02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C olaylar ve görüşler 7 EYLÜL 2007 CUMA Göç Yasası ve Dış Türkler Politikası ürk dış politika geleneği, sınırları ötesine ilişkin iddialara yönelmezken, aynısını kendi sınırları için de koşul tutan, doğru ve tutarlı yaklaşımıyla bugün dahi güçlü bir politik yaklaşım olma özelliğini sürdürüyor. 1930’lu yıllarda Ağrı Dağı yöresinin ve 1939’da Hatay’ın barışçıl yollarla ülkeye katılması dışında tek istisna olarak yaşama hakkı gaspını önlemeye yönelik Kıbrıs Harekatı bir yana, bu politika, kırılmalara uğramaksızın sürdürüldü. Zira Kıbrıs’ta da askeri harekatın ardından ilhaka gidilmeyerek coğrafi temelde bir federasyon olarak birleşme yönünde 1983 yılına dek sürdürülen çabalar, bu politikanın tavizsiz biçimde sürdürülmesi gayretinin bir ürünü olarak görülebilirler. Başarısı tartışılmaz bu politik çerçeve yalnız coğrafi düzlemde değil, insan öğesine dair konularda da konacak tavra ilişkin tutum üzerinde etkisini gösterdi. Sınırları dışında kalan topluluklara yönelik bir söylem ve tavır geliştirmeyen Türkiye, kendi içindeki topluluklara dair söylenebileceklere karşı yüksek bir duvar ördü. Buna karşın 80’li yıllarda esmeye başlayan Doğu Bloku’nun çöküşüyle de şiddetlenen insan hakları rüzgarı, devletlerin içişlerine karışılamazlığı ilkesini silip götürdü. Avrupa ana merkez olmak üzere dünyayı saran insan hakları rüzgarı, içişlerine karışılmasını teorik olarak kökten reddeden ulus devletlerin kalkanını düşürdü. Türkiye bu konuda istisna teşkil etmedi. Uluslararası platformlarda insan ve azınlık haklarına ilişkin olarak sürekli eleştirilere maruz kalan Türkiye, kurgusunda gerekli revizyonu gerçekleştiremediği için sınırları dışında yaşayan soydaş toplulukların hakları söz konusu olduğunda, gereken tavrı ortaya koyamıyor. Sınırları dışında soydaş nüfusa sahip olmak bakımından dünyada PENCERE Gidişat?.. Hayırdır inşallah... Dinci gazetelerle entel ayaklarında askere saldırganlık yarışı doruklara tırmandı... Asker düşmanlığının sarhoşluğunda medya kendinden geçti... Ordu sanki bu ulusun, devletin, halkın ordusu, tek sözcükle bizim ordumuz değil... Sanki düşman ordusu!.. ? Gül’ün Cumhurbaşkanlığı İslamcı coğrafyada düğün bayram oluşturdu; cümle âlem içmeden sarhoşladı... Nasıl mı?.. Bir örnek: Fethullah’ın Zaman gazetesinde Ali Bulaç yazıyor: “Uzun yıllardır Medine’de yaşayan değerli bir dostumun anlattığına göre Suud ailesinden önemli bir zat ismi lazım değilo kadar heyecanlanmış ki, çoluk çocuğunu, maiyetindeki insanları toplamış, İstanbul’a gelmiş, uçakta değerli dostumuza dediği şu olmuş: Abdallah Gol’un şerefine Medine’deki tam bir yıllık harcamayı İstanbul’da bir haftada harcadım.” Bulaç, son olaylar karşısında İslamcıların, daha başka deyişle şeiratçıların tepkilerini şu tümcelerle dile getiriyor: “Gözyaşı dökenler, dua edenler, bizi tebrik edenler... İslam âleminde sessiz bir sevinç fırtınası yaşandı...” (Zaman, 4 Eylül 2007) ? Dinci basında İslamcı coğrafya ile birlikte düğün bayram... Çok güzel... Türkiye’de demokrasi, tesettürün, daha başka deyişle sıkmabaşın, devlet ve hükümet katında, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın sayın hanımlarında geçerli olmasıyla özdeşleşti... Kadını tepeden tırnağa kapatacaksın... Orduya söveceksin.. Askere saldıracaksın.. Nedir bunun adı?.. Demokrasi!.. ? Peki, Türkiye Cumhuriyeti ‘istikrar’a bu gidişatla mı kavuşacak?.. Amerika’dan destekli sözde Ilımlı İslamcılar sanıyorlar ki bu kafayla ülkeye hâkim olabilirler... Hem canım, Malezya’da da şeriatçı, tesettür erbabı ülkeye egemenliğini dayatmadı mı?.. ? Dinci ve entel medyacılar kendilerinden geçmiş görünüyorlar... Doğrusu herkes merak etmeye başladı: Bu gidişatın sonu nereye çıkar?.. MÜMTAZ SOYSAL Anayasa Tepkisi: İki ÜYÜK hevesle yeni anayasa yapma işine soyunmuş olanlar, gerek bilim adamları, gerekse partili hukukçular olarak, yaptıkları işin usul yönüne eğilmek zorundadırlar. Hukukta usulün esastan önce geldiğini, yargı organlarının usul sorununu çözmeden esasa girmediğini en iyi onlar bilir; daha doğrusu bilmelidirler. Hukukçunun usul konusuna ikincil bir sorun, neredeyse “ayrıntı” olarak bakan sıradan vatandaştan farklı olarak bakması gerekir. Gerçi günlük yaşamda da “Şeytan ayrıntıda gizlidir” diye benzer bir söz vardır ama, bu farklı: Usul hatasının gerisinde yalnız şeytanlık değil, çoğu zaman haksızlık, hatta büyük siyasal yanlışlık gizlidir. Yeni anayasa yapımında işlenmekte olan usul hatası şu: Bir yandan özü cumhurbaşkanını halk tarafından seçilmesine ve görev süresinin iki kez beşer yıllık bir süre olabilmesine ilişkin olarak anayasada değişiklik yapılmak istenmiş, ama buna ilişkin süreç bir halkoylamasını zorunlu kılmıştır; bir yandan da hiç de ayrıntıda kalmayacak olduğu anlaşılan bir yeni anayasa değişikliği işine girişilmiştir. Oysa, Cumhurbaşkanlığı seçimi tek başına bütünden ayrı olarak düşünülecek basit bir konu değil. Halkça seçilen bir cumhurbaşkanının yetkileri ve görevleri konusunda uzun uzadıya düşünmeden olmaz. 1982 Anayasası’nda General Evren’e göre düşünüldüğü için Sayın Sezer’in bile “fazla” bulduğu yetkiler halkın seçtiği cumhurbaşkanı için “az” bile sayılır. Çünkü, o kişi her gün, her olay dolayısıyla, hatta sabahları aynaya bakıp tıraş olurken bile arkasında bütün halkın gücünü görüp durumlara da bakacak, yetkilerini kâğıt üzerinde tırpanlasanız da onları kullanırken ister istemez ve “eninde sonunda” o gücü hissederek kullanacaktır. Dolayısıyla bütün anayasa sisteminin bu gerçek bilinerek, yeterli dengeler ve güvenceler göz önünde bulundurularak oluşturulması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Böyle bir durumda yeni anayasa yapanların bu noktayı vurgulayıp süreçte değişikliğe gidilmesini, 21 Ekim’de yapılması öngörülen halkoylamasının ertelenmesini ve konunun daha sonra genel anayasa değişikliğiyle birleştirilerek halkoylamasına sunulmasını önermeleri beklenir. Hukukçulara yakışacak olan budur. Yoksa, hayli şaibeli bir kurnazlığa istemeden ortaklık etmiş olacaklar. Çünkü yalnız başına cumhurbaşkanı seçimine ilişkin bir halkoylaması mutlaka yüzde 90’lara varan bir “evet”le sonuçlanır. Kime sorsanız “Cumhurbaşkanını ben seçmeliyim” der. Ondan sonra, bu halkoylaması sürecini başlatmış olanlar da, yüzde 47’lik bir “seçim zaferi”ni bile gölgede bırakacak biçimde “Arkamızda halkın yüzde 90’ı var!” deyip her şeyi yapmakta kendilerini haklı saymaya başlamazlar mı? Böyle bir tutumun 1950’lerden beri Türkiye’yi hangi durumlara sürüklediği bilinmiyor mu? Şu aşamada hem iktidar partisini şaibeden kurtarmak, hem CHP başta olmak üzere muhalefet partilerini bu gidişe seyirci kalma töhmetinden korumak için yapılacak en doğru şey, bütün liderlerin bir araya gelip ortak akılla bu duruma sağduyunun ışığında ortak bir çare bulmalarıdır. T Cem ŞENTÜRK ilk sıralarda yer alan Türkiye, bu nüfusa ilişkin söz söylemede çekingen bir görünüm sergiliyor. Son dönemde yaşanan iki gelişme bu tespitleri teyit eder nitelikte. LMANYA’DA GÖÇ YASASI DEĞİŞİKLİKLERİ Bir süre Cumhurbaşkanı Horst Köhler’in önünde bekleyen Göç Yasası’ndaki değişiklikler, imzalanarak kanunlaştırma sürecindeki son aşama tamamlandı. Özellikle aile birleşimi konusundaki ayrımcı hükümleri nedeniyle eleştiri konusu olan yasa, açıkça hedef aldığı Türk göçmenlerin büyük tepkisiyle karşılaşmış, Cumhurbaşkanı Sezer devlet adamlığına yakışır biçimde kaleme aldığı mektubuyla meslektaşı Köhler’den tasarıyı imzalamamasını istemişti. Bu istisnai tavır alış haricinde genel seçimler, cumhurbaşkanlığı ve yeni hükümet gibi gündem maddeleri ile çalkalanan Ankara’dan yeterince güçlü bir ses duyulamadı. Yeni göç yasası Alman vatandaşlığına geçişte ekonomik kriterlerin yaygınlaştırılarak, özellikle gençlerin vatandaşlığa geçişlerinin zorlaştırılması, suç işleyen gençlerin kolayca sınır dışı edilebilmeleri gibi hükümler nedeniyle tepki çeken yasa, belirli etnik grupları, daha net ifade etmek gerekirse temelde Türkleri hedef alması nedeniyle eleştiriliyor. En sert eleştirilere konu olan 30. maddeyi incelediğimizde yeni konan iki fıkra aile birleşimleri için en alt yaş sınırını 18’e çekerken, eşlerin aile birleşimi gerçekleştiği aşamada kendi aralarında temel düzeyde Almanca ile anlaşabiliyor olmaları zorunluluğunu getiriliyor. Ülke dışından gelecek eşlere Almanca kursuna katılma (Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı) zorunluluğu anlamına gelen bu yeni düzenlemenin rahatsız edici bölümü ise bundan sonra getirilen istisnalara ilişkin olarak başlıyor. Avrupa Birliği ülkelerinden gelme, başka bir ülkeden uzun süreli konaklama için geçişler, eşin ruhsal sorunlar nedeniyle Almanca bilgisini kanıtlama yeterliliği olmaması gibi istisnalar yanında kişinin uyum ihtiyacı olmayan bir gruba dahil olması veya uyum kursuna katılması gerekli olmayan bir topluluktan olmasını istisna olarak sıralayan düzenlemeyi somut bir vaka üzerinde uygulayabiliriz. Örneğin bir Alman vatandaşı, eşini ABD veya Norveç gibi bir ülkeden seçtiğinde sorun yaşamazken, Türk kökenli bir Alman vatandaşı eşinin yeterli Almanca seviyesine sahip olduğunu belgelemek durumunda kalıyor. Eşlerin bir yıl süre ile ayrı yaşamasını boşanma sebebi olarak gören Alman hukuku, Türklere eşin Almanya’ya gelişi için dil öğrenmeye harcanacak bir yıllık süre öngörebiliyor. “Zoraki evlilikleri önlemek” gibi hümanist bir kılıfla sunulan yasa, esasında Almanya’da göç ve uyum politikaları açısından ciddi bir kırılmayı temsil ediyor. Sosyal Demokrat PartiYeşiller hükümeti döneminde büyük umutlarla çıkarılan, Eyaletler Meclisi’nde uğradığı büyük değişikliklere karşın, Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu ilk kez kabul etmesi nedeniyle kendisine büyük umutlar bağlanan Göç Yasası değişiklikleri, Schröder başbakanlığındaki SPDYeşiller koalisyonu döneminde başarılı bir şekilde uygulanan ve olumlu meyveleri toplanmaya başlayan çokkültürlü toplum projesinden kesin dönüşü ifade ediyor. Almanya’da teşvik edici ve fırsat eşitliğine yönelik tedbirlerle çok dilli, kültürlü ve uluslu bir toplum projesi, artık yerini tek renk ve biçemli, yasaklayıcı, farklılıklara sıcak bakmayan “hakim kültür” (Leitkultur) yaklaşımına bıraktı. Yeni yasanın engelleyici ve cezalandırıcı hükümlerini bu anlayışın bir ürünü olarak görmek gerekiyor. UNANİSTAN’DA TÜRKÇE RADYOYA DARBE Geçtiğimiz ay Yunanistan, kabul ettiği bir yasayla, ülkedeki Türkçe radyo yayıncılığına darbe vurdu. Ülkesinde yaşayan 120 bin kişilik küçük bir Türk azınlık yüzünden kabuslar gören Yunanistan, çıkardığı yeni yasa ile Yunanca yayın zorunluluğunun yanı sıra, radyoların kuruluş sermayelerinin 60 ile 100 bin Avro seviyesinde olması, en az 6 tam zamanlı personel çalıştırma ve 24 saat sürekli yayın yapma zorunluluğu getirdi. Türk azınlığa ait yazılı basın kuruluşları gibi, bir iki kişi ile faaliyetlerini sürdürme gayretindeki Türk azınlığa ait radyoları hedef alan yasa yürürlüğe konar konmaz ilk kapatmalar başladı, EMS radyosu yasadan ilk nasibini alan kuruluş oldu. Tüm bunlar gerçekleşirken yer yerinden oynamadı, iyi niyetli birkaç uluslararası medya birliği ve azınlık örgütlerinin protestoları da büyük ihtimal ile birkaç gün sonra unutulacak. Bu güncel iki vakanın da açıkça gösterdiği üzere, Türkiye acilen tutarlı ve uzun vadeli bir dış Türkler politikasına ihtiyaç duyuyor. Bir Dış Türkler Bakanlığı’nın hayata geçirilmesi ve bu yolla yurtdışında yaşayan Türklere dair politikaların tek bir elden ve uzun vadeli olarak ele alınması, zaruret halini almış bulunuyor. Bunun sağlanamaması halinde, atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktır. B A Y HARBİ SEMİH POROY [email protected] ilan renkli CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle