13 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C Kaydırmaca olaylar ve görüşler 18 OCAK 2008 CUMA MÜMTAZ SOYSAL ERKEZ BANKASI’nı İstanbul’a taşıma konusuna Başbakan’ın bakış tarzı hayli düşündürücüdür. Taşıma kararı zaten başlı başına düşündürücü de, konuya onun gibi müthiş bir ısrarla bakmak daha da düşündürücü, hatta endişe verici. Böyle bir karar niçin alınır? İstanbul’un ülkedeki en önemli ticaret ve bankacılık merkezi olduğunu göz önünde tutarak, “Madem bütün bankalar ve en başta yerli bankaların en büyüğü olan İş Bankası da Ankara’daki koca binasını bırakıp İstanbul’a gitti, Merkez Bankası niçin gitmesin?” diye düşünebilirsiniz. Aslında o bile, bankayı kuranın aynı zamanda Cumhuriyetin de kurucusu olduğunu ve o kuruluşun Kemalist Devrim’i ekonomik bir temele oturtmaktaki rolünü akla getirince şaşırtıcı olmuştu. Kaldı ki, Merkez Bankası devletin resmi bankasıdır ve yaptığı bankacılık işlevleri de özde öbürlerinkinden çok farklı, neredeyse devletin temel politikasıyla ilgili. Öbür bankaları taklit etmek ona yakışır mı? Eskiden olsaydı, belki ülkenin bankacılık kesimiyle ortaya çıkabilecek iletişim güçlüklerini hesaba katabilirdiniz. Ama, elektronik haberleşmenin, yazışmanın ve işlem yapmanın kavuştuğu olanaklar ışığında böyle bir gerekçenin hiçbir anlamı olamaz. Aksine, devletin ekonomi politikasında baş rolü oynayan bir kuruluşun öbür merkez kurumlarının yanından ayrılıp Bizans’ın ve Osmanlı’nın merkezine taşınması büsbütün yanlış değil midir? O zaman, niçin bu taşıma? Sorunun yanıtını Başbakan’ın tutumunda aramak daha doğru olabilir. “Niçin böyle bir karar aldırmıştır”dan da öteye, bu konuda niçin böyle ısrarlı, hatta dayatmacı, kırıcı ve meydan okuyucu olabilmektedir? Acaba böyle bir taşımaya önem verişinde “simgesel” olan, zihnindeki başka tasarımlarla bütünleşen bir yan mı var? Başbakan’ca başı çekilen siyasal akım mensuplarının bu Anadolu kentinden unutulmaz izler taşıyan bir Cumhuriyet konusundaki örtülü niyetleri bu tür soruların yanıtını da içerir gibidir. O bakış açısına göre, Ankara fazla “simgeleşmiştir” ve örtülü niyetlerin sahiplerince benimsenen inançların tam tersini temsil etmektedir. Merkez Bankası gibi önemli bir kurumun Ankara’dan koparılması Cumhuriyet kurumlarını dağıtmanın ve çok daha geniş kapsamlı bir “merkezkaç” hareketinin başlangıcı olamaz mı? Kısacası, bu taşıma kararı da Kemalist Cumhuriyeti ufalamanın, görkemini azaltmanın, devrimci anlamını görünmez kılmanın ve sonuçta onu büsbütün yıkmanın yeni adımlarından biri sayılırsa çok mu yanlış olur? Başbakan’ı böylesine hiddetlendiren ve küplere bindiren, galiba bu niyet üstündeki örtünün giderek iyice saydamlaşmakta olmasıdır. M in ve bilim yüzyıllar boyu çatışmış ve bilim haklı çıktıkça din adamlarının inanışları değişmek zorunda kalmıştır. Elbette bu değişim kolay olmamış ve birçok bilim adamı bu alanda can vermiştir. Rahip Giardino Bruno dünyanın canlı barındıran tek yer olmayabileceğini söylediği için yakılmıştır. Din ve bilim çatışması İslam dünyasında pek görülmemiş ve ağırlıklı olarak Hıristiyan dünyasında yaşanmıştır. Bu çatışmalarda öne çıkan bilim adamlarının birçoğu engizisyon mahkemelerinde can verirken bazen de Galile örneğinde olduğu gibi bilim adamının geri adım atması dayatılmış ve sağlanmıştır. Galile’nin buluşlarını geliştirerek sunduğu Kopernik ise İncil’de yazılanları çürüten buluşlarını içeren kitabı Papa’ya adayarak tepkileri azaltmak yolunu seçmiştir. Aynı görüşleri savunan Descartes ise İtalya ve Vatikan’dan uzakta durarak kendini emniyete almayı tercih etmiştir. Dinin bilimin üzerine bu kadar şiddetle gitmesi birçok düşünürün ilgisini çekmiş ve bu konuda Bertrand Russell 1935’te yazdığı Bilim ve Din isimli kitabında din ve bilim çatışmasını otorite ve gözlem çatışması olarak tanımlamıştır. Otorite elbette söylediklerinin sorgusuz olarak kabulünü beklerken, bilim adamı gözlemler yaparak bir sonuca ulaşmayı ve “neden” ve “nasıl” sorularına yanıt Ilımlı İslam ve Bilim D Prof. Dr. A. Özdemir AKTAN aramayı kendine iş edinmiştir. Bilim adamı kuşkucu olmalı, sürekli olarak kendine sorular sormalı ve bunlara yanıt aramalıdır. Bunları yaparken de her türlü dogmadan kendini arındırabilmelidir. Buna karşın din ise bir anlamda soru sormayı yasaklamakta ve söylenenlerin itirazsız kabulünü beklemektedir. Bu çatışmayı yatıştıran gelişme ise Vatikan’ın “Din dindir ve bilim ise bilim, ikisi ayrı ayrı değerlendirilmelidir” anlamına gelecek açıklamaları olmuş ve bir anlamda bilimde de laiklik kavramının yer alması gerektiği vurgulanmıştır. Batı toplumları içinde dindar olduğunu belirtenler arasında en yüksek oran %90 ile ABD’de bulunmuştur. İlginç olarak ABD’de dindar olduğunu belirten bilim adamlarının oranı ise %40’ta kalmıştır. Bilim adamları arasında ise en dindarlar matematikçiler (%65), en az dindar olanlar ise fizikçiler ve astronomi ile ilgilenen bilim adamları olmuştur (%22). Dindar olmayanlar mı bilime yöneliyorlar, yoksa bilim mi insanları dinden uzaklaştırmaktadır sorusunun yanıtı açık değildir. Ülkemizde ise Prof. Dr. Yılmaz Esmer yaptığı çalışmada seçmenlerin %60’ının “dindar” bir cumhurbaşkanı istediğini ve ayrıca AKP seçmeninin %59’unun, MHP seçmeninin %46’sının ve CHP seçmeninin ise %15’inin içinde bulunduğumuz dünyayı anlayabilmek için din kitaplarının bilimsel buluşlardan daha önemli olduğunu düşündüğünü göstermiştir. İslam Konferansı Örgütü’nü (İKO) oluşturan 57 ülkede 1.3 milyardan fazla insan yaşamaktadır. Bu ülkelerin arasında dünyanın en fakirleri bulunmaktadır ve yaklaşık yarısı gelişmekte olan ülkelerdir. Bu ülkelerden en zenginleri elbette körfez ülkeleridir. Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt ülkesel gelirin sadece %0.2’sini bilime ayırmaktadır. Bu ülkelerin silah alımına ayırdığı pay ise %7 civarındadır. Gelişmiş ülkelerde bilime ayrılan pay %2.3’tür. Türkiye’nin bilime ayırdığı oran da %1’in altındadır. 2003 yılında uluslararası bilimsel yayınlar incelendiğinde gelişmiş ülkelerde bir milyon nüfusa ortalama 137 yayın düşerken, İKO ortalaması 13 olarak bulunmuş ve İslam ülkeleri arasında bir milyon nüfusa 107 yayını geçen ülke olmamıştır. Uluslararası yayınlara bakıldığında Türkiye’den yapılan yayınların diğer İslam ülkelerinin yayınlarından farklı olarak fazla olduğu ve artış eğilimini de sürdürdüğü görülür. Türkiye en iyi 500 üniversite listesinde de farklı olarak öndedir. Yayın sayısı artan bir diğer İslam ülkesi ise İran olup, yayın sayısı Türki PENCERE RTE Hem Türbancı, Hem Faizci... adın sorunu insanlığın temel açmazlarından biridir...Atatürk, 1930’larda, Türkiye’de yaşayan ‘ağzı var, dili yok’ kadına oy hakkı sağlarken Fransa’da yalnız erkek oy verebiliyordu... 1923 Devrimi Cumhuriyet kadınına neler kazandırdı?.. Say say bitmez... Yinelemekte yarar var; kadın mirasta ikinci sınıftı, koca ‘boş ol’ dediği zaman evlilik noktalanıyordu, nafaka yoktu, cinsi latife dayak atılabiliyordu, erkeğe dört karı haktı... Kadın, Atatürk’ün laik Cumhuriyetiyle kölelikten insanlığa doğru yürüdü... ? Kadın bugün de erkeğe bağımlı mı bağımlı... Hayrünnisa, Abdullah’a bağımlı.. Emine, Recep’e bağımlı.. Türban erkek sorunu.. Bu erkek, egemen erkek... Ve kıskanç.. Kadını erkekten farklı, aşağı ve günah sayan ilkel ‘tahakküm’ fikriyle şartlanmış erkek, Afganistan’dan Türkiye’ye, İran’dan Sudan’a her coğrafyada bu işi Müslümanlık adına yaparak dinsel kisveye büründürüyor... Ve sonuçta türban ‘dinsel bir sembol’ içeriğini kazanıyor... ? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.. Anayasa Mahkemesi.. Danıştay.. İçerde ve dışarda yüksek mahkemelerin kararları açıklandı... Ne diyorlar?.. Türban, haç ya da kipa gibi dinsel ve dolayısıyla siyasal bir simge sayıldığından kamu alanında kullanılması laikliğe ve demokrasiye ters düşer... Ama karısına tesettür uygulayıp türban taktıran Başbakan kararlı... Ne diyor: Türban da türban... Peki, siz RTE’nin yerinde olsanız ne dersiniz, ne yaparsınız?.. ? RTE imamhatipte okumuş, kafası şartlanmış, kadınla erkeği eşit görmüyor, kadını günah sayıyor, tesettüre inanmış, siyasal yaşamını da bu yola adamış... İkinci kez seçimleri kazanıp Türkiye’nin başına oturan Recep Tayyip ilericilik mi yapsındı?.. Elbette karısının başına taktığı türbanı, yüksek mahkeme kararlarına karşın, tüm topluma dayatacaktır... ? RTE İstanbul Belediye Başkanı’yken ne demişti?.. “ Türkiye’de yaşayanların yüzde 99’u ‘elhamdülillah Müslüman’ olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99’un ‘elhamdülillah şeriatçıyım’ demesi lazım...” RTE eklemişti: “ Ben elhamdülillah şeriatçıyım; şeriat İslam demektir, Allah’ın kuralları demektir...” O zaman RTE’ye sormak gerekir: Mademki şeriatçısın, Allah’ın kurallarını uyguluyorsun, bu işi neden türbanda yapıyorsun da faizde Allah’ın kurallarını es geçip yan çiziyorsun?.. İstanbul Tabip Odası Başkanı ye’den yapılan yayınların 1/3’ü oranında kalmaktadır. Daha önce yayın konusunda öncü olan Mısır’dan yapılan yayın sayısı 1988’den beri artmadığından Türkiye ve İran’ın gerisinde kalmıştır (Nature, Kasım 2006). Türkiye’nin bilim alanındaki üstünlüğü görüldüğü gibi maddi kaynaklarından kaynaklanmamaktadır. Türkiye’yi diğer İslam ülkelerinden ayıran en önemli özelliği sahip olduğu demokratik ve laik sistemdir. İran ve Mısır örneklerinde olduğu gibi dinin toplum üzerindeki baskısı arttıkça bilim darbe yemektedir. Din bir inanç ve bilim ise bir kanıt işi olduğundan bu iki kavramın birbiri ile karıştırılmaması gerekliliği ortadadır. Sosyal hayatın her kesiminde olduğu gibi laiklik kavramının bilim alanında da önemi nettir. Türkiye’nin yayın sayısı, bilime verdiği önem ve ayırdığı pay ile dünya bilimindeki yeri diğer İslam ülkelerinden farklı olarak iyi bir konumdadır. Ilımlı İslam adı altında yerleştirilmeye çalışılan sistem hiç şüphe yok ki din ağırlığının arttığı İslam ülkeleri örneklerinde olduğu gibi bilime ağır bir darbe vuracaktır. Toplumun en az yarısının bilimden çok kutsal kitaplara güvendiği ülkemizde laik sistemin korunması bilimin geleceği açısından bir zorunluluktur. K Uğur Mumcu Berlin’de anılıyor BERLİN (Cumhuriyet) Katledilişinin 15’inci yılında gazetemiz yazarı Uğur Mumcu, 24 Ocak akşamı Berlin’de bir etkinlikle anılacak. HDF, HDB, TSD, ADD Berlin ve Tiyatrom tarafından düzenlenen “Türkiye Nereye Gidiyor?” başlıklı ortak etkinlikte Ahmet İyidirli, Merih Ünel ve Olcay Başeğmez birer konuşma yapacaklar. Anma programına, Sinem Altan, Begüm Tüzemen, Dündar Atalay, Sadık Arduç enstrüman ve sesleriyle katkıda bulunurken, “Tiyatrom” sanatçıları da bir canlandırma sunacaklar. Anma programı 24 Ocak 2008 perşembe günü saat 19’da Alte Jakob Str. 12 adresindeki “Tiyatrom” salonlarında gerçekleştirilecek. HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com Yaşamı Şiirini Besledi, Şiiri Yaşamını T ürkçe şiirde “cumhuriyet” Nâzım’ın eseridir. Hapishaneler dahil geçtiği her yerden, şiiriyle büyük bir yol açtı. Türkçenin yeni bir ayaklanmasıyla açılmıştı bu yol. Yahya Kemal’den “şiir terbiyesi” alacak kadar şanslıydı ama.. önündeki asıl büyük engelin ustası olduğunu da erken hissetmişti. Ustasının gölgesinde kalacağı endişesi, onu devrim ateşinin tam ortasında saklı şiiri bulmaya güdüledi. Şiirini bulduğu yerle kendini bulduğu yer oldu devrim. Sovyet Devrimi’yle buluştuğunda 19 yaşındaydı; Rusya’da yaşadıkları ona ömrünce yoldaşlık etti. Tutulduğu devrim aşkının bedeli, her seferinde ağır işkenceli tutuklamalar ve sonra mahpusluktu. Daha da beteri, memleketine hasret yaşamaktı. Acısı hiçbir koşulda yüksünmeye dönüşmedi, “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak” duygusuna inançla tutundu. Düşüncelerini hiçbir koşulda silmeye, Mahmut TEMİZYÜREK silikleştirmeye çalışmadı. Bir trajedi kahramanıydı aslında; kahramanı emekçi kitleler olan modern destanların kurucu şairi oldu. Şiirin orkestrasını kurmuştu Türkçeye. Üç telli sazın çalındığı sahnede alışılmadık sazlardan oluşmuş büyük bir orkestranın icrasıydı şiir eylemi. Debisi güçlü bir nehir gibi akan şiirinin alışılmamış biçimi, ritme ve sese verdiği önem, konularındaki uyarıcı tazelik, okuyana aşıladığı özgüven ilk günden beri herkesi büyülemişti. Orkestrasındaki her saz yepyeni bir ahengi müjdeliyordu. Birbiriyle uyumlu çoğul sesi, yüreğe esenlik sunan cömert sözü, sözünde insanın ruhunu yücelten bir cesaret vardı. Divan şiirinin incelikleri, Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun kavgacı sesi, Karacoğlan’ın lirizmi ve daha nice şiir ustalığı, modern kent diline taşınmış, onun şiirinde kendine güvenli bir yer edinmişti. Dünya şiirinin en yeni, en uç örneklerini Türkçede canlandırmış olması, şiiri Yahya Kemal’in geçmişçi evreninden kurtarmıştı. Aslında hiçbir edebi okula tam olarak bağlı değildi; ne olursa olsun gerçeğin hareketini yansıtan, “eski dünya”nın her alandaki kokuşmuşluğu üzerine kar seli gibi boşalan bir şiirin özü, biçimi neyse o anda ona bağlanıyordu. Böylece birçok biçim deneyerek şiirin büyük saatinin gongunu sağır sultana bile duyurabilmişti. Nâzım’ın şiiri toplumsal kavgasıyla etle tırnak gibi bütündür; belki de bu nedenle hiç kimse, onun kim olduğunu, ne yaptığını, ne düşündüğünü bilmeden şiirlerini okuyamadı. Öte yandan, uluslaşma sürecinin şiirdeki örneği de komünist Nâzım’ın eseri olmuştu. Şiiri bir soluk alıp verme gibiydi; yaşamına giren hemen her şey şiire dönüştü, şiirine giren her şey de yaşamı oldu. Kalbinin amansızca sızladığı, bir daha göremeyeceği umutsuzluğuna kapıldığı anlarda yazdığı “memleket” şiirleri, modern dünyanın en dokunaklı hasret şiirleri olacaktı. Bu şiirlerdeki keder, ateşli ruhunun üzerine ağır bir değirmen taşı gibi oturacak, kalbini acımaszıca öğütecekti. Vasiyetinin yerine getirilmesi için çok az engel kaldı. Ama asıl önemlisi yol arkadaşlarının ondan özür dilemesidir. Bir dönem yoldaşı olmuş kimi insanlar, burjuvazininkinden daha beter acı çektirmişlerdi Nâzım’a; özür borçlarıyla göçtüler onlar da. Nâzım’ı da Pir Sultan gibi, “ille dostun gülü” yaralamıştı. Yarasını dindirmek, acısını yatıştırmak için ülkesinin çınar ağaçları onu kucaklamayı bekliyor. Demokles’in Kılıcı Ali TURGUT yarattığı ortamı kendi yararına kullanmakta AKP çok başarılı oldu. İlk dönemde AB üyeliği havucunu kullanarak halkı uyuttu, muhalefetin ve TSK’nin elini kolunu bağladı. O zaman sorunlar daha az iken AB’nin reddetmesi korkusuyla sus pus oturuldu. Bu kılıcın bir yüzü. Ekonomimiz dışarıya bağımlı hale getirildi ve ABD’yi kızdıracak bir şey yapılırsa, ABD/NY bir yazı ile ekonomimizi çökertir korkusu yerleştirildi. AKP’nin ekonomi havucu çok etkin olarak çalıştı. Bu da kılıcın ikinci yüzü. Bugün AB konusu artık kapanmış sayılır. Kılıcın bir yüzü kördür. Diğer yüzü, ekonominin çökme tehlikesi adıyla keskinliğini koruyor. Başta Sayın Erol Manisalı ve Öztin Akgüç olmak üzere, çok kişi gerçekleri yazdı. Ayrıca bu korkunun sanıldığı kadar büyük bir felaket doğurmayacağı da yazıldı. Buna rağmen şimdi muhalefetin olmadığı ortamda, kılıç TSK için kullanılıyor. Ekonomimizin içine düşürüldüğü kırılganlık bizi, özerkliği ve özgürlüğü kaybolmuş, başkaları tarafından yönetilen bir ülke olmaya sürüklüyor. Dış çevrelerde, ekonomimizin kırılganlığı tekrarlanıp yatırımcılar uyarılıyor. İçte, aklı başında ekonomistlerimiz bu kırılganlık gittikçe daha zor atlatılacak boyutlara erişeceği için, bir an evvel kendi isteğimiz ve seçtiğimiz zamanda sıkıntıya katlanıp temize çıkmamızı öneriyorlar. Geriye kalan yegâne bağımsız kuruluş TSK, sanki bu bilgiler yokmuş gibi, başındaki kılıcın kendini kesebileceğine inandırılmış. Sorumluluğun kendisine yükleneceği korkusunda, etkinliksizliğe doğru götürüldüğünü seyrediyor. Bu korkuyla, çok daha acılı günlere, daha büyük ekonomik sıkıntılara doğru hızla kayıyoruz. Kılıcın yapay olduğu gizlenirken ekonomi havucu hâlâ çalışıyor. Aynı korkular altında ezilmeyen, bağımsız bir muhalefetin yeniden yapılandırılması, kaçınılmaz ve acil bir gereksinimdir. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle