Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 OCAK 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Sanata, sanatçıya inançla, saygıyla, sevgiyle dönen yüzler ise aydınlanmanın umut ışıkları C 15 2007’den izlenimler... Bernard Shaw, “Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı” der. Sanatçı olmak bir ayrıcalık. Türkiye’de iğneyle kuyu kazarak yapılıyor sanat. Sanata, sanatçıya inançla, sevgiyle, saygıyla dönen yüzlerse aydınlanmanın umut ışıkları. li ve de geçici olduğu yönünde. Getireceği rant düşünüldüğünde, Kongre Vadisi kolay uykuya bırakılacak bir proje olmasa gerek... 2007 yılının olumsuzluklar zincirinde son halka Şehir Tiyatroları’na “ihale ile sanatçı alımı” ilanı oldu. Şaşırtıcı olmanın ötesinde, belediye bürokrasisi açısından umursamaz, sanatçı açısından önemle sorgulanması gereken bir yaklaşım sergiliyordu ‘ihale’ ve ‘sanatçı’ sözcüklerinin yan yana gelmesi. Böylelikle ciddi bir yanlışın altı da çiziliyordu: Şehir Tiyatroları bütçesinin iki yıl önce katma bütçeden çıkarılarak genel bütçeye geçmesi bu kurumda bundan sonrası için de benzeri olumsuzluklara gebe tehlikeli bir yapılaşmanın işaretini veriyor. Neden bu geçişin önü kesilemedi ve Şehir Tiyatroları’nın belediyenin onca müdürlüklerinden biri olmadığı/olamayacağı izah edilmedi? Giderek büyüyecek bir sorun kuşkusuz. E ARTILARDAN BİRKAÇ ÖRNEK Özel Tiyatrolara Devlet Desteği ile ilgili olarak hemen her yıl yaşanan tartışmalar, geride bıraktığımız yıl, sistemin, kurulların, dağıtım ölçütlerinin ileriye dönük olarak yeniden ele alınmasını kaçınılmaz kılıyordu. Tabii ki hoşluklar da yaşandı 2007’de. Keyifli oyunlar izlendi. Genç tiyatrocular rüzgârı arkalarına aldılar. Alternatif mekânlarda ilgi çeken yapımlar sergilediler. Tüm sorunlara rağmen sanki tiyatro trafiğinde bir canlanma yaşanıyor. 2008’e umutla bakıyorum bu bağlamda. Bu yıl yapılacak Tiyatro Festivali’ne gönderilen onlarca proje de umutlarımı destekliyor. Garajistanbul ve Santralistanbul çeşitli alanlarda üretimi destekleyen, yeni yaratı alanları açan sanat kurumları olarak hayatlarımıza girdiler... Lemi Bilgin, hakkında açılan tüm davalardan aklandı ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olarak görevinin başına döndü. Umarım 2005’te olduğu gibi yine politik oyunlarla yerinden edilmeye çalışılmaz. Genç Oyuncular 19571963 yılları arasında araştırmacı ve öncü çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çeken bir amatör tiyatro topluluğuydu. Bunun ötesinde, çağdaş tiyatromuzda bir köşe taşıydı. Neden? Bu sorunun yanıtını günümüzün genç tiyatrocuları Atila Alpöge’nin yazdığı ve 2007’nin son günlerinde çıkan “Hayat Ağacında Tavus 2007’yi düşünüyorum. Aklımın bir köşesine takılanlar genelde olumsuzluklar... Güzellikler yok mu? Tabii ki var, ama.... AKM yıkılacak mı, yıkılmayacak mı? Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi ‘Kongre Vadisi Projesi’ kapsamına alınacak mı alınmayacak mı gibi kentin kültür ve sanat yaşamı ile ilgili önemli tartışmalar uzun süre gündemi meşgul etti... Yıpratıcı bir süreçti bu ve sanatçılar, çeşitli meslek kuruluşları sahip çıktılar Cumhuriyetimizin, İstanbul’un en önemli kültürsanat simgelerinden biri olan AKM’ye. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuya uygar ve mantıklı yaklaşımı ise onarım seçeneğine öncelik tanıdı. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne gelince; yıkılacak gerekçesiyle sezon başlarken binasının kapısına kilit vuruluverdi. Olaylar bu noktaya gelene kadar Şehir Tiyatroları sanatçıları tarafından sağlam bir karşı duruş sergilendi mi? Bilmiyorum... Kırk altı yıllık tarihinde ilk kez 1 Ekim’de binanın ışıkları yanmadı... Muhsin Ertuğrul’un kemikleri sızlamıştır herhalde. Kasım ortasına gelindiğinde ise perdeler birden açıldı! Tabii ki sevindirici bir olay. Bu beklenmedik karar değişikliği geçici mi, kalıcı mı meçhul. Söylentiler çeşitKuşları Genç Oyuncular” adlı kitapta (Mitos Boyut Yayınları) bulacaklar kuşkusuz. 2007’nin en güzel olaylarından biri hiç kuşkusuz Kenter Tiyatrosu’nun kuruluşunun 45. yılını kutlamasıydı. 1959 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılarak İstanbul’a gelen ve Karaca Tiyatro’da oynadıkları “Salıncakta İki Kişi” ile seyirciyi adeta büyüleyen Yıldız ve Müşfik Kenter için Vedat Nedim Tör şöyle diyordu: “İstanbullular!.. Sevinin... Övünün... Bayram edin. Şehrimizin kültür kesafetini arttıran, sanat seviyesini yükselten iki artist kazandık: Kenter kardeşler... İki eliniz kanda da olsa, ne yapıp onları görmeye gidiniz!” 1962’de Kenter Tiyatrosu kurulmuştur artık. 1968’de, kendilerine ait bir tiyatro binasının, ilk özel tiyatro binasının yapımı için uğraşmaktadır Kenterler; “Yedi yıldır sürdürmekte olduğumuz tiyatro hizmetini genişletmek amacıyla bir tiyatro binası yaptırmaya karar verdik” der Yıldız Kenter. O günden bu yana o kadar güzel oyunlar izledik ki Kent Oyuncuları’ndan... Yitirdiklerimiz oldu Şükran Güngör, Kamran Yüce gibi... Gidenler oldu... Gelenler ve de kalanlar oldu... Bugün, başta Yıldız Kenter olmak üzere Kent Oyuncuları bayrağı özenle taşıyorlar ellinci yıllara doğru.... Bernard Shaw, “Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı” der. ‘Sanatçı’ olmak bir ayrıcalık. Türkiye’de iğneyle kuyu kazarak yapılıyor sanat. Sanata, sanatçıya inançla, saygıyla, sevgiyle dönen yüzler ise aydınlanmanın umut ışıkları. Öldüren, kültürel şiddettir... V Say ülkemizin ‘yakışığı’dır... Muhsine HELİMOĞLU YAVUZ emokrasinin istenen düzeyde gelişmediği; yönetsel, siyasal baskıların yoğun olduğu toplumlarda, insanlar çoğunlukla duygu, düşünce ve eleştirilerini, halkbiliminde adına “örtük transaksiyon” yani imalı iletişim denen bir yöntemle dolaylı olarak dile getirirler. Toplumun büyük bir kesimi de buna alışıktır. Fakat Fazıl Say gelişmiş bir birey, aydın sorumluluğu taşıyan yetkin bir sanatçı olarak, bu dolaylı yola hiç başvurmadan, bir koruyucu kalkanın ardına gizlenmeden, düşüncelerini, eleştirilerini doğrudan doğruya söylemiş, yani bir başka deyişle, ateşi çıplak elle tutup karanlığın üstüne fırlatıvermiştir. Ve dahası, üstüne ateş ve aydınlık düşenlerin, onu “elin yanar ha” yollu, korkutmaya, yıldırmaya yönelik naralanmaları karşısında, elindeki ateşi bırakıverme yerine, ikinci bir adım daha atarak, o ateşeaydınlığa daha da sıkı sarılmış ve onu çoğaltarak bir kez daha fırlatmıştır. Fazıl’ın çocukken yaşadığı, büyüyüp yetiştiği entelektüel, namuslu, tutarlı, aydın aile ortamını bilenler için, bu hiç de beklenmedik bir davranış değildir. Tam tersine, doğal bir nedensonuç ilişkisi olup, beklenen ve gerekli bir davranıştır. Onun kişiliği D “Karanlığa öyle kolayca teslim olacak değiliz” ni sanatçı yönü dışında tanımayanlar, çalgısını çalıp, parasını ve alkışını alıp her iktidar döneminde ön koltuğa oturmaya alışanlardan bekledikleri ve alışkın oldukları itaatkâr, “cici çocuk” davranışının tam tersine bir davranış biçimi gördükleri için, böylesine ürküye kapılıp en yukarıdan en aşağıya kadar yetkili yetkisiz, ilgili ilgisiz hep bir ağızdan, böylesine yüksek sesle “naralanmışlardır”. Oysa, sağduyuyla şöyle bir durup düşünebilseler görecekler ki gerçek sanatçının göstermesi gereken asıl tepki, sergilemesi gereken asıl tutum Fazıl’ınkidir. Ayrıca bu tepkiye bir de “biçem ve anlambilim” açısından bakmak gerekir. Şöyle ki: Eğer Fazıl yalnızca “çeker giderim” deseydi, bu karşı tarafı pek fazla irkiltmez, hatta memnun bile ederdi. Zaten bir bakıma istenen de budur. Bu nedenle de hemen, giderse ardından teneke çalmaya hazırlanan, gönüllü ve çıkarcı “tenekeciler takımı” bu görevlerini yerine getirmeye başlamışlardır. “Demokrasiye saygılı ol, farklılıklarla yaşamasını öğren, hadi canım sana güle güle” gibi işi özünden saptıran, çapsız kalem söylemleri bunun tipik bir göstergesidir. Fakat Fazıl ikinci ve çok daha kararlı bir adım atarak, “Karanlığa öyle kolayca teslim olacak değiliz” dedi. İşte kar şı tarafta, asıl ürkü yaratan söylem de bu olmuştur. Daha da doğrusu, bu cümlenin “değiliz” sözcüğünün sonundaki “çoğul eki” olmuştur. O ek “değilim” şeklinde birinci tekil şahıs olsaydı, yine pek oralı olmayabilirlerdi. Ama o “birinci çoğul şahıs eki”, yani o “değiliz”deki “iz” eki, bilinçaltı bir ürküyü tetikledi. Çünkü, o “iz”deki “izler”in bir araya gelip, Fazıl’ın piyanosu eşliğinde, “karanlığa teslim olacak değiliz” türküleri söylemeleri olasılığı, bu ürküyü somutlaştırmıştır. Ki, bu türkü de işte şu anda bile artık söylenmektedir... ‘KRAL ÇIPLAK’ Sonuç olarak, Fazıl aydın sorumluluğu, yetkin sanatçı duyarlılığı, yürekliliği ve o hiç bozulmamasını dilediğim yüreğindeki, gözlerindeki çocuksu dürüstlüğüyle, öyle evirip çevirmeden “kral çıplak” demiştir. Gerçekten de çıplak olan krallar ve kraldan çok kralcılar da bu bıçak gibi kesici ve soğuk, bu çok doğru söylemin rüzgârı karşısında, iliklerine kadar üşümektedirler. Yani özetle, bir “kral çıplak” saptamasıyla ve bir “kral üşümesi” olgusuyla karşı karşıyayız. Fazıl’a gelince... O bizimdir ve ülkemizin yakışığıdır, gönüllerimizden başka hiçbir yere gidecek de değildir. erçekten hak etmedi. Kimse hak etmez aslında, doğru, ama yaşamını idam sehpasında yitirmiş babasının “pembelim” diye sevdiği Benazir Butto hiç hak etmedi. Yıllarca, yolsuzluk iddiasıyla yargılandıktan sonra uzun sürmüş bir sürgünden dönerek, bir iddiaya göre, Pervez Müşerref’le de anlaşarak, ülkesinin politik yaşamındaki yerini yeniden almak üzereyken öldürüldü. Kaybedilen elbette bir insanın yaşamıdır ama, hırs, politika tutkusu, güç isteği de havaya uçup gitmiş oldu böylelikle. Sadece bu değil, idam sehpasında ölmüş babaya verilmiş olan “adını asla unutturmayacağım” sözü de. Bir parlamentosu da olsa, özgür görünümlü bir seçim sistemi de bulunsa, Pakistan’da demokrasinin olmadığını elbette biliyorduk. Ama Pakistan’da var olan bu şiddetin demokrasi eksikliğiyle bir ilgisi yok. En demokratik bilinen ülkelerde de şiddet olduğunu bilmeyen mi var? Her demokrasi olmayan yerde şiddet olur inancı da elbette doğru değil. Korkmadan, ikiyüzlülük yapmadan konuşalım. Şiddet, kim ne derse desin, her şeyden önce kültürel bir olgu. Kimi toplumlarda, dininde, geleneğinde, göreneğinde var olan şiddeti, göstermelik bir demokraside politik şiddete dönüştürmek çok kolay. Pakistan’da da olan budur. Demokrasinin tek tek bireylerin özümsemesi gereken bir olgu olduğunu kavrayamadı Pakistan benzeri ülkelerin halkları. Pakistan ya da benzeri ülkeler, demokrasinin seçim sandığıyla ilgisinin olmadığını kanıtlayan ülkeler aslında. Tartışma kültürünün olmadığı, geleneğin, göreneğin, tartışmadan çok itaat’e vurgu yaptığı toplumlarda, itiraz, bu değerlere ilişkin en küçük sapma bahane edilerek, şiddet yoluyla, toplumun elit’ine yönelebiliyor. Butto, elbette siyasi hesaplar da gözetilerek, ortadan kaldırılmış bir elit’tir. Elitliği, eski bir başbakan kızı olmasından, politikada güçlü etkileri olan bir aileye mensup bulunmasından, ülkesinin en iyi okullarının yanı sıra, yurtdışında eğitim almasından geliyor elbette. Bunlar aynı zamanda entelijensiyaya mensubiyetinin de göstergesiydi. Siyasal şiddet için bu anlamda çok iyi bir hedefti Butto. Pervez Müşerref’in, sonradan vazgeçmek zorunda kalsa da, seçimleri yaptırmama kararı, ülkeyi olağanüstü halle yönetme girişimi, “toplumun demokrasiye hazır olmadığı” gerekçesinin G ürünüydü. Elbette her toplum, tam anlamıyla işleyen bir demokrasiye layıktır ya da hazırdır, ama birkaç ay sonra yapılacak seçimlerde, belki de iktidara gelemeyecek olan bir politik figürü ortadan kaldıran şiddete bakınca, Müşerref haklıdır demek mümkün. Elindeki oy pusulasının, tuttuğu bıçaktan ya da üzerine kuşandığı bombadan daha etkisiz olduğuna inandırılmış birey için, demokrasi elbette bir oyun. Buna ideolojik, dini bir itiraz da eklendi mi, şiddet, kendi mecrasında, yani, onu doğuran kültürel ortam içinde ilerler, gidip ülkesinin elit’ini bulur. Yani bir hayli kanlı bir oyun. Giydiği geleneksel kıyafetin, Pakistan toplumunun kodlarına duyduğu saygıyla bir ilgisi vardı Benazir Butto’nun. Ama, batının yaşam biçimini, yurtdışında yaşadığı yıllarda bir hayli özümsemiş olduğu biliniyor. Batının sosyal alandaki “modern değerlerini” kendi toplumuna taşımak mücadelesinden, şartların farkında olduğu için tabii ki, uzaktı. Pakistan’a taşımayı hedeflediği, Batı’ya ait olan tek olgu, ülkesine getireceğini vaat ettiği demokrasiydi. İnandığı demokrasinin Pakistan’a uyacağını düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Ancak, Müşerref’in son “darbe içinde darbe” girişimine karşı, çok yüreklice çıkışları olduğu hatırlanırsa, bu demokrasi inancında kararlıydı. Sadece kendisi için bile olsa. Bıçak, pala kültürünün, düğünlerde bile kendine yer bulabildiği Pakistan’da, kır yoksulu, belki de kendi yaşam tarzına tehdit gibi gördüğü için, ülkeyi karıştırmak isteyen emperyal güçlerin piyonu olduğunun da farkına varamayarak, intihar bombacısı olup, Benazir Butto’yu ortadan kaldırdı. Ona da “Pakistan seninle gurur duyuyor” diyenler mutlaka vardır. Saldırganın, kendi bedenini de parçaladığı için duyamayacağı bu slogan mutlaka işe yarayacaktır. Kendisi de “gurur duyulacak” bir iş yapmaya hazırlanan yeni yetmenin kulağına gitmesi yeterlidir, anlamak için. Ülkesindeki, kültürel şiddetin, politik şiddet kılığında yok ettiği, güzel bir kadındı Benazir Butto. Birkaç ay önce, tecavüze uğradığı halde, tecavüzcüleri serbest bırakılan, kendisi ise hapse mahkum edilen bir başka kültürel şiddet kurbanı Pakistanlı hemcinsiyle aynı kaderi paylaşmış oldu. Hak etmedi. Çok ama çok yazık gerçekten. kemalerdemol@yahoo.co.uk FAZIL SAY’IN BABASI AHMET SAY ‘Gerçekleri dile getirdi’ Selda GÜNEYSU ANKARA Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say’ın babası Ahmet Say, ülkedeki sanat eğitiminde yaşanan eksikliklerin ilk kez oğlunun yaptığı açıklamalarla dile getirildiğini vurguladı. Say, “Fazıl sözlerinde çok haklı. Fazıl’ın sözlerinin üzerine çok şey söylendi, çok tartışıldı. Unutulmamalıdır ki Fazıl’ın sözleriyle ilk kez ülkede sanat eğitiminde yaşanan eksiklikler dile geldi” dedi. Ahmet Say, Cumhuriyet’e yaptığı açıklamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüyle birlikte ülkede, birçok alanda olduğu gibi kültür sanat alanında da bir karşıdevrim hareketinin yaşandığını kaydetti. Toplumların çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmasında sanat eğitiminin çok önemli yer tuttuğunu vurgulayan Say, AKP’li İstanbul milletvekili Osman Yağmurdereli’nin, bir televizyon kanalında oğluyla ilgili söylediği sözlerle ilgili olarak, “Osman Yağmurdereli’yi muhatap kabul etmiyorum. Bu yüzden onun sözleriyle ilgili bir yorumda bulunmak dahi istemiyorum” dedi. Ahmet Say, şöyle devam etti: “Fazıl’ın da dile getirdiği gibi ülkede müzik eğitimi son yıllarda maalesef gerileme kaydetmiştir. Zaten Fazıl’ın açıklamalarından sonra Müzik Eğitimcileri Derneği (MÜZED) Genel Başkanı Refik Saydam, rakamlarla durumu açıkça ortaya koydu.” debiyat eleştirisinin anayurdunun üniversiteler olması gerektiğine inanageldim. Birer araştırma kurumu olan üniversitelerde, eleştiri çalışmaları için gereken zaman ve olanakların daha kolaylıkla elde edilebileceği kuşkusuz. Ne ki, yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet tarihimiz boyunca edebiyat alanında iz bırakan eleştirmenler çoğunlukla üniversite dışından, sanat ve edebiyat çevrelerinin doğrudan içinden çıktılar. Ataç, Fethi Naci, Memet Fuat, Asım Bezirci, Mehmet H. Doğan, Doğan Hızlan, Füsun Akatlı, Semih Gümüş... böyle örneklerdi. Şiir gibi daha özel bir alanda eleştiri yetersizliği ise kimi şairlerimizi eleştiri yazıları, hatta kitapları yazmaya yöneltti. Üniversite kaynaklı eleştirmenler arasında Berna Moran, Jale Parla gibi isimler çağdaş eleştirimize önemli katkılar getirseler de eleştirinin nabzı üniversitelerin dışında attı durdu. ??? Birkaç yıl önce Elazığ’a gittiğimde Fırat Üniversitesi öğretim üyelerinden Tarık Özcan ve öğrencileriyle tanışmak beni çok mutlu etmişti. Üni E DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Nâzım Hikmet Üniversitede “1930’lardan Günümüze İngilizAmerikan Yayın Dünyasında Nâzım Hikmet İmajı”. Başak Ergil’in Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü’nde yüksek lisans tezi olarak kabul edilen bu çalışma, kapsamı yanında büyük şairimize akademik dünyadan bir bakış sunmasıyla da ilgi çekiyor. Başak Ergil, ancak bir üniversitede yapılabilecek bir çalışmaya girişerek ilk kez 1932’de ABD’de yayımlanan “The Bookman” dergisinde, “Türkiye’nin Komünist Şairi” başlığıyla yayımlanmış tanıtım yazısından başlayarak günümüze dek ABD, İngiltere ve Hindistan’da yayımlanan dergi ve kitapları teker teker ele alıp irdeliyor. Bu irdeleme, akademik yaklaşımın bir parçası olarak çeviri özelliklerinin yanı sıra yetmiş yıl boyunca değişen tarihsel ve toplumsal süreçlerin şairin versitenin Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’nda özellikle çağdaş şiirimiz üzerine çalışmalar yapılıyordu. Tarık Özcan’ın “Şiirin Kıyısında Bir Ömür Nurullah Ataç” adlı inceleme kitabını büyük bir beğeniyle okumuştum. Sonra “Şair ve Sözün Mahşeri Oktay Rifat” adlı bir kitabı daha yayımlandı. Öğrencileriyle de günümüz şiirinin önde gelen adlarının incelendiği tezler gerçekleştiriyordu. Böyle örnekler elbette sayıları yüze yaklaşan üniversitelerimiz düşünüldüğünde çok yetersiz. Nasıl fen bilimlerinde üniversitesanayi işbirliği yaygınlaşıp verimli ortaklıklar gerçekleşiyorsa edebiyat alanında da üniversitelerin daha doğrudan etkinlikler içinde olması beklenir. ??? Geçen günlerde Nâzım Hikmet Vakfı’nca yeni bir kitap yayımlandı: alımlanmasında yol açtığı değişiklikleri ortaya çıkarmasıyla da değer kazanıyor. Görüyoruz ki, Nâzım Hikmet şiiri, ideolojik yaklaşımların ortadan kalkmasıyla yaklaşım farklılıklarına uğrasa da, dünya ölçeğinde önemini sürdürmüştür. Ancak bu önem sürerken, özellikle de 100. doğum yılında yeni yeni kitapları yayımlanırken, ideolojik yaklaşımların bu kez tam tersi yönde, onu siyasal düşüncelerinden soyutlayıp, hatta siyasal temaların şiirini olumsuz yönde etkilediği öne sürülerek, yalnızca lirik bir aşk şairi olarak tanımlama çabalarıyla ortaya çıktığını görüyoruz. Başak Ergil, titiz bir incelemeci tutumuyla, çevirmenlerin sözcük seçimlerinden kitapların kapak düzenlemelerine, önsözlerde verilen bilgilerden seçilen şiirlere bütün bu özellikleri ele alarak şairimizin yıllar içinde değişen imajını sergiliyor. Nâzım Hikmet üzerine yazılmış bu heyecan verici kitabın, üniversitelerimizle edebiyat dünyamız arasında yeni buluşmaların habercisi olmasını dilerim. turgay@fisekci.com ‘DİNCİ BASINI UMURSAMIYORUM’ Oğlu Fazıl Say’ın doğruları dile getirdiği için bazı çevrelerin tepkisiyle karşılaştığını anlatan Say, dinci basında oğlu ile ilgili yer alan haberleri de “umursamadığını” dile getirdi: “Bazı basın organlarında Fazıl ile ilgili açıklamalar doğruları yansıtmıyor. Onlar sadece saldırganlıkla bir yerlere varabileceklerini sanıyorlar. Ancak saldırganlıkla bir yerlere varılmaz” diyen Say, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bugün nesnel gerçeklik neyse onun tartışılması gerekir. Unutulmamalıdır ki Fazıl’ın sözleriyle ilk kez ülkede sanat eğitiminde yaşanan eksiklikler dile geldi. Böylece insanlar ilk kez sanat eğitimini tartıştı. Fazıl’ın ülkenin ortaçağ karanlığına doğru sürüklendiği şeklindeki sözleri de gerçekleri yansıtıyor.”