Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 Bin bir sorudan bir ikisi Nezihe MERİÇ orular içindeyiz. Durmadan soruyoruz, ama soruşturamıyoruz. Büyük çoğunluk olarak durumumuzun kimyasına vâkıf değiliz. Soruşturamıyoruz, çünkü, hem bunun yolunu yordamını bilmiyoruz, (kafamız çok karışık) hem de yaşadığımız bu günler, yirmi birinci yüzyılın ilk yılları, bizim için, biz Türkler ve memleketimiz için öylesine birbirine girmiş sorunlarla, çaresini bilemediğimiz, bilsek bile henüz baş edemediğimiz şu kıstırılmış durumumuzla öyle karmaşık ki, dişlerimizi sıkmış, tedirgin, hırçın, tuzumuzu kokutmamaya çalışarak yaşıyoruz.Bu, bin bir soru, bu bin bir sorun, bilgililerimiz tarafından yazılıyor, konuşuluyor, açıklanıyor, irdeleniyor; yıllardır da, ha bire yineleniyor. Gazeteler yazıyor, diyelim büyük çoğunluk okuma yazma bilmediği için, çok etkili olmuyor. Televizyon var. İpnotik etkisi olan bir araç. Hani denir ya, televizyon, sözde halk eğitim aracıymış. Çıplak, güzel, genç hanımlar, kahkahalar içinde sunucular, eli beli tabancalı, vurdu mu yerle bir eden keskin bakışlı genç adamlar, terörlü, mafyalı, ağalı, töreli diziler, göbek havası denilen şakkıdı şıkkıdı oynamalı, göz süzüp, kalça zıplatmalı programlar içinde kaybolan, izlenmesi sakatlanan akıllı uslu programlar araya giderken, nedense artık inandırıcılığına gölge düşmüş haberlerin arasında bu eğitim hikâyesi gerçekleştirilebilir mi? Olmuyor tabii. Osmanlı zamanında, Trakya’da büyük bir fırtına olmuş. Bütün ambarlar yıkılmış, buğdaylar saçılmış. Subaşı, çok sevilen akıllı bir adammış. Hemen posta tatarını çağırmış, vermiş eline bir kağıt, padişaha bir haber yazdırmış: “Devletli padişahım, Fırtına oldu. Ambarlar yıkıldı, buğdaylar saçıldı, netmek gerek?” Herkesin aklı başından gitmiş, ‘eyvah gitti subaşının kellesi’ diye. Haber Saraya ulaşınca, oradakiler de ‘eyvah!’ lanmışlar ama, padişah akıllı bir adammış. Gülmüş. Kağıdı ters çevirtip yazdırmış: Hemen buğdayları sat, ambarları yap! Bizim işimiz de burada düğümleniyor: N’etmek gerek? Çünkü, bizim (biz büyük çoğunluğun) kafamız çok karışık. Çok bilgili değiliz. Şu, “n’etmek gerek” bir çözüm/lenebilse/lense, bir aydınlığın yolu görünse, bir bu sis, bu kara, isli duman kalksa üzerimizden… Her yazar için, yazması için onu dürtükleyen bir neden vardır. Benim ki, bu bin bir sorunun çok küçük bir noktası ama, bir, kibrit ateşinin bir C kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN 18 OCAK 2008 CUMA Müzeden hoşlanmam! rıklığı yaratacak kadar küçük boyutta olduğunu ilk kez Cemal Süreya’dan duymuştum!.. Söz konusu kitap, Cemal Süreya’nın hayatıyla ilgili ciddi bir araştırmayı içeriyor. Yani Cemal Süreya müzelerden hoşlanmadığı ya da gitmediği türünden yazılar yazmış, sohbetlerinde bu konuyu dile getirmiştir… Benim merakım, Paul Klee, Van Gogh, Chagall gibi ressamları çok seven Cemal Süreya’nın, dahası, sayfaları ressamların tablolarıyla dolu kitaplara bakmayı çok seven Cemal Süreya’nın Louvre’daki resimlere gerçekten de kayıtsız kalıp kalmadığıdır!?. Müzeleri sevmediğini dizelerine yansıtan şair ise Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Paris’te gençliğinin bir döneminde kalan şairin Louvre’a gidip gitmediğini bilmiyorum, ama işte müze sevgisizliğini dışa vurduğu “Hareket” adlı şiirinin ilk dizeleri: Müzeden hoşlanmam, / Mezarlıkta işim olmaz, / Çarşı pazar dururken, / Nerde hareket ben orda. Oysa müzeler, hele ki çağdaş müzeler son derece hareketli yerlerdir. “Müze” adı altında eserlerin depolandığı mekânları ben de sevdiğimi söyleyemem. Gezdiğim yüzlerce müze arasında tasarımını beğenmediklerim elbette olmuştur… Ama bu durumu genel anlamıyla bir müze sevgisizliği olarak yansıtmak hiç doğru değildir. Hatta balık hafızalı bir toplumda böylesi bir tavrı zararlı bulduğumu da söylemeliyim. Çünkü müzeler toplumların hafızası, belleğidir. Müzeleri olan bir toplumda demokrasi, hoşgörü ve bir arada yaşama kültürü güçlüdür. Bu yazımızı müze gezen bir şairle noktalayalım. Şairimizin adı Kemal Özer’dir… Biz yazımızı bitiriyoruz, ama okuyacağınız dizeler şairin “Rembrandt Işığı” adlı şiirinin ilk dörtlüğüdür… Yazımızın sonunun bir şiiri aramanın başlangıcı olması dileğiyle, bol müzeli hafta sonları… O kaynağı gizli kalan ışık / yalnız Rembrandt’ın yakaladığı / ardımı bırakmadı bir daha / Boymans Müzesi’ni gezdikten sonra Dipnot: Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri her yıl oylamayla “Yılın Yıldızları”nı seçiyor… 2007’nin “En beğenilen yazar”ı olarak da “Tuncay Terzihanesi” adlı kitabımla beni uygun görmüşler… Kitap okumayı seven tüm YTÜ öğrencilerine teşekkür ediyorum. S yangın çıkarabilmesindeki gibi bir gücü var. Hepimizin meselesi olma niteliği var. Bir ben miyim hayıflanan. Elbette hayır. (Dünyanın gidişatından, yeni dünya düzeninden haberi olmayanlar böyle konuşurlar işte diye düşünenlere, söylenecek söz var ama, o gün, bu gün değil.) Bütün bu söylediklerimle bir arada, kaç zamandır kafamı kurcalayan bir soru vardı. Ona bir ikincisi eklendi. İlle yazmak istedim: Pek bilinen, pek önem verilen bir kuruluşumuz var. TÜYAP kitap fuarı. Niteliği hakkında söylenecek, övülecek sözlerin yeri burası değil. Her yıl bu kuruluş bir onur konuğu seçer. Törenler, konuşmalar vb. olur. Dergiler, gazeteler yazar, röportajlar yapılır vb. Yalnız, bu onur konukluğunun, neye göre verildiği belli değildir. Yaşa göre mi, değere göre mi veriliyor, üretkenlik mi göz önüne alınıyor, kime neden veriliyor açık seçik anlaşılmaz. Bazıları çok isabetli görünür, bazıları için, “Aa! Buna da neden verildi acaba?” diye sorular, yanıtlar üretilir. Bu yıl bu ödül Nezihe Meriç’e verilmek istendi. Nezihe Meriç reddetti. Kabul etmedi. Kimse de çıkıp nedenini sormadı. Sorulsaydı, “Ben elli beş yıldır edebiyat dünyasındayım, bu seçiciler kimlerse onlar nerelerdeydiler?” dediğini ve reddediş nedenlerini açıklardı. “Şu onur konukluğunun verilmediği kimse kalmadı da, ben gelmişim seksenime, şimdi mi aklınıza geldi? Hayır, efendim, Kabul etmiyorum” dediğini anlatırdı. Sorulmadı. Bir ikinci mesele, haber niteliği taşıyan bu durum, öylesine önemsenmedi ki, hiçbir yerde duyurulmadı, mesele edilmedi. Yazılıp çizilmedi. Neden? Memleketin seçkin bir kuruluşunun önerdiği onur konukluğunu, elli ellibeş yıldır sanat dünyasının içinde yaşayan, seksenlik bir yazar kabul etmiyor. Neden? Bundan âlâ haber mi olur. Bilenler bilir ki, Nezihe Meriç başlangıcından bu yana hep baş kaldırır. Teklifler geldiği zaman hep nedenini soruyor. Son dört beş yıldır da, yoğun olarak altını çiziyor; artık her şey yenilenmeli, artık alışılmış, laçkalaşmış durumlar, hiç bir kıymeti harbiyesi kalmamış ödüller, ödüllerin veriliş biçimlerindeki gelişigüzellik değişmeli, yenilenmeli, (bazı değerli seçicileri elbette ayırıyoruz) diye ısrarla yineliyor. Bir çok röportajı, nedenlerini açıklayarak kabul etmiyor. “Yazarı okuyun, inceleyin, kafanızda oluşan sorularla gelin. Bu basmakalıp sorulardan gık geldi” diyor. Televizyona da yıllardır baş kaldırıyor. Ekrana çıkmıyor; onun da nedenlerini bir bir açıklıyor. Peki ne oluyor? Hiç! Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Kimse kimsenin yazısını okumuyor ki haberi olsun. Kimse sorular sormuyor. Zaten bu aldırmazlık, bu ekmek kavgası, gelecek korkusu içinde sanat, kimsenin pek umurunda değil. Bir de kalkar memlekette sanat eğitiminin düzeysizliğinden söz edince, küplere binerler. Gençlerin dediği gibi, ‘hadi ya’... Bir örnek daha: Memleketimizde ilk kez, bir kentimiz, Mersin ilimiz, Mersin, Sanayi ve Ticaret Odası’nca düzenlenen bir edebiyat ödülü verdi. Edebiyat ve sanatın böylesine bir köşeye itildiği, sanatçının böylesine adının sanının gölgelendiği, sanatçı adı verilen pek çok niteliksiz kişinin baş tacı edilip, övgüye, paraya pula boğulduğu böyle bir dönemde, bir kentin sanata, sanatçıya el vermesi övülecek, alkışlanacak, uzun uzun yazılıp duyurulacak bir haber değil midir? Öyledir. Peki bu yapıldı mı? Hayır? Çıt yok. (bir iki gazete haberini saymazsak) Oysa, günlerce gazetelerin dergilerin manşetlerini süsleyen, ayıp, bayağı, pislik bulaştırıcı, haberler, gece kondu semtlerinden dağ başlarına değin memleketi dolaşıp seviyesizlik, ahlak bozukluğu, yayarak, televizyon ekranlarında, gazetelerde, aylarca haber oluyor.Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nü değerlendirme kurulu, Nezihe Meriç’e verdi. Nezihe Meriç de baş üstünde kabul etti. Peki neden? Nezihe Meriç, TÜYAP’ın onur konukluğunu reddedip bu ödülü neden kabul etti? Çünkü bu ilk kez yapılan, bir kenti onurlandıran, yeni olan, değişime yol açan bir davranıştı. Çünkü değerlendirme kurulu yazara ve kamuya ödülün veriliş gerekçelerini açıkladı. İstenen de bu zaten. Bu kadar açık. Bu bin bir soru öyle yoğun, öyle karmaşık, öyle yaşamayı bulandırmış, sevinci, güzelliği, mutluluğa giden yolları tıkamış durumda ki, dünyayı şaşırtmış olan, neredeyse yüzyıla erişecek bir Atatürk enerjimiz, bir Atatürk mucizemiz olmasına rağmen, hala şu “n’etmek gerek” ortalarda dolanıp duruyor, çözümsüzlük içinde. Sanki bizim akıllı, iyi eğitim görmüş, pırıl pırıl gençlerimiz, adamlarımız yokmuş gibi. Sanki biz üstümüze çöken bu karanlıktan çıkmayı bilemezmişiz gibi. Sanki bu karanlık, aklımızı yok edebilirmiş gibi. Düden denilen bir olay vardır. Bilmeyenler bilenlere anlatsın. Anlatsın da aymazların dudağı uçuklasın. âzım Hikmet’in sarayı övdüğü, saraya olan aşkını dile getirdiği dizeleri var mıdır?.. Bu sorunun yanıtını “Evet” olarak verirsem şaşırmaz mısınız? Emekçilerden, kölelerden, ezilenlerden yana olan bir şair, nasıl olur da dizelerinde bir sarayı hayranlıkla selamlar?.. Bu sorunun yanıtı, Nâzım Hikmet’in “Henüz Vakit Varken Gülüm” adlı şiirindeki şu dizelerdedir: ve karşı yakada Luvr / aydınlanmış ışıklarla / aydınlanmış bizim için / billur sarayımız.. Şairin sevgisini sunduğu Louvre Sarayı bir müzedir elbette!.. Nâzım’ın hayranlığı saraya değil, müzeleredir. Bir Paris gecesinde ışıklarla aydınlatılmış Louvre Müzesi’nin içinde sergilenen eserlere, koridorlarındaki bilgi birikimine, sergilenmekte olan uygarlık belleğine duyduğu sevgidir, şaire bu dizeleri yazdırtan. Louvre Müzesi’nin koridorlarında tanıdık bir şairimiz çıkar karşımıza!.. İşte, onun dizeleri: Ne yazık / Gün hayat kadar kısa / Luvr sanat kadar uzunmuş / Bana binlerce eserin önünden / Bir ekspresle geçiyormuşum gibi geldi. / Kaç defa görmeden geçtiğim şaheserlerin / Arkamdan yumrukları yükseldi. / Karıştırdım Gogenleri, Tisyenleri birbirine / Ve gördüm ki Luvr’da birçok resim / Çarmıha gerilmiştir Hazreti İsa yerine. Şairimizin dizeleri, şiirimizde bir müzenin eleştirildiği tek örnek olması bakımından son derece ilginç ve bir o kadar da önemlidir. Bu şairimiz Bedri Rahmi Eyuboğlu’dur… Louvre Müzesi’yle ilgili böylesi bir eleştiriyi kimden duyarsanız bilin ki, Paris’te geçirdiği günler son derece kısıtlıdır. Dar zamanda gezilecek bir müze değildir Louvre… Zaten Bedri Rahmi Eyuboğlu, şiirinin devamında beni şu dizeleriyle haklı çıkarıyor: Doyamadan Paris’in ela gözlerine / Okşamadan Eyfel’in demir kaburgalarını / Bindik trene / Gidiyoruz yine… Nursel Duruel’in, Feyza Perinçek ile birlikte hazırladıkları “Cemal Süreya” kitabındaki şu bilgi ne zaman okusam beni şaşırtmış, bir o kadar da düşündürmüştür: “Paris’te büsbütün yalnız. Bütün filmleri görür. Sinemaya gider de Louvre Müzesi’ni görmez. Konya’da Mevlana’yı ziyaret etmemiş, hayatı boyunca müzelerden kaçmış.” Ne garip, oysa ben, ünlü Mona Lisa tablosunun insanda hayal kı N Soros’un Çocukları/ Hikmet Çetinkaya/ Cumhuriyet Kitapları/ 224 s. “Bu bir öyküdür aslında... Dünün solcuları, bugün ‘Soros çocukları’ olmuştur... Onların adları, saymakla bitmez! ABD’nin Irak’ı işgaline, ‘Saddam gitti yaşasın demokrasi’ diye çığlık atan onlardır... Laik, demokratik Cumhuriyet’in temeline dinamit koyanları, ‘demokrasinin ve özgürlüklerin simgesi’ olarak görenler onlardır... Ben; bir yurtsever ve solcu olarak onların maskelerini indirmeyi sürdüreceğim. Din baronlarıyla aynı sofrayı paylaşan ‘Soros çocukları’nı ve ‘el birliği’ ile Türkiye üzerine oyunları bu kitapta bulacaksınız...” diyor kitabı yayına hazırlayanlar. Düşlerdeki Toprak/ Doğu Silahçıoğlu/ Cumhuriyet Kitapları/ 166 s. “Düşlerdeki Toprak”, Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan bölücü/ayrılıkçı hareket konusuna ayrıntılı bilgilerle donanmış kapsamlı bir yorum getiriyor. Sorunun yıllardır çözümsüz kalması, boyutlarının giderek genişlemesine yol açarken beraberinde farklı soru işaretleri de yaratıyor: Ortadoğu’da bir ‘Bağımsız Kürdistan’ kurulabilir mi? Kurulduğu takdirde bu ülke belli bir süreç sonrasında kuzeyde Türkiye, doğuda İran ve batıda Suriye’deki Kürtler için ‘anavatan’ konumuna geçebilir mi? 1991’de Irak’ın kuzeyinde yapıldığı gibi, içinde ABD ve bazı AB ülkelerinin yer aldığı bir koalisyon Tarafından Güneydoğu Anadolu’da askeri tanrı, dostluk, din, ölüm, yalnızlık gibi kavramlar karşısında yaşadığı yoğun duyguları da yer alıyor bu mektuplarda. Cesur Yeni Dünya/ Aldous Huxley/ Çeviren: Ender Gürol/ Zigana Yayıncılık/ 250 s. denetim Boşluğu yaratma çabaları ortaya çıkabilir mi? Bu girişim Türkiye’yi bölgede iç güvenlik harekâtından da öteye daha kapsamlı askeri önlemler almaya yöneltebilir mi? ABD’nin günü geldiğinde, bazı AB ülkeleriyle birlikte, bölgede Türkiye’yi hedef alan bir askeri harekâtta yer alma olasılığı var mı? Tarihte Türklük/ László Rásónyi/ Çevirenler: H.Z. Koşay, T. Andaç, N. Uğurlu/ Örgün Yayınevi/ 560 s. Türklerin tarihi, kavim olarak, Çin yazılı belgelerinin Kunlar adını verdikleri, Hunlarla başlar. Ama, sözcük olarak Türk, çok eski çağlardan beri bilinmekte ve kullanılmaktadır. Çin kaynaklarında Türk sözcüğü T’ukue olarak yer almış, Tukin şeklinde yazılmıştır. Türklerden söz eden bir diğer eski yazılı kaynak da Asurlulardan kalmıştır. Ninova Kütüphanesinde bulunan ve İ.Ö. 665 tarihini taşıyan bir tablette, kuzeyden inen Türk atlılarının Asur ülkesini ele geçirişleri anlatılmıştır. Türklerden söz eden en eski kaynaklardan biri de Herodot Tarihi’dir. Bu ünlü tarih kitabında Türk adı Trykae (Turkhia) olarak geçmektedir. Türk sözcüğünün bir kavmi, bir topluluğu ve bir devleti belirtmek amacıyla ilk kullanılışı, dağınık ve göçebe Türk boylarının Göktürk siyasal birliği çevresinde toplanmasıyla başlamıştır. Göktürk devletinin kurulmasından sonra Türk sözcüğü tarihe, Orta Asya kavimlerinin büyük çoğunluğunu belirten bir isim olarak geçmiştir. Bu kitapta, Türklük üzerine bir inceleme sunuluyor. Avrupa ve Türkler/ Ingmar Karlsson/ Çeviren: Turhan Kayaoğlu/ Homer Kitabevi/ 180 s. “Türkiye seksen yıldır kararlı bir biçimde Avrupa’ya yönelmiştir. Bugün Türkler, sosyolojik olarak büyük bir çoğunlukla Avrupalıdırlar. Bugün için Avrupa ortalamasından daha az kentlileşmişlerdir ama Avrupalıdırlar. Günümüz Türkiyesi’nde kendini Avrupalı olarak görmeyenler, Kıbrıs ve Malta’da ve kesinlikle Romanya ve Bulgaristan’da da kendilerini Avrupalı olarak görmemektedirler.” Bu kitapta, 2001 yılından beri İsveç’in İstanbul Başkonsolosu olarak görev yapan Ingmar Karlsson’un Avrupa Birliği ve Türkiye üzerine incelemesi yer alıyor. Mektuplar 1/ Nietzsche/ Çeviren: Sedat Umran/ Birey Yayıncılık/ 214 s. Cumhuriyet kitaplarına büyük ilgi ADANA (Cumhuriyet Bürosu) TÜYAP, Türkiye Yayıncılar Birliği ve Çukurova Fuarcılık AŞ işbirliği ile Adana Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenen 1. Çukurova Kitap Fuarı, Adana Valisi İlhan Atış, Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak’ın yanı sıra Server Tanilli, Muzaffer İzgü ve Doğan Hızlan gibi çok sayıda yazarın katıldığı törenle açıldı. Açılış töreninde konuşan TÜYAP Kültür Fuarları Genel Koordinatörü ve gazetemiz yazarı Deniz Kavukçuoğlu, “130 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenen fuar kapsamında söyleşi, panel ve şiir dinletisi gibi 63 etkinlik ve imza günlerinde 300 yazarımız kitapseverlerle buluşacak” dedi. Adana’da Çukurova Eğitim Fuarı ile eşzamanlı olarak açılan Çukurova Kitap Fuarı kapsamında Altınkoza Edebiyat Festivali’nin de yapılacağını açıklayan Kavukçuoğlu, Adana Büyükşehir Belediyesi, Altın Koza AŞ, Adana Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği ve TÜYAP’ın desteğiyle yapılacak festival kapsamında Kazakistan’dan Muhtar Shanov, Azerbaycan’dan Elçin Efendiyev, Türkiye’den ise Hıfzı Topuz, Gökhan Cengizhan, Zeynep Aliye, Pınar Kür, Tarık Günersel, Zeki Tombak gibi çok sayıda yazar ve şairin okurla buluşacağını belirtti. ER DEM YENİ DOĞARIZ’ TÜYAP Kitap Fuarları Danışma Kurulu Başkanı Doğan Hızlan ise “Her şehrin başka başka özellikleri, yetiştirdiği büyük insanlar vardır. Adana toprağı sadece fiziksel verimiyle değil, yetiştirdiği büyük edebiyatçılar ve sanat adamlarıyla da ün salmıştır” dedi. Birçok büyük yazarın biyografisinde Adana adının bulunduğunu aktaran Hızlan, “Yunus Emre’nin çok sevdiğim bir sözü var, ‘Her dem yeni doğarız’ diyor. Her dem doğmamızı sağlayan kitaplardır, sanattır. İşte burası da bunun mekânıdır. Dileğim, ilk olan güzelliğin geliştirilerek yarınlara taşınması” diye konuştu. Aldous Huxley’in kurgu dünyasında insanlar ‘Alfalar, Betalar, Gamalar, Epsilonlar...’ şeklinde sınıflandırılarak kuluçka makinelerinde üretilmektedir. Alfalar, en üstün sınıf olmanın gururunu taşırken, Epsilonlar hiçbir zaman en alt sınıf olduklarını ve en ağır işlere mahkum edildiklerini anlamayacaklardır. Bu dünyada aile kavramına, aşka, öğrenme merakına, heyecanlara ya da kızgınlıklara yer yoktur. Bunlar kötü dürtülerdir ve kurtulmak için bir ‘soma’ almanız yeter. Her birey, Ford’un tayin etiği yazgıyı yaşamaktadır. Böyle bir toplumsal yapıda Lenina, hamile kaldığı için dışlanacaktır. Doğal yaşam tarzını sürdüren bir avuç insan kalmıştır. Onlar da sirk hayvanları gibi bir alana kapatılmışlardır. Cesur Yeni Dünya, bilim ve teknikteki ilerlemenin, ‘etik anlayış’ olmadan, insanlığı nerelere sürükleyebileceğini gözler önüne seriyor. Kalpak ve Kartal/ Mucize Özünal/ Kuşadası Ticaret Odası Yayını/ 224 s. Nietzsche´nin bazı dostlarına, annesine ve kız kardeşine yazdığı mektuplar bulunuyor bu kitapta. Mektuplar, Nietzsche´nin çocukluk yıllarında ve eğitim sürecinde yaşadıklarını ele alıyor. Aynı şekilde Bu roman, Mahmut Esat Bozkurt’un Kuşadası’nda örgütlediği ulusalcı cepheden cumhuriyetin kuruluşuna, çekilen sıkıntılara; kurum ve kuruluşların oluşumundan çok partili sisteme değin bir dönemi anlatıyor. ‘H Cumhuriyet Kitap Kulübü’nün de stand açtığı fuarda ‘Cumhuriyet Kitapları Söyleşi ve İmza Günleri’ düzenlenecek. Fuara, Doğan Hızlan, Ercan Karakaş, Muzaffer İzgü, Pınar Kür, Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Server Tanilli, Mustafa Balbay, Nihat Behram, Zeynep Oral, Ataol Behramoğlu, Deniz Kavukçuoğlu, Zeynep Aliye, Çetin Yiğenoğlu, Gülten Dayıoğlu, Üstün Akmen, Selim Temo, Yüksel Pazarkaya, Sennur Sezer, Hikmet Çetinkaya, Sevgi Özel, Salih Bolat, Müslim Çelik ve Cezmi Ersöz gibi çok sayıda yazar ve şairin katılacağı açıklandı.