Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 OCAK 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Berlin’deki minyatür sergisi üzerine Prof. Dr. Haase ile söyleşi C 15 Kültürleri tanımak, politik önyargıları kırar Filiz ÇAKIRPHILLIP BERLİN Berlin’deki İslam Eserleri Müzesi’nde açılan ve 17 Şubat’a kadar sürecek olan “Sammler Glück” (Koleksiyoncunun Şansı) başlıklı yeni bir sergi, kültür araştırmaları ve belgesel dökümler üzerinden halklar arasındaki iyi ilişkilerin daha da geliştirilebileceğini yeniden vurgulamış oldu. Sergiyi düzenleyen Prof. Dr. Claus Peter Haase, bu çalışmanın anlamı ve muhtemel sonuçları üzerine Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. CUMHURİYET Küratörlüğünü yaptığınız ve katalog halinde de yayımladığınız “Sammler Glück” (Koleksiyoncunun Şansı) başlıklı bu özel sergide Türk minyatürleri, el yazmaları ve tekstili de sergileniyor. Türk minyatür sanatının İslam sanatı çerçevesinde nasıl bir yeri vardı? Prof. Dr. CLAUS PETER HAASE Bu serginin öneminden bahsetmeden önce koleksiyoncu hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Edmund de Unger, yoğun bir tutku ile Avrupa ve İslam Sanatından resim ve gümüş eserlere yer verilen, büyük bir titizlikle, ciddiyetle oluşturulmuş koleksiyona sahip örnek bir koleksiyoncudur. İslam sanatının önemli kültürlerin mirasçısı olarak karşımıza çıktığı bu sergide koleksiyoncunun büyük içtenlik ve tutku ile İslam eserlerini içerdikleri anlam ve öneme göre sistematik bir şekilde toplamış olması, bunun yanı sıra Türk eserlerine ağırlık vermesi, Türk sanatı için de çok değerli bir katkıdır. Sorunuza gelince Türk minyatür sanatı İslam minyatür Sanatı genelinde ihmal edilen bir gruptur. Minyatür sanatında İran ve onun etkisinde kalan Müslüman Hindistan minyatür sanatı her zaman daha çok önemle incelenmiştir. İran minyatür sanatının önemi, örneğin 16’ncı yüzyıl için belge niteliği taşımasında ve Uzakdoğu kültürü etkisiyle yoğrulmasındadır. Hindistan’daki sanatta ise birdenbire çıkan fırtına etkisi yaratan illüstrasyon merakı, minyatür sanatını kitap sanatının vazgeçilmez öğesi haline getirmesi var ve minyatürün hat sanatı ile aynı düzeye yükselişini de vurgular. Türk minyatür sanatında ise Safevi sanatına paralel bir gelişme ile karşı karşıyayız. Çağın reformlarına eşlik etmeden kendi yolunu çizen özgür bir sanat dalıdır. Saray nakkaşhanelerinde izlenilen ve temsil niteliğine sahip bir belgeleme sanatıdır. Osmanlı hükümdarlarının portreleri ağırlık kazanır ve belleklerden silinmeyen portrelerle de hükümdarı halkla buluşturur. Eğlenceye yönelik edebiyat kaynaklarında illüstrasyon ağırlık kazanır. Saray dışındaki halka yönelik popüler minyatürler, geleneksel ve tutucu kalırlar. Türk minyatürlerin önemi, dinsel konuları da repertuarına katmasıdır. Hem sarayda hem de popüler minyatürlerde rastlanan bu duruma dair örnekler, sergide bulunmaktadır. Başka bir etkileşimi Türk minyatüründe 18’inci yüzyılda Batı etkilenmesinde gözlemleriz. Levni buna güzel bir örnektir. Türkiye’nin Batı’ya açılışı bu sanatçıda öne çıkar. Arap minyatürleri ile karşılaştırdığımızda popüler minyatür sanatında yakınlaşmalar ve etkileşimler olduğunu görüyoruz. Müslüman Hindistan ile olan bağlantıları, ticari ilişkileri biliyoruz, ama sanatsal etkileşimlere ender Şimdi Alevi olmak zamanı rastlanıyor; pek fazla bilgimiz yok. Bu konunun daha kapsamlı araştırılması gerekmektedir. Orta Asya sanatında İran etkileri çoktur. Bildiğimiz kadarıyla İranlı hattat ve nakkaşlar Hindistan’a giderek üslup kaynaşmasında önemli rol oynamışlardır. İşte Türk sanatçıları hakkında böylesi bilgilerin eksikliğini çekmekteyiz. Filiz Çağman’ın da bana katılacağını bildiğim, Türk minyatürünün orijinalliği üzerinde durmak isterim. Her ne kadar Safevi etkileri erken dönemlerde gözlense de, Türk minyatür sanatı kendi bağımsız üslup ve tarzını korumuştur. Bu serginin son dönemde özellikle Almanya ve Avrupa’da İslam nedeniyle yoğunlaşan tartışmalara nasıl bir etkisi olabilir? Örneğin, Samuel Huntington’un adına bağlanarak tartışılan “kültürler çatışması”nın gölgesinde bu tür çalışmalar nasıl bir anlam kazanabilir ? Müzemiz açısından bu koleksiyonun çalışılması ve sergiye dönüştürülmesi, İslam sanatının çok yönlü konuları ile çok iyi bir kalitede incelendiği ve araştırıldığını göstermektir. Türkiye’de çok önemli ve bu işe gönül vermiş uzman arkadaşların sistemli bir şekilde bu konu üzerinde eğitilmeleri 1968’li yıllarda yoğunlaşmıştı. Benim de öğrencisi olduğum sayın Oktay Aslanapa, Semavi Eyice ve Semra Ögel gibi köklü Türk sanat tarihçileri yetişen nesli bu konuya yönlendirmiş ve Türk sanatı konusunda uzmanlaşmalarına destek olmuşlardır. Ayrıca, İslam bilimlerinin yanı sıra İslam sanatında uzmanlaşan Batılı, Avrupalı Avrupalı meslektaşlarımız da vardır. Sayıları çok değildir, ama vardırlar. Yukarıda sözü geçen çatışmalar ise siyasidir. Kültürel değildir. Kültürel tasarımlar ve içerikler her zaman meyvesini verir ve anlaşmayı kuvvetlendirir. Bu sergide bizim amacımız, sanat aracılığıyla kültürel vurgulamalar yapmak ve siyasi etkileşimlere yol açmaktır. İstanbul bir “Dünya Kültür Mirasçısı” olarak çok popülerdir. Burada uygulanan küresel sanat politikasının yaygınlaşmasını diliyoruz. Öte yandan bu tür sergilerle Türk uzmanlarına bu konunun Batı’daki güncelliğini de vurgulamak istiyoruz. Bildiğiniz gibi Birleşik Arap Emirlikleri’nin kendi koleksiyonlarını kurmaları, modern müzeler oluşturmaları sanatsal değerlerinin yanı sıra eserlerin fiyatlarında da artış gözlemlememize yol açtı. Ayrıca koleksiyoncuların gözünde de değer kazandılar. Dikkatlerin yoğunlaştığı bu yerde, Türk sanatının da kendi payına düşen değeri görmesi ve eserlerin titizlikle değerlendirilmesinden, yasal yollarla koleksiyonlara kazandırılmasından yanayız. İslam’ın neredeyse terör ile bir tutulduğu bir dönemde, bu sergiden kısa ve orta vadede ne gibi beklentileriniz var? Bu serginin güzel bir yankı yapması, beklentilerimiz arasında. İslam sanatı çerçevesinde bu konu hakkında iyi bir belgeleme gerçekleştirdiğimizi düşünüyoruz. Bu da bizim kültürel katkımız. bilgisizlikten kaynaklanır. Kamuoyunun bu konuda bilinçlendirilmesi çok önemlidir. Bahsettiğiniz güncel problemler ne tür sorunlardır? Bunların hiçbiri kültürel değildir, hepsi politiktir. O yüzden, tartışmalar politik bağlamda sürdürülmelidir. Bildiğiniz gibi İslamcılığın içeriği politiktir. Eğer bir öğretmen yeni doğmuş bir ayıya Muhammed ismini veriyorsa, bu kültürel değil bir siyasi tartışmadır. Ancak bu tür coğrafi bölgelerde hukuk politikaya alet olursa, görevini yerine getiremezse, politik düzeyde karşı yönlenmeler oluşur. Kültür, sanat ve hukuk yani “insan bilimleri”, politikadan uzak tutulmalıdır. Politikanın ulusal değil ideolojik etkileşimlerden oluştuğu bu ortamda dikkatli olmalıyız. Dolayısıyla, Edmund de Unger’in bize başvurmasını fırsat olarak gördük. Özel koleksiyonlarda biraraya getirilen eserleri araştırma sahamıza dahil edip kamuoyuna sunmak istedik. Bir olanağı değerlendirmek söz konusu idi, “hayır, olmaz” demedik. rofesör Onur Bilge Kula’nın, alanında önemli bir çalışma olarak bildiğim “Alman Kültüründe Türk İmgesi” adlı kitabının Önsöz’ünde şöyle bir cümlesi var: “Özellikle Almanlar, Türklere ilişkin yargılarını ve değerlendirmelerini yazıya döker, kalıcılaştırır.” Kula’nın bu yargıya nasıl vardığını merak edenler, adı geçen kitabı okumalıdırlar. Böylelikle hem müthiş bir belge zenginliği eşliğinde Almanların Türklere nasıl baktıkları konusunda, hatırı sayılır bir bilgiye kavuşmuş olurlar hem de tarih boyunca oluşmuş Türk imgesi nedir, bir fikir edinirler. Saygıdeğer profesör, söz konusu kitabının yeni baskılarında, Almanların belgelendirme merakını esaslıca belirten o önsözdeki cümleye, “televizyon filmi yaparlar”ı da eklemelidir. Çünkü, Almanya’nın ARD adlı televizyon kanalında yayınlanan ve çok tartışılan malum dizide, Türkiye Alevileri açıkça aşağılanmış, rezil mi rezil bir senarist, tarihsel anlamda mağdur durumdaki Alevi kesiminin “hassasiyetini” hesaba katmadan, yıllardır kimi kesimlerce gizliden gizliye, sinsice Aleviler için söylenen alçakça bir iddiayı, filmin kahramanı Alevi’nin şahsında, bir “suç türü” masumluğunda tekrarlamıştır. Alevi bir baba, öz kızına tecavüz ediyor. Konu bu. Bu yüzden Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde protesto gösterileri yapıldı. Binlerce Alevi’nin protesto gösterilerine katıldığını duyduk. ??? “Aleviler neden üzerine alınıyor?” sorusuyla geçiştirilecek, “her toplumda bu tür olaylar olur” diyerek önemsizleştirilecek bir konu değildir bu. Dizinin belli ki bir hayli düzeysiz olan senaristi, filmde işlediği konunun Aleviler için, yıllardır tekrarlana tekrarlana, kimi kesimlerin bilinçaltına kazındığını, Alevilerin, (ortaya atanın kanıtlaması düsturu gereği), hiç de mecbur olmadıkları halde, o aşağılık iddiayı yalanlamak için yıllardır mücadele ettiklerini düşünmemiştir. Doğaldır, düşünme faaliyeti böyle düzeysizlerin işi değildir çünkü. Olayın bence üzerinde kıyametler kopartılması gereken ciddi nedenleri var. Dizideki iddia, “mezhep ırkçılığı”nın vardığı boyutu gösteriyor her şeyden önce. “Almanların Müslüman mezhepleriyle ne işi var?” sorusunu soranlar da, nazarımda o senaristle aynı kalibrededir, belirteyim. Dizinin Alman yapımcıları, henüz kalkıp o yönde bir şeyler söylemediler P ama, “Türkiye’de Alevilerin birinci derecede yakınlarıyla cinsel ilişkiye girdiklerini söyleyen kesimler var” deseler, “hayır hiç söylenmemiştir’ diyen çıkabilir mi aramızda? Ya da, “Türkiye’de büyük bir çoğunluk bu iddiaya inanıyor” deseler, Alevilere o aşağılık iddiayı atanlar başta olmak üzere, iddiayı duyan herkes, “yalan” diyebilir mi? Ben elbette “yalan”, hem de kuyruklu, ahlaksız, namussuz bir yalandır derim, çoğumuz da deriz ama, Türkiye’de, Aleviler için, mezhebi nedenlerden ötürü, ileri sürülmüş bu tür bir iddia yok mudur? Bu iddianın Almanlar tarafından da bilinmesi, onlarda “diziyi bir gerçeklik üzerine” kurguladıkları yanılgısını doğurur elbette. Bu, dizi yapımcısı aptalları masum kılmaz, ayrı mesele, ama bu iddianın bir televizyon filminde, görenlerin, “her toplumda olabilir” sanmalarını sağlayacak bir kurnazlıkla, “kriminal” bir sahneymiş gibi verilmesi, kimi mezhep mensuplarının bilinçaltlarına yollanmış bir mesaj değil midir? Dizideki Alevi kahraman, hırsız, katil, ajan vs olsa, tepki bu kadar büyük olmazdı ya da hiç olmazdı. Çünkü, Türkiye’de Aleviler için, hırsız, katil, ajan vs denmiyor. Ama, görüp görebileceğimiz en alçakça iftira olan “mum söndü” iftirası, Alevi’nin yüreğinde hep duyumsadığı bir sızıdır. Buna benzer en gerçekdışı bir iftira ya da ima, o sızıyı büyük bir acıya dönüştürür. O nedenle Alevi öfkesi haklıdır. Göstermemiz gereken tepkilere gerekçe olarak ikinci bir nedenim daha var ki, o da şudur: Egemen kültür, sadece Almanya’da değil, birçok ülkede, azınlıkta olan alt kültür gruplarının hassasiyetine saygı duymuyor. Alt kültür gruplarının alışkanlıklarını, inançlarını, olumlu yönde olacaksa kabul ama, eğlence sanayiinin malzemesi yapıyor. Alman ARD televizyonu tüm bunları yaptığı için elbette kınanmalı, tepki, tartışmaya bile gerek yok ki, barışçı olmalıdır. Tarihsel, dinsel mağduriyetlerinin sıkıntılarını hâlâ çekmekte olan Alevilerin, Almanya’nın Londra Büyükelçiliği önünde yaptıkları protesto gösterilerine elbette katıldım. Hrant Dink olayında nasıl “Ermeni” idiysem, Lübnan’da saldırıya uğrayan Müslümanların Hyde Park’taki gösterisinde nasıl “Lübnanlı” olduysam, Alman elçiliğinin önünde de “Alevi” oldum elbette. Türk ya da Sünni olduğum için evde keyifle oturacak değildim ya. kemalerdemol@yahoo.co.uk Fazıl Say’ın ödülünü babası Ahmet Say aldı Sanat kurumu ödülleri sahiplerini buldu... ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Sanat Kurumu’nun geleneksel tiyatro ve plastik sanatlar ödülleri, Küçük Tiyatro’da düzenlenen törenle sahiplerine sunuldu. Bu yıl “Onur Ödülü”ne değer görülen dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say’ın ödülünü, sanatçının Fransa’da bulunması nedeniyle, babası Ahmet Say aldı. Sunuculuğunu tiyatro sanatçıları Begüm Topçu ve Cantuğ Turay’ın üstlendiği törene, DT Genel Müdürü Lemi Bilgin, DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen, DOB Genel Müdür Yardımcısı Şenol Tiryaki ile çok sayıda sanatçı katıldı. Sanat Kurumu Başkanı İlker Çetin, törende yaptığı konuşmada, kurumun amacının temelde güzel sanatların toplum içinde geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması olduğunu söyledi ve ülkenin içinde bulunduğu süreci bir “sorgulama, arama, tartışma değişim ve dönüşüm sarmalı’’ olarak değerlendirdi. Çetin’in konuşmasının ardından DOB sanatçıları Tuğba Mankal ve Çiçek Cihan Tekin bir dinleti sundular. Fazıl Say’ın ödülünü almak için sahneye çıkan Ahmet Say etkinliğe gelmeden önce oğlunun Fransa’dan arayıp iyi dilek, saygı ve teşekkürlerini iletmesini istediğini söyledi. Sanat Kurumu’nun 50 yıllık köklü bir kurum olduğunu dile getiren Say, “Fazıl’a verilen bu ödülün zamanlaması önemli. Sanat Kurumu bu ödülle Cumhuriyetimize ve laikliğe sahip çıkan sanatçıları onurlandırmıştır” dedi. Say’ın konuşması uzun süre alkışlandı. Daha sonra ödül alan diğer sanatçılara ödülleri sunuldu. Gazetemiz yazarı Ayşe Emel Mesci’nin yönettiği “Kurban” adlı oyununun müziğiyle “En İyi Müzik” ödülüne değer görülen Okay Temiz’in ödülünü, kendisi gelemediği için, tiyatro sanatçısı Rengin Samurçay aldı. oplumsal hayatımızın hızlı değişimi, her alanda kendini duyursa da, kimi örnekler, değişimin ne denli ürkütücü boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından ilgi çekiyor. Televizyonun bu denli yaygınlaşmasının belki de en ilginç yanlarından biri eski yıllarda yalnız kürsülerinde öğrencilerin dinleyebildiği üniversite “hoca”larının şimdi herkesin evlerinde, odalarında konuşuyor olabilmesi. Eski dönemlerin efsane hocalarının karizmaları, yaşam ve davranış biçimlerinin yanı sıra engin bilgi ve kültürleriyle de donanmıştı. Hukuk fakültesindeki öğrencilik yıllarımda bu hocalardan birkaçını olsun ucundan kıyısından tanıma fırsatı bulmuştum. Eskiler, daha da farklı şeyler anlatırlardı elbet. Sözgelimi şimdilerde öğrencilerin okul bahçelerinde arabalarını park edebilmek için birbirleriyle kavga ettikleri düşünüldüğünde, bir zamanlar İstanbul Üniversitesi’nin girişindeki o çınar ağaçlarıyla çevrili yolda neredeyse hiç otomobile rastlanmadığı masal gibi geliyordur dinleyenlere. Üniversitede iki kez rektörlük yapmış Sıddık Sami Onar’ın, Nişantaşı’ndaki evinden tramvayla Beyazıt’a, sonra da o ağaçlı yolda yürüyerek okula geldiği günler, T DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ ‘Hocalar’ me kitabı. 1987’de basılmış, yayınevi yok. Kitabın daha önsözünden başlayarak beni sarmasının temel nedeni, hocanın kitap boyunca kendi hayatıyla, kimi yazar ve edebiyat yapıtları arasında kurduğu bağlar. Zengin hukuk deneyiminin verdiği görmüş geçirmişlikle Postacıoğlu, başından geçen ilginç olayları, edebiyat alanından seçtiği örneklerle kıyaslayarak irdeliyor. Özellikle Fransız edebiyatı konusundaki bilgilerini günlük yaşam sahnelerine uygulayışı son derece ilginç koşutlukların doğmasına yol açıyor. İkinci kitap yine Postacıoğlu’nun “Atatürk Önünde Tarih Bakaloryası”. Bu kitap 1977’de Akdeniz Hukuk Bürosu’nca bastırılmış. Bu da bir anı kitabı. 1917 doğumlu olan yazar, çocukluğunun işgal altındaki İzmir’inden anımsadıklarını yazdıktan sonra, Galatasaray çağlar öncesinin bir görünümü gibi bugün.Bizim Yurttaşlar Yasamız, İsviçre’den alındığı için İsviçre’de konuşulan üç dili de bilen, o dillerde mahkeme kararlarını okuyup yorumlayan medeni hukuk hocalarına ayrı bir hayranlık duyardım. Üstüne üstlük, bu hocaların genel kültürleri de beni şaşırtırdı. Selahattin Sulhi Tekinay’ın, babaları belli olmayan çocukların hukuki durumlarını anlatacağı derse, bu konuda Shakespeare’in bir tiradını okuyarak başlamasını hiç unutamadım. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tarık Zafer Tunaya gibiler, hocalığın yanı sıra yaşamlarının sonuna dek çağdaş bir toplum arayışının da temsilcisi oldular. ??? Bunları anımsamamın nedeni, Av. Altan Akdeniz’in bana verdiği iki eski kitap. biri hukuk Fakültesinin ünlü icra iflas hocası İlhan E. Postacıoğlu’nun “Okumak ve Yaşamak” adlı anıdene Lisesi’nin orta bölümünü bitirme sınavı sırasında, kendi sınavının okulu ziyarete gelen Atatürk tarafından yapılışını, onun sorularını ve verdiği yanıtları anlatıyor. Kitapta ayrıca yazarın aile çevresinden dinlediği Atatürk’e ilişkin anılarla, Fransız Amirali Moreau’nun Atatürk’e ait notlarının çevirisi de yer alıyor. Postacıoğlu’nun ayrıca 1970’lerin toplumunu ve kuşak çatışmalarını işlediği yayımlanmamış bir de oyunu bulunduğunu öğrendim. ??? Bugünün üniversite hocalarının derslerinde nelerden söz ettiklerini bilmiyorum, ama ekranlarda gördüklerim, bana çoğunluğun bilimsel nesnellik yerine toplumsal saflaşmalarda bir sözcü konumunda bulunduklarını düşündürüyor. Güncel olayların üstüne çıkan, evrensel bir yaklaşım görünmüyor çoğunlukla. Sanki ekranlara çıkıldığında, izleyenlere kendinizi beğendirmek ya da sevdirmek zorunluluğu var. İşi bu olanların, beğenilme, daha çok izlenilme düşüncesi içinde olması doğal. Ama başkalarının bilmediği uzmanlık alanlarında konuşmak, görüş belirtmek için orada bulunanların aynı tavırlar içinde olmasına ne demeli? turgay@fisekci.com