. İstanbul bir liman kenti, metro kazıları sırasında tabii ki kayık çıkacak. Sultanahmet Cezaevi’nin olduğu bölgede, Roma senatosu vardı. Sonra da saray bulundu deniliyor. 400 bin yıllık Küçükçekmece Yarımburgaz Mağarası ne durumda? Yarımburgaz, Trakya’nın en büyük mağarasıdır, Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk yerleşim yeridir. İlk yerleşimcileri, avcı ve toplayıcı insanlardır. Sonra bir dönem tarımcı topluluklar tarafından da kullanıldı. Orada ayinler de yapıldı, vahşi hayvanların barınağı da oldu. Bugün tarihi mağara neredeyse tamamen tahrip edilmiş durumda. Hâlâ üzerinde çalıştığınız Kırklareli’nin önemi nedir? Kırklareli, Yakın Doğu ve Anadolu'dan başlayarak gelişen tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşamının Avrupa'ya aktarıldığı yerlerden biridir. Çekirdek bölgesindeki kerpiç yapılar burada yerini ahşap binalara bırakmıştır. İklim değişikliği ahşap mimariye sebebiyet vermiştir. Yapının çatısı çavdar sapıyla örülmeliydi. Farklı canlandırma, farklı bir teşhir için hemen kolları sıvadık. Bölgede kimse çavdar ekmiyordu. Güç bela 12 dönüm çavdar ekilmesini sağladık, şimdi sorunumuz çavdarın elle biçilmesi, kimse buna yanaşmıyor. Ama kararlıyız, önünde sonunda bu sorunu da aşacağız. Yöre halkı sizin çalışmalarınızla ilgileniyor mu, üzerinde yaşadığı toprağın binlerce yıllık tarihini merak ediyor mu? Öncelikle Kırklareli ve çevresinden kimseyi ziyaretimize getirtememiştik. Tek tük gelmeye başladılar. İnsanlar artık Neolitik Çağ’ı ve onun önemini öğrenmeliler. Arkeolojinin Türkiye'de gelişen bir dinamiği yok, bize Batı’dan gelen bir kavram. Örneğin biz anlatıyoruz ve adam hâlâ diyor ki “Aman hocam bunları babam bile hatırlamıyor”… Ancak Avrupalı bir kadını, 8 bin yıl öncesine el sürmek heyecanlandırıyor. Bunun dışında basının da duyarsız olduğunu eklemeden geçemeyeceğim. gezgin olmayı bırakıp, yerleşik köy yaşantısına geçmişlerdir. Onlar, tarihin ilk çiftçileridir. Binlerce yıl sonra Avrupa’ya göç edecek ve uygarlığı taşıyacaklardır. Rotayı daha yakın bir tarihe çevirsek… Çekirdekteki tahıla dayalı yerleşik yaşam, MÖ 12 bin yılında başlıyor, MÖ 7 bine kadar sürüyor. Göç eden insan topluluklarının Trakya’ya gelişi MÖ 6400 ila 6500… Sonra 500 sene içinde Danimarka’ya ulaşıyorlar. Neolitik çağ, ilk üreticileri de müjdeliyor o halde, yanılıyor muyum? Avcı, balıkçı ve toplayıcı insan toplulukları, tüketicilik sona eriyor ve üretim zamanı geliyor. Yeryüzündeki ilk köy, ilk tarım ve evcilleştirilmiş hayvanlar, bu çağın getirileri… Yabani koyunu veya yaban domuzunu hemen değiştiremezsiniz. Evcilleşme ve mutasyon bir süreçtir ve binlerce yıl sürer. Düşünün, 22 bin buğday tanesinden ancak bir kilo un çıkıyor. Üstüne üstlük o zamanki başaklar ufak ve az taneli ve bu yabani buğday taneleri dökülüyor, böğürtlen gibi tek tek toplanılması gerek. Çiftçi atalarımızın işi çok zor ve ekilebilecek tarlaların oluşturulması uzun yıllar alıyor. Toprağa ve tahıla bağlı yaşam, kalıcı konutların inşasına ve beraberinde yeni mimari tekniklerin gelişmesine neden oluyor. Buğday, arpa, çavdar, Güneydoğu’dan dünyaya yayılıyor. Çanak, çömlek, havan, öğütme taşı, küçük heykelcikler yapılıyor. Sulu aş ve çorba içmek için kaplar yine bu dönemin ürünü… Ve bilinen bir gerçek, besin stoklamazsan aç kalırsın. Bu zorluktan eşitlik mi çıkıyor? Hayır. Eşitlikten söz etmek mümkün değil. Hiyerarşik bir düzeni var. Hindistan’daki kast sistemi gibi olmasa da sınıflar var. Ruhban sınıf, yöneticiler, ustalar ve halk. İlginç, ancak birisi çıkıyor, insanları tanrı adına çalıştırıyor. Sonra sosyal bir olay oluyor, ustalar ve halk gidiyor, ruhban sınıf kalıyor. Tanrılar da cinsiyet değiştiriyor… Güneydoğu Anadolu’da yani çekirdek bölgede, bir baba tanrı var. Ve anlaşılan o ki, baba tanrı topraklarını terk etmiyor ve hiçbir yere gitmiyor. Bugün hâlâ orada… Ana tanrıça ise başka bölgelerde karşımıza çıkıyor. Neolitik denilince hepimizin aklına öncelikle Çatalhöyük geliyor… Neolitik Çağ (Yeni Taş Devri) okullarda okutulan adıyla Cilalı Taş Devri… Ancak yongalama ve sürtme yöntemiyle yapılan aletlerin cilayla alakası yoktur. Zengin buluntularıyla adını duyuran Çatalhöyük, Çekirdek’ten dört bin yıl sonrasına tekabül ediyor. Bugünde durup binlerce yılı izlemek, zamanları birbirine bağlamak, oldukça yorucu ama keyifli olmalı. Siz içinde bulunduğumuz zamanı nasıl tanımlıyorsunuz? Neolitik 6 bin yıllık bir süreç, içinde bulunduğumuz endüstri ise daha 300 yıllık. Neolitik aileyi, mirası, mülkiyeti doğurdu. Endüstri ise işçi sınıfını, burjuvaziyi, kentleşmeyi, ailenin parçalanmasını ve küreselleşmeyi beraberinde getirdi. Devrim dediğimiz kırılmalar zaten en çok Neolitik ve Endüstri devrimlerinde görülüyor. Bunlar iki büyük modeldir. Neolitik çağın artçı depremleri kent devletleri ve imparatorluklardır. Sanayi devriminin artçı sarsıntıları ise elektronik ve uzay çağıdır. Biz İstanbul’un Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet halini biliyoruz. İstanbul’un binlerce yıl gerisinde ne ve nereler var? Fikirtepe ve ona bağlı olan Pendik, İçerenköy ve Tuzla çok önemli… osman.ikiz?tele2.se Dünyaya ‘bağımsız’ bakış Selcen AKSEL Sinemanın bağımsızlarını, en yenilerinden ödüllü filmlere uzanan geniş bir seçkiyle sunan ‘AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin yedincisi başlladı. Yaklaşık 70 filmin gösterileceği festivalde, 10 gün süresince film gösterimlerinin yanı sıra eleştiri toplantıları, sergiler gibi etkinlikler yer alacak. Festivalin yeni buluşma noktası Beyoğlu The Hall’daki çeşitli etkinlikler, herkesin ‘henüz çekmedikleri film’ için tasarlamış olduğu afişlerden oluşan sergi, partiler, deneysel film seçkilerinden cep telefonuyla film çekmenin inceliklerini konu alan söyleşilere uzanıyor. Gösterimler ise AFM Beyoğlu, Caddebostan ve İstinye Park’ta. Festivalin klasik bölümleri ‘Gökkuşağı Filmleri’, ‘Hit Filmler’, ‘Nöbetçi Sinema’, ‘Fantastik Filmler’ ve ‘if Kısalar’a bu yıl eklenenler ise yarışmalı ‘if Inspired’ ile birlikte ‘Meksika Dalgası’, ‘Sesli Yaşam’, ‘Gezegen, İnsan’, ‘Başka Aşk’. if Inspired’da, tüm dünyadan 10 genç yönetmenin filmleri yarışacak; izleyici bu yönetmenlerle tanışma fırsatı da bulacak. Festival koordinatörü Pelin Turgut, genç yönetmenlere cesaret vermek istediklerini belirtiyor bu bölümden söz ederken. Festivalde dünyaca ünlü konuklar da var, bunlardan biri de belgeseli gösterilecek olan Joy Division müzik topluluğu. Festival koordinatörlerinden Serra Ciliv ‘Türkiye’den Kısalar’ bölümünün yarışmalı olmayışını şöyle açıklıyor: ‘’Bu filmlerin değerlendirmesini özellikle seyircilere bırakmak istedik. Amacımız, genç yönetmelerin eğilimini öne çıkarmak öncelikle...’’ Festivalde, seyircinin ulaşmasının zor olduğu, çarpıcı anlatımlarıyla, topluma ve insana, tabii ki savaşlara ve işgallere de şaşırtıcı açılardan bakan filmler var her yıl olduğu gibi. Afgan bir taksicinin yaşadığı korkunç deneyimden Avrupa’da arka sokaklardan bir insanın yaşadıklarına, yönetmenlerden de Michael Moore’dan Mania Akbari’nin yeni filmlerine uzanan zengin bir içerik söz konusu. Etkinlik, bu yıl da özenle seçilmiş ‘bağımsız’ filmlere ve yaratıcılarına ulaşmak isteyen izleyici için bir kılavuz olacak gibi. natomi hocası Zeki Zeren, bir sınavda, öğrencilerine tibeya kemiğinde kaç delik olduğunu sorar. İnsan ayağında bulunan bu kemikte bir delik vardır. Gel gör ki, o gün hocanın öğrencilere uzattığı kemik iki deliklidir!.. Bir öğrenci “Hocam şu delik ‘foremen nutrikum’ ama ötekini bilemiyorum” yanıtını verince kuvvetli bir azar işiterek dışarı çıkar. İçeri giren tüm öğrenciler kemiğin üstündeki bir delik için aynı yanıtı verir ve ikinci deliğin adını bilemezler. Sınavın sonunda hoca tüm öğrencileri toplar ve şu konuşmayı yapar: “Çocuklar, yarın doktor olacaksınız. Çok dar zamanlarda insan hayatını etkileyecek kararlar vereceksiniz. Ben size tibeya kemiğinde bir delik olduğunu öğrettim, ama sizler, ikinci deliğin adını sorduğumda ciddi ciddi düşündünüz! Hiçbiriniz, hocam o ikinci delik uydurma bir deliktir, demediniz. Evet, ikinci deliği kemiğe ben açtım. İlle de bir adı olsun istiyorsanız, o deliğin adı ‘foremen zeki zeren’dir!..” Zeki Zeren’in öğrencilerinden birikisiyle katıldığım tıp kongrelerinde karşılaşıyorum mutlaka… Hepsinden de hocanın çok sert olduğunu, dersinden geçene kadar çok çektiklerini duyuyorum. Öylesine sertmiş ki Zeren Hoca, tıp fakültesinin koridorlarında elinde uzun bir kemikle gezermiş. O koridora çıkınca öğrenciler kaçacak delik ararmış… Çünkü yakaladığı öğrenciye Latince bir kemik adı söyleyip insan bedeninin neresinde olduğunu A KULE CANBAZI SUNAY AKIN Şairler geç kalmamalı rugan, Müjdat Başaran gibi kaybettiğimiz hocalarımızı tanıdığım, yüreklerindeki dostu gördüğüm için çok şanslıyım. Tüm aksiliği, kızgın haliyle Zeki Zeren Hoca’yı da tanımak isterdim. Nasıl istemem ki!?. Hele bir öğrencisinden hocanın şu öyküsünü duyduktan sonra, tıp fakültesine her nasılsa girmiş, kabadayı, pavyonlardan çıkmayan bir öğrenci, Zeren Hoca’nın sınavında çalışkan bir kız öğrencinin arkasına oturarak yanıtları göstermesi için tehdit etmiş. Zavallı kız, sorulan beş sorunun dördünü arkasında oturan zorba öğrenciye göstermiş… Ama adam ille de beşinci sorunun da yanıtını yazmak isteyince kız öğrenci bu doyumsuzluğa sinirlenmiş… Kabadayı kılıklı öğrenci, önünde oturan kızdan beşinci sorunun da yanıtını yazınca kâğıdı hocanın masasına koyarak sınavdan çıkmış… Bunun üzerine kız öğrenci, son sorunun yanıtını silerek kâğıdına çok farklı bir yanıt yazmış!.. Sonuçlar açıklanınca, yanıtları aynen yazdığı kız öğrencinin geçtiğini, kendisinin ise kaldığını öğrenen kabadayı, soluğu Zeki Zeren Hoca’nın sorarmış… Zavallı öğrenci kem küm ederken hoca elindeki kemikle öğrenciye vururmuş… Karşısındaki acıyan yerini eliyle tutarken dermiş ki Zeren Hoca: “Hah işte tam orası!..” Halim Şefik, Beykoz’dan çocukluk arkadaşı Orhan Veli ölünce bir şiir yazar ardından. Bu şiirde Şefik, ölüm nedenini anlayabilmek için Orhan Veli’ye otopsi yapan doktorların halini anlatır bizlere. Harika bir şiirdir: Morgda açılınca kafatası Doktor beyler beyin gördüler İndirince ten kafesine neşteri Doktor beyler yürek gördüler Yürekte ne gördüler dersiniz Yürekte memleket gördüler Dünya gördüler Bir de dost gördüler Ama bu işte doktor beyler geç kaldılar Çok geç kaldılar EKİ ZEREN HOCA’YI TANIMAK İSTERDİM... Ne yazık ki, biz şairler, yazarlar da tıp dünyasındaki pek çok hocayı tanımakta geç kaldık!.. Ben, Üstün Ko Z odasında almış… “Hocam” demiş, “benim kâğıdımı yanlış okudunuz. Tüm soruları doğru yanıtladım. Geçmiş olmam lazım”… Zeren Hoca’nın masasının üstünde bir sınav kâğıdı durmaktadır… Hoca, “Adın ne senin evladım” sorusuna aldığı karşılıkla kâğıtta yazılı olan adın aynı olduğunu görünce yerinden kalkmış ve poposunu öğrenciye doğru dönerek eğilmiş ve de şunları söylemiş: “Ne dedin evladım?.. Duyamadım, bir daha söyle!..” Anatomi sınavındaki son sorunun yanıtı kulak organını kapsıyormuş… Ama kız öğrencinin kâğıdına yazdığı ve kabadayı kılıklı öğrenci sınavdan çıkınca sildiği ilk yanıt, insanın kıçıyla ilgiliymiş!!! Dr. Zeki Zeren’in adını İstanbul Oyuncak Müzesi’nin bulunduğu sokak tabelasında okursunuz!.. Evet, İstanbul Oyuncak Müzesi Göztepe semtinde, Dr. Zeki Zeren Sokağı’ndadır… Hocamızın bir öyküsüyle pazar gününüzü biraz daha şenlendirelim: O yılların gece hayatıyla ünlü kadınlarından Meral Zeren’in birisiyle yakalandığı haberi gazetelerde yer alınca hoca, ertesi gün gazetelere şu ilanı verir: “Bayan Meral Zeren’le hiçbir akrabalığım yoktur. İmza: Dr. Zeki Zeren”… Yıllar sonra hoca bir davadan dolayı mahkemeye düşer ve bu olay da gazetelerde haber olur… Ertesi gün gazeteyi eline alanlar şu ilanla karşılaşırlar: “Bay Zeki Zeren’le hiçbir akrabalığım yoktur. İmza: Meral Zeren!..”