28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Bir Napoli hazinesi... Siz de Sophia Loren hayranı mısınız? O halde Saga Collection’ın çıkardığı beş filmlik özel sette, Akdeniz ikonunu bir kez daha izleyebilirsiniz. Sette, oyuncunun yaşamöyküsü ile ünlü yönetmen ve oyuncuların Loren’e ilişkin anlatımları da var… C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 4 OCAK 2008 CUMA AB Kimlerin İfade Özgürlüğünü Savunuyor? dialarını reddettiler, haber kaynaklarını da açıklamadılar. Avrupa Gazeteciler Federasyonu da, suçlamanın yasal bakımdan temelsiz olduğundan hareketle gazeteciyi destekledi. Peki, AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı, basın ve ifade özgürlüğünü savundu mu? Hayır. Avrupa Parlamentosu temel değerleri savunmak yerine ezici çoğunlukla konunun kapatılmasına karar verdi. Demokrasi ve şeffaflığın, Avrupa değerlerinin garantisi olan Brüksel’deki Adalet Divanı da Hans Martin Tillack’ın el konulan arşivinin geri verilmesi yolundaki talebini reddetti. Avrupa Gazeteciler Federasyonu’na göre, Adalet Divanı’nın bu kararı basın özgürlüğü için tehdit oluşturmakta. Peki AB gazetecilerin değilse kimlerin ifade özgürlüğünü savunuyor? Alman gazeteci, Adalet Divanı’nın sonuç alamayınca Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvurdu. AİHM, kasım ayında gazeteciyui haklı bularak Belçika’yı 40 bin Euro tazminat ödemeye mahküm etti. Avrupa Parlamentosu Bütçe Kontrol Komisyonu Başkan Vekili Nils Lundgren, olaydan şu sonuçları çıkarıyor: AB kurumları ifade özgürlüğü ve gazetecinin kaynağını açıklamama hakkından çok kendini koruma derdinde. Bazı konularda sesini yükselten memurlar işten atılıyor. Politikacılar tarafından atanan Adalet Divanı’nın, referanduma sunulmadan geçirilen AB Anayasası’nı, bürokratların arzusuna göre yorumlama olasılığı artıyor. Bu tehlikelere işaret eden İsveçli Nils Lundgren, bütün üye ülkeler için geçerli olacak bir basın yasası hazırlığında olan AB’nin bu niyetinden vazgeçirilmesi gerektiğini savunuyor. İsveç Yayıncılar Birliği Başkanı Stig Fredriksson da İsveç Basın Yasası’nın AB’ne uyum sağlayacak şekilde değiştirilmesi halinde, siyasi iktidarların medya üzerinde denetim olanağının artacağı görüşünde. AB üyesi ülkelerde bile hem medya mensupları hem de siyasiler arasında gelişmeden huzursuz olanlar seslerini yükseltiyor. Türkiye ise Sarkozy’e kilitlenmiş durumda. Nils Lundgren’in sözleriyle noktalayalım: Medyanın projektörlerini biraz da AB’nin demokrasi ve şeffaf toplumla ilgili politikalarına çevirmeli. Şeffaf toplum düşmanları Brüksel’de de var. osman.ikiz?tele2.se aga Collection, Napoliten kültürünün sıcaklığını, canlılığını, gücünü taşıyan, Akdeniz’in ikonası, cinsellik simgesi, unutulmaz oyuncu Sophia Loren’in “Boccaccio 70”, “Dün Bugün Yarın”, “İtalyan Usulü Evlilik”, “Özel Bir Gün”, “Sophia’nın Peşinde” filmlerini içeren bir set çıkardı. Bu özel set, 14 yaşında gösteri dünyasına adım atan, başta annesinin sonra yapımcı Carlo Ponti’nin yol göstermesiyle adını duyuran, Vittorio De Sica’nın unutulmaz filmleriyle uluslararası bir üne kavuşan, Marcello Mastroianni’ye 13 kez rol arkadaşlığı yapan, Ettore Scola’nın benzersiz antifaşist çalışmasında oynayan Sophia Loren’in 2. Dünya Savaşı’nın uç verdiği yılların çaresizliğinden yıldızlığa uzanan öyküsünü içeriyor. 20 Eylül 1934’te Roma’daki Santa Margherita Hastanesi’nin yoksul koğuşunda, hep oyuncu olmayı düşlemiş yetenekli güzel piyanist Romilda Villani’nin evlilik dışı kızı olarak doğdu. Mühendis babası Riccardo Scicolone, annesi Romilda’yla hiç evlenmedi. Annesinin büyüttüğü Sophia, sekiz kişilik ailesiyle birlikte birçok kiracının yaşadığı ucuz bir apartmanda büyüdü. Aile bireylerinin tümünün çalışmasına karşın 1943’te Napoli’nin bombalanmasıyla aile daha da yoksullaştı. Sophia ileriki yıllarda yoksul büyümenin onu güçlü kıldığını, çocukluğuna ve Napoli’ye çok şey borçlu olduğunu sık sık anımsayacak ve dillendirecekti. Annesi 14 yaşına dek Sophia’nın serpilip güzelleşmesini bekledi, sonra da “Şimdi Roma’ya gidip sinema cangılıyla yüzleşebiliriz” diyerek onu Cinecitta’ya götürdü. Filmlerde dolgun göğüslerini açarak figüranlık yaptığında 16 yaşındaydı. 1951’de bir güzellik yarışmasın S da ünlü yapımcı Carlo Ponti ile tanıştı. Ponti’nin rehberliğindeki Sophia ellilerin İtalyası’nın yıldızı olacaktı. O yolların ortalarında Ponti’nin isteğiyle Hollywood’da çalışmaya başladı. De Sica’nın La Ciociara’sındaki (İki Kadın/1960), kızını savaşın kötülüklerinden korumaya çalışan anne rolü ona Oscar getirdi. Sophia’nın yaşamında annesinin dışında üç erkek çok etkili oldu: Ponti, De Sica, Mastroianni. Tanıştıklarında Sophia 16, Ponti 40 yaşındaydı. Onlar sonra babakız, karıkoca, oyuncuyapımcı, işyaşam arkadaşı, sevgili oldular. Sevgide dış güzelliğin hiç de yeterli olmadığını bilen Sophia “Carlo’ya rastlamadan önce her erkeğin Sophia’sıydım, onunla ancak huzuru buldum, eksiksiz bir kadın oldum” diyordu. Ponti, Sophia’yı perdede ölümsüzleştirense, ona yakışan en iyi rolleri veren de Vittorio De Sica’ydı. Sophia’nın görkemli fiziğiyle, alışılmışın dışındaki güzelliğini en iyi De Sica görüntülemiş, en gerçekçi, etkileyici yorumlarını onun filmlerinde çıkarmıştı. Marcello Mastroianni’yle birlikte bu üç adam eğer yaşamında olmasalardı Sophia Loren yine ünlü bir yıldız olacaktı, ama bu denli kalıcı filmlerde yer alabilecek miydi? Yanıtı oyunculuğunda saklı elbette. Loren zeki, vefakâr bir kadındı, işini çok önemsedi, cinsellik abidesi olmaktansa gerçek oyuncu olmayı istedi. Sete herkesten önce geliyordu. Güçlü bir karakter olan Sophia anne olmayı çok istiyordu, hormonları yetersiz olduğu için dokuz ay kıpırdamadan yattı, gösterdiği sabırla iki erkek çocuk doğurdu. Altmışların en popüler yıldızıydı, annelikten ötürü çalışmalarını sey rekleştirse de Avrupa ve ABD’de film yapmayı sürdürdü. Yemek kitapları yazdı, mücevher, parfüm sektörüne yöneldi. 2007’de 72 yaşındayken yarı yaşındaki Penelope Cruz, Naomi Watts, Hilary Swank’la Pirelli takvimi için soyundu. “Sıradan bir oyuncu, sıradan bir anneyim ben. İnsanlar sanırım beni bu yüzden seviyorlar” diyen Sophia Loren, yaşamın zorluklarını, değerini bildiği için yorumlarında o denli inandırıcı oldu. Gelelim, Saga Collection setindeki filmlere... Boccaccio 70 (1961) De Sica, Federico Fellini, Luchino Visconti ve Mario Monicelli’nin dört sıra dışı öyküsüdür. Çekiliş bölümünü dünya sinemasının en önemli akımlarından İtalyan Yeni Gerçekçilik döneminin ünlü senaristi Cesare Zavattini yazmıştı. Kasabanın yerel lunaparkının atış standında çalışan Zoe’nin düşü yeterli parayı biriktirip özgür olmak, dilediği kişiyle evlenmektir. Bütün erkeklerin Zoe’nin peşinde olduğu kasabada büyük ikramiyeyi rahip Cruspett kazanır, ödülüyse Zoe ile bir gece geçirmektir. Çarpıcı fiziğine karşın dürüst, iyi kalpli Zoe’de Sophia Loren göz kamaştırıcıdır. Yabancı film Oscar’ını alan Dün Bugün Yarın (1964) filmi üç bölümden oluşur. Eduardo De Filippo’nun senaryosunu yazdığı Adelina’da kaçak sigara satıcısı Adelina tutukevine girmemek için sürekli gebe kalır. Romancı Alberto Moravia’nın Troppo Ricca’sından çekilen Anna’da Sophia, yoksul yazar Renzo (Mastroianni) ile flört eden zengin bir işadamının karısıdır. Senaryosunu Zavattini’nin yazdığı Mara’da yufka yürekli bir fahişedir. Mara’nın müşterisi Augus to’nun (Mastroianni) karşısında yaptığı striptiz dünya sinema tarihinin en ünlü striptiz sahnesi olur. Bu sahneyi Sophia ve Marcello, 31 yıl sonra Hazır Giyim’de (Robert Altman/1994) yeniden canlandırdılar, sahne yine unutulmazların arasına girdi. İtalyan Usulü Evlilik (Filumena Marturano/1964) yine Eduardo De Filippo’nun oyunundan uyarlanmıştır. Soylu, tembel Don Domenico’nun randevuevinden çıkardığı saf Filumena, Domenico’ya tutulur, onu karşılıksız bir aşkla sever. Adamsa onu her türlü işinde kullanır, pastanesinde çalıştırır, hasta annesine baktırır, evinde hizmetçi yapar. Scola’nın Özel Bir Gün’ünde (1977) bir faşistle evli, altı çocuklu, Mussolini hayranı Antonietta antifaşist, eşcinsel Gabriele (Mastroianni) ile bir gün geçirdikten sonra başkalaşır. Bu filmde her iki oyuncu da benzersiz yorumlar sunarlar. Sophia’nın Peşinde (Roberto Olla, Danila Sata/2004) belgeselinde Sophia’nın özgeçmişi, yaşam felsefesi, onunla yapılan söyleşiler, Ömer Şerif, Ettore Scola, Robert Altman’ın Sophia yorumları var. Şerif onun gerçek bir kadın olduğunu, ayaklarının yere bastığını, ütopyalara inanmadığını, sette herkesin adeta anası olduğunu belirtiyor. Filmlerin Özel Bölümler’inde ise sinema yazarı Atilla Dorsay’ın oyuncufilmlerle ilgili yorumları, Loren, De Sica, Mastroianni’nin filmografileri, fotoğraf galerileri yer alıyor. vrupa İnsan Hakları Mahkemesi Alman gazeteci Hans Martin Tillack tarafından açılan davada, Belçika’yı haksız bularak mahküm etti. Avrupa’daki gazetecilik örgütlerinin ve medyanın yakından izlediği davanın seyrine her zaman olduğu gibi Türk medyası ilgisiz kaldı. Oysa dava konusu olay ve gazetecinin maruz kaldığı baskılar, AB’nin temel değerlerle ilgili anlayışının ipuçlarını veriyor. AB Parlamentosu’nda bile, Brüksel’de şeffaf toplum düşmanlarının bulunduğunu düşünen, bunu açıkça ifade edenler varken, AB yanlısı Türk gazetecileri gözü kararmış kusur görmeyen karasevdalı aşıklar gibi Brüksel’e nüanslı yaklaşmayı beceremiyor. AB, siyasilerin yönettiği büyük bir proje. Tepeden tırnağa temiz olması olanaksız. Dünyanın bütün köşelerinde olduğu gibi orada da yolsuzluklar, çıkar çatışmaları var. Hepsi belgeleriyle medyaya yansıdı. Mekanizma sağlıklı çalıştığı sürece çürükleri ayıklayabiliyor ama ne kadar?… Acaba bu büyük projeyi yöneten ruh Avrupa değerlerine ne kadar bağlı? AB, demokratik şeffaf toplum, basın ve ifade özgürlüğünün garantisi mi? Garantisi olduğu söyleniyor ama yaşananlar pek de öyle olmadığı kuşkusunu uyandırıyor. Hans Martin Tillack’ın başından geçenler, Brüksel koridorlarında neler olup bittiğini yakından izlemenin gerekli olduğunu gösteren ciddi bir örnek. Medya örgütlerinin dramatik diye niteledikleri olayın seyrine bir bakalım: Belçika polisi 19 Mart 2004 sabaha karşı Stern dergisinin Brüksel muhabiri Hans Martin Tillack’in evini bastı. İki bilgisayar, dört cep telefonu ve 17 koliden oluşan bütün arşivine el koydu. Emniyete götürülerek 10 saat ifadesi alındı. Hans Martin Tillack’iın suçu neydi? Gazeteci, Eurostat adlı büro içinde dönen yolsuzluklarla, AB Yolsuzlukla Mücadele Bürosu (OLAF) hakkında makaleler yazmıştı. OLAF bu yüzden gazeteci hakkında Brüksel ve Hamburg savcılıklarına, yayımlanan belge ve bilgileri rüşvet yoluyla elde ettiği iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu. AB içindeki yolsuzluk yerine bu yolsuzluğun nasıl ortaya çıkarıldığıyla ilgilenen OLAF’ın şikayetini yasal bir temeli olmadığı gerekçesiyle Alman savcı işleme koymadı; buna karşılık Belçikalı savcı şikayetin üzerine atladı. Stern dergisinin yönetmeniyle, Hans Martin, rüşvet id A ANITKABİR DOLDU TAŞTI avramlar karışıp bulanıklaştığı, çoğu kez de özellikle bu duruma getirildiğinde, aslına başvurmak, güvenilir bir sözlüğe göz atmak iyi geliyor. Bunu bu kez “laik” ve “laiklik” (laisizm) kavramları konusunda yapmak istedim. Pek sevdiğim sözlüklerimden “Dictionnaire de la Langue Française”de (Hachette 1980), bizi ilgilendiren yönüyle “laic”in tanımı şöyle: (Dinsel yaşama karşıt olarak) sivil yaşama ilişkin olan. (Latince bir kökten gelen “sivil” kavramı, yurttaş, yurttaşlık anlamlarını içeriyor.) Yorumu bu bağlamıyla biraz daha derinleştirirsek, bizdeki yazılışıyla “laik”, sadece dinsel yetkeye değil, birey üstü bir başka yetkeye de bağımlı olmayan, bağımsız birey, özgür yurttaş demektir… Aynı sözlükte “laik kılmak, tüm dinsel niteliğini kaldırmak” cümlesinde tanımlanan “laiklik” kavramını da, yine aynı bağlamda yorumlayarak, bireyi sadece doğaüstü bir yetke karşısında değil, devlet ya da herhangi bir başka yetke karşısında da özgürleştirmek, bağımsız kılmak anlamlarıyla kavramak gerekir… Böyle bakınca da, laik eğitim, eğitimin laikleştirilmesi; onun sadece ve basitçe dinsellikten arındırılması değil, bu eğitimin, özgür akıl, özgür birey, özgür insan yetiştirmenin aracı, yöntemi olması demektir… K CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU ‘Laik’ ve ‘Laiklik’ Üzerine... anlayışla yönetmiştir. İslam ülkelerindeki durum da bunun benzeri olmuştur. Batı, sonraki yüzyıllardaki gelişimini, kilisenin egemenliğine son vererek sağlayabilmiştir. Bunu İslam toplumları içinde köklü biçimde başarabilen tek ülke, Batı toplumlarından birkaç yüz yıl sonra,Türkiye olmuştur. Şimdi ülkemizde yaşanmakta olan ise, laiklik karşısında kaybeden tarafın, kaybettiklerini birer birer geri alma savaşımında her an yeni bir alan daha kazanmakta oluşudur. ??? “Laik” ve “laiklik” kavramlarıyla oynamak, bu kavramları orasından burasından didikleyerek aşındırmak, Türkiye toplumunun canını dişine takarak başardığı ve ileriye götürmeye çalıştığı uygarlaşma çabasına karşı bilinçli bir ihanet değilse, akıl almaz bir bilinçsizlik, bağışlanamayacak bir sorumsuzluktur. Günümüz Türkiye’sinde aklın, bireyin, bütünüyle insanın özgürleşmesinin karşısında yer alan bir yaşam anlayışı siyasal erki elinde tutmaktadır. Bu siyasal erkin temsilcileri, insanlığın özgür bireylerden değil, kullardan oluştuğu inancındadır. Onlara göre en büyük, en tartışılmaz yetke, doğaüstü olandır. Özgür ve bağımsız olamayacak bireyin uyması gereken kurallar, doğaüstü yetkenin seçtiği ayrıcalıklı kişiler (ya da kişi) aracılığı ile bildirdiği buyrukların toplamıdır. Her şey, tek tek kişilerin kendi aralarında ve bu kişilerle toplum ve kurumları arasındaki ilişkiler, bu buyruklarca düzenlenir ve yönlendirilir. Kişisel bağımsızlık, özgürlük, araştırıcılık, akıl bağımsızlığı, ancak bu buyruklara uymak koşuluyla, onların sınırları içinde(belki) söz konusu olabilir. Ne kadar abartılı görünse de, durum budur. Kilise, Batı toplumlarını yüzyıllarca bu Bazı aydın çevrelerde bunun hemen her fırsatta yapıldığına tanık oluyoruz. Laikin ve laikliğin ne olduğu apaçık ortadadır. Laik kişi, akıl bağımsızlığına sahip, özgür kişilikli birey demektir. Laiklik ise, son zamanlardaki saptırmaca yorumlarla, devletin dinsel kurumlar üzerinden elini çekmesi ya da her türden dinsel inancı ve inançsızlığı güvence altına alması olmadığı gibi; bilinen ve en yaygın anlamıyla, din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılmasının ve dinin toplumsal kurumlar üstünde egemenliğine son verilmesinin de ötesinde, çok daha geniş anlamda bir uygarlaşma olgusudur… Yorum yapılacaksa, geriye doğru değil, ileriye doğru, bireyin sadece doğaüstü yetke karşısında değil, her türden toplumsalkurumsal baskı karşısında da özgürleşmesi yönünde yapılmalıdır… Ülkemizde son zamanlarda görülen ise, ne yazık ki, bilinen ve sıradan yobazlığın yanı başında, aydın taklidi yapan yeni yobazların da yüzeysel ve saptırmaca akıl yürütmelerle, gittikçe daha çok sayılarda yer almakta oluşlarıdır. Toplumun akıl sağlığının bütünüyle bozulmakta oluşunun başlıca nedenlerinden biri de ülkemizdeki bu aydın ilkesizliği ve kaypaklığıdır. Ata’yı 2007’de 12 milyon kişi ziyaret etti ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi huzuruna çıkanların sayısı 2007 yılında 12 milyon 661 bin 835 kişiye ulaştı. Rakam, 2006’da 8 milyon, bir önceki yıl ise 3 milyondu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’e sevgilerini sunmak için Anıtkabir’i ziyaret edenlerin sayısı her geçen yıl katlanarak artıyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesindeki Anıtkabir ziyaretçi sayısına ilişkin verilere göre, geçen yıl 12 milyon 661 bin 835 kişi Anıtkabir’i ziyaret etti. Anıtkabir’i 2004 yılında yaklaşık 2.5 milyon kişi ziyaret ederken 2005’te 3 milyon 801 bin 340 kişi, 2006’da ise 8 milyon 148 bin 452 kişi Ata’nın manevi huzuruna çıktı. Ziyaretçi sayısı geçen yıl da katlanarak artarken, ocak ayında 603 bin 190, şubat ayında 460 bin 288, mart ayında 509 bin 140, nisan ayında 1 milyon 74 bin 731, mayıs ayında 879 bin 766, haziran ayında 1 milyon 174 bin 278, temmuz ayında 1 milyon 392 bin 551, ağustos ayında 1 milyon 570 bin 802, eylül ayında 1 milyon 352 bin 717, ekim ayında 1 milyon 521 bin 997, kasım ayında 1 milyon 575 bin 154, aralık ayında da 547 bin 221 kişi Anıtkabir’i ziyaret etti. ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle