23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 ürbanlıların içinde özellikle yaratıcı olanları gözlemledikçe, onları Almanya’da kapanmaya iten gücün ne olduğunu yıllardır soruyorum kendime. Örneğin içlerinde kadife gibi yumuşacık gözleri olan sevimli bir kızın töre cinayetleri üzerine yazdığı forum tiyatrosu türü bir oyun beni çok düşündürmüştü. Oyunda genç kadın kocasından geçimsizlik yüzünden ayrılmış ve yalnız başına yaşamaya karar vermiş. Ailesi bunu ilk anda hoş karşılamasa da babası ona elinden gelen desteği verir. Sorun kızın ailesinin bağlı olduğu aşirette düğümlenir. Babanın çevresindekiler, kızın yalnız başına oturmasına izin vermezler. O kadar ki babanın kızını özgür bırakması, onun ölüm fermanını imzalaması demektir. Gerçekten de Avrupa’nın ortasında yaşanan bu sorunları yaratan tek tek ailelerin tutuculuğundan çok, aşiret ilişkilerine değin uzanan kolektif zihniyet. Bu açıdan bu sorunları gündeme getirenlere genellikle yapılan eleştiri, bu sorunların istisna sorunlar olduğu ve göçmenlerin içinde sadece çok küçük bir kesimi kapsadığı eleştirisi yanlış. Din ve geleneklerle beslenen kolektif bellek, kadına hiçbir hak tanımayan bir zihniyeti iyice içselleştirmiş olmasa, bu tür olaylar da kolay kolay gerçekleşemez. C dizi TÜRBANLILAR ÜZERİNE 15 ŞUBAT 2008 CUMA ROLLERDEN KURTULMA OYUNU T Y D Dudu, ailesinin karşı çıkmasına rağmen üç yıl gizlice birlikte yaşadığı Alman Marcus’la evleniyor ‘Bu yaşam benim’ aftaya evleniyorum, düğünüme gelir miydiniz?” Dudu elime bir davetiye tutuşturdu. Konuşurken yüzündeki kaygı dikkatimi çekti. Yoksa istemediği biriyle mi evlendiriliyor? Göçmen kökenlilerin neredeyse hepsi Türkiye’den ithal gelin ve damat getiriyorlar, genellikle de kendi aratıcı yazma atölye çalışmalarında çeşitli gruplarla yaptığım bir oyunda herkes yaşamındaki çeşitli rolleri, sözgelimi öğrenci, işçi, kız evlat, abla, sosyal danışman, teknisyen, garson, satıcı, sporcu vb. ayrı ayrı kâğıtlara yazıyor. Sonra önemsizden önemliye doğru bir bir kâğıtları yere atarak rollerden kurtulmaya başlıyor. Bu psikolojik açıdan insanı zorlayan bir oyun. Şu şu rolü oynamaktan vazgeçersek, yaşamımız nasıl olurdu düşüncesi bile tedirgin edici. Ama oyunun kuralları çerçevesinde, rollerden bir bir kurtulmamız gerekiyor. Acaba en son hangi rol kalacak? Şimdiye değin göçmen gruplarıyla oynadığımız bu oyunun sonucunda hep şaşmaz bir biçimde aynı sonuç ortaya çıkıyor. En son kalan, en değerli rol ya kız evlat, oğul ya da ağabey, abla, kardeş rolleri. İşin ilginç yanı gençlerin içinde nişanlı ya da evli olanlarda bile aynı sonucun çıkması. aha da ilginci, nişanlı ya da evli olanlardan hiç de azımsanamayacak bir bölümü, daha ilk aşamada evli erkek/kadın ya da nişanlı rollerinden kolaylıkla vazgeçebiliyorlar. Bu sonuç aileye bağlılıktan çok, bağımlılığı gösteriyor. Aile, özgürleşme süreci içinde en büyük engel. Doğal ki bu ailenin yapısına ve gençlerin aldıkları eğitime ve yetiştirilme koşullarına göre değişiyor. Aile kırsal kesimden geliyorsa, değerler sistemi yıllar yılı ağır bir yük gibi taşıdıkları töreler ve geleneklerle koşullandırılmışsa, töre cinayetlerine değin uzanan trajik olaylar yaşanabiliyor. SELİN “Türkçe okumamın nedeni bilimiyle, sanatıyla, edebiyatıyla ‘Öteki Türkiye’yi’ keşfetmek. Almanya’da yaşadığım, bildiğim ‘Türk kültürünün’ ötesinde olanı. Almanya’daki göçmen kültürüyle sınırlandırılmış olan Türk imgesinin ötesinde olanı aramaktı amacım.” “H kasabalarından ya da köylerinden. Ama düşündüğüm gibi çıkmadı. Dudu’nun evleneceği genç Alman, adı Marcus. Şaşırdım. Acaba ailesi ne diyor bu işe? ‘BEN SEÇİMİMİ YAPTIM’ “Ya o ya da biz diyorlar. Ben seçimimi yaptım. Kararım kesin. Nasıl isterlerse öyle davranabilirler, onların bileceği iş.” Marcus üniversiteden arkadaşıymış, kimyada doktorasını yapıyormuş. Üç yıldır birlikte yaşıyorlarmış. Dudu anlattıkca, şaşkınlığım yerini hayranlığa bırakıyor. Göçmen kökenli birçok genç kız ya da erkek Alman bir arkadaşı olsa bile sonunda ailesinden kopmamak için yazgısına razı oluyor. O kadar ki, kızlar çoğu kez ilişkilerini gizlemek için, gizlice ameliyat olmaya bile razı oluyorlar. Başkaldıranlar da var kuşkusuz. Ama bunun ucu ölüme kadar gidebiliyor. Son yıllarda Almanya’da da birbirini izleyen töre cinayetleri bu baskının en uç noktasını oluşturuyor. ‘Kızım bir erkek gibi büyüyecek’ K ırşehir çevresindeki bir köyden geliyor Dudu’nun ailesi. Dudu sekiz çocuklu bir ailenin sonuncu çocuğu. Babası yetmişli yılların başında karısını ve dört kızını bırakıp tek başına gelmiş Almanya’ya. Thyssen’de makine işçisi olarak çalışmaya başlamış. Bu arada arka arkaya dört çocukları daha olmuş. Üstelik de Dudu dışında üç erkek çocuk. diyecek yok. Var mı bana yan bakan tavırlarıyla yürüyüşünde bile kabadayılık var. Annelerinin baş sorunu ise giderek ele avuca sığmaz bir hale gelen Dudu. Dudu’nun kardeşleriyle birlikte şurada burada sürtüp bir kız çocuğun yapması gereken görevleri kaytarması can sıkıcı; bir şey söylemeyedursun, hemen de dikleniveriyor, erkek gibi. Ne olacak bunun hali böyle? Nasıl koca bulacak ilerde? Ama babaları Dudu ile ilgili tek olumsuz söz bile duymak istemiyor. Dudu onun bir tanecik akıllı kızı, okuyacak, adam olacak, bir meslek tutacak, anne ve babası gibi sürünmeyecek. Kazanılan ve yitirilen düşler ugün Dudu Marcus’la birlikte küçücük bir evde yaşıyor. Çok mutlu. Marcus bambaşka bir insan. Onu hiçbir konuda kısıtlamadığı gibi kadın erkek ayrımcılığına da karşı. Ona göre kadının sadece ev işleriyle ya da çocuklarla uğraşması yanlış. Her şey ortak olmalı, hele kadın da çalışıyorsa, günlük ev işlerinden çocuk bakımına değin sorunluluklar paylaşılmalı. Ev işlerini paylaşıyorlar. Biri yemek pişiriyorsa, öteki ortalığı topluyor. Birlikte dünyanın güzeli yemekler pişiriyorlar. Ama annesi... Annesinden söz ederken Dudu’nun gözleri doluyor. Annesi bir kez bile ayak basmadı ki onun evine. Nasıl dayadığını, döşediğini bile görmedi. “Benim evimi bir Alman evi gibi görüyor, bir yabancı evi” diyor hüzünle. “Bana yemeğe gelirse, ona domuz eti vereceğimi sanıyor. Bir Alman gördü mü, hemen domuz kokusu alır ya. En kötüsü böyle ileri geri konuşarak babamı da etkilemesi.” Babası da daha Dudu’lara gitmemiş. Ama şu sırada Türkiye’de, döner dönmez gelecek. Söz vermiş bile. Dudu babasının geleceğini biliyor. Dudu gözyaşları içinde annesi ve babasından söz ederken, bu evlilikle birlikte ailede açılan yaranın daha kapanmamış olduğunu anlıyorum. Gerçi düğün yapılmış, çocukların evlenmesi kabul edilmiş ama yalnızca görünüşte. İçten içe kanayan bir yara var. B DUDU OKUYACAK Baba Dudu’yu da Almanya’da doğan diğer erkek çocuklarıyla birlikte erkek gibi yetiştiriyor. Dudu’nun onlarla oynamadığı oyun yok, futbol, boks maçı, dahası karatede abilerini bile geçiyor. Önemli olan babasının çocuklar arasında ayrımcılık yapmaması. Erkek çocuklarına tanıdığı bütün hakları Dudu’ya da tanıması. Dudu bunun bir ayrıcalık olduğunun ayırdında. Çünkü ablalarına böyle bir hak tanınmamış. Sürekli gözetim altında yetişmişler kızlar, değil öyle akıllarına estiğinde dışarı çıkmak, arkadaşlarla dolaşmaları, okuldaki yüzme ve spor derslerine gitmeleri bile engellenmiş. Yaşları gelince de uygun biriyle evlendirilmişler. Böylece ablaların yolu daha baştan çizilmiş. Bir yazgı gibi. Dudu kararlı. Annesi ya da ablaları gibi hemen evlenip çoluk çocuğa karışmayacak. Okumak istiyor, adam gibi bir mesleği olmalı, para kazanmalı, kendi ayaklarının üstünde durmalı. ‘EVİNİN KIZI OLSUN’ Anne tutucu, geleneklere bağlı, kapalı bir getto söyleminin içinde kilitlenip kalmış. Anneye göre yaban ellerde bizleri tutan tek değer gelenekler, aile, akrabalar, konu komşu... Gördüğüyle, bildiğiyle yetinmeyecek de ne olacak? Duisburg’daki Türklerin yaşadığı yerleşim bölgesinde, onca akrabanın ve tanıdığın arasında evinde gibi duyumsuyor kendini. Bu açıdan onun için önemli olan Dudu’nun evinin kızı olması. Yok, okulda başarılıymış, çok kitap okuyormuş, ilerde bir mesleği olacakmış, hiçbir şey söylemiyor ona. Okuyacak da ne olacak, sonunda Alman karılarına mı benzeyecek? Dudu’nun yabancı bir toplumda yalnız geleneklere ve alışkanlıklara değil, kendisine de yabancılaşmasından korkuyor anne. Dudu’dan korkuyor. ‘Marcus’la evleneceğim’ G ene de Dudu ailesine üç yıl gizlice birlikte yaşadıktan sonra Marcus’la evlenmek istediğini söylediğinde, ailenin bunu kabul etmesi kolay olmamış. Annesi ve Ali abi kıyameti koparıyorlar. Dinsizlik, imansızlıkla suçluyorlar Dudu’yu. Onlara göre gâvurluğun daniskasıymış Dudu’nun yaptığı. Hoş olacağı buydu ya. Kız kısmını böyle başı boş bırakırsan, ağzının payını da alırsın işte. Perşembenin geleceği çarşambadan belli değil miydi? Dudu’nun bu işe canı çok sıkılıyor ama çiğnenmekten sakız olmuş sözlere göre düzenleyecek değil ki yaşamını. Belki de onu en etkileyen Marcus’un ailesinin ona gösterdiği yakınlık. Onlar da ilk anda Marcus’un Dudu’yla evlenmek istemesini kuşkuyla karşılamışlar. Özellikle Marcus’un annesi dindar, dileği nikâhın kilisede yapılması. Ama Dudu, “Benim ailem Marcus’un Müslüman olmasını istese, bir de imam nikâhı kıyılması için diretse, kabul eder miydiniz” diye sorunca, anne bu konuda ısrar etmenin anlamsızlığını kavrıyor. Dudu’ya göre kilisede evlenme de sorun değil, sonuçta Müslümanlar da Hıristiyanlar da dinleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun aynı Tanrıya inanmıyorlar mı? Ama haklı olarak ailesinin buna göstereceği tepkiden korkuyor. Sonuçta yeterince düş kırıklığına uğratmış ailesini. Bir de yangına körükle girmenin anlamı ne? Marcus’un ailesiyle açık açık konuşabiliyor Dudu, aynı görüşte olmasalar bile. Nitekim Marcus Dudu’yla evlenmek istediğini söylediğinde, herkes onun kararına saygı gösteriyor. Oysa Dudu bu kararın onlar için de kolay olmadığını biliyor. Kendi ailesiyle, özellikle de annesiyle böyle bir diyaloğunun olmasını ne kadar çok isterdi. Dudu’nun bir Almanla evlenmesi konu komşu herkesin ağızında. Kim bu Marcus, neyin nesi, soyu sopu kim, anası kim, babası kimdi, nereden buldu bu kız bunu, acaba sünnetli midir, acaba Müslüman olacak mı, parası pulu var mı, çocukları olursa Alman mı olacak gibi... Ama fısıltı gazetesine kulak asmıyor Dudu. Kimin ne dediği, ne düşündüğü umurunda değil. Önemli olan kendi yaşamı, kendi mutluluğu. Buna da kimsenin karışmaya hakkı yok. ‘TÜRKÇEYİ HACILARIN HOCALARIN ELİNDEN KURTARMALI’ Öğrencilik yaşamından memnun Dudu. Türkçe öğrenimine başladıktan bir süre sonra, bildiğini sandığı yarımyamalak Türkçenin ayırdına varıyor. Okuldayken Türkçe dersi diye din dersi verilirmiş ya da dinsel filmler gösterilirmiş çocuklara. Onun için de pek öğrenememiş. Şimdi eksiklerini kapamak için çaba harcıyor. Günün birinde iyi bir öğretmen olmalı. Türkçeyi hacıların hocaların elinden kurtarmalı. Yükseköğretim yaşama bakışını değiştirmiş. Her gördüğüne inanmamayı, bir sorunun nedenlerini çeşitli boyutlarıyla araştırmayı, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi öğrenimi sırasında edindiğini söylüyor. Sonuçta insanı biçimlendiren çevresi. Bir işçi ailesinin çocuklarına sağlayabileceği olanaklarsa ister istemez kısıtlı. Bu açıdan sağlam bir öğrenimin özellikle işçi kesiminden gelenlere yepyeni bir dünya açabileceğine inanıyor. Göçmen çocukların pek çoğu geleneklerle örülü bir dünyanın dışına çıkamadıklarından, onlara elinden geldiğince yardım elini uzatmak istiyor Dudu. Kendisinin gelenek kıskacı içinde yok olmamasını sağlayan babası ve erkek kardeşleri olmuştu, ama herkesin böyle bir şansı olmayacağını da pekâlâ biliyor. Öte yandan ‘ağaç yaşken eğildiğine’ göre, çok güç koşullarda yetişmiş olan insanlara bile, iyi bir öğretmenin yepyeni dünyalar açabileceğine inanıyor. Dileği bunu başarabilmek. Ama bunun için daha çok çalışması gerekiyor. AİLEDEKİ ÇATIŞMA Dudu’nun tek derdi annesi ve büyük abisi. Ali abi bir baş belası. Astığı astık kestiği kestik. Tipik bir despot. Kendisinden dört yaş küçük olan Dudu’ya takmış durumda: “Kız kısmı erkeklerle top mu koştururmuş, ulan futbolcu mu olacaksın?” “Kazık kadar olmuşsun be, mini etekle dolaşmaya utanmıyor musun?” Annesi gözbebeği Ali’yi şımarttıkça, Ali de kurbağa gibi şiştikçe şişiyor, çoğalıyor, her yer Ali’lerle dolup taşıyor. Cakasına ‘YA BABAM OLMASAYDI’ Babası onun için kolay olmasa da, yabancı bir toplumda yaşamanın getirdiği kaygıları zamanla aşmayı başarmış. İyi kötü ayak uydurmuş Almanya’daki yaşama. Sürüyle iş arkadaşı var. Anneden farklı bir çevrede. İnsanı değiştiren de sonunda çevresi değil mi! Dudu her şeyini babasına borçlu. Babası olmasa, onun da yaşamı ablaları gibi olurdu. B İ T T İ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle