03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Montreal’e üç filmle katıldık Gönül DÖNMEZ COLIN Montreal 23 Ağustos’ta başlayan Montreal Dünya Film Festivali 3 Eylül’de Fransız yönetmen Claude Miller’in son yapıtı ‘Bir Sır’ filmi ile son buldu. 19 ülkeden 20 filmin yarıştığı bölüme biz de Abdullah Oğuz’un ‘Mutluluk’ filmi ile katıldık. Bu bölümde izlediğimiz diğer filmler arasında Belçika yapımı, Nic Balthazar’ın ‘Ben X’ ve Christopher Cain’in, ‘Geceyarısı Kovboy’unun unutulmaz oyuncusu Jon Voight’ın önemli bir rolde karşımıza çıktığı ABD yapımı ‘September Down’ (Eylül Sabahı) adlı filmleri dikkat çekiyordu. Fransız Kanada’dan ‘Toi’ (Sen) filmi anlamsız seks sahnelerinin birbirini kovaladığı başarısız bir yapıttı. ABD’li Abel Ferrara’nın ‘Go Go Öyküleri’nde renkler, danslar, müzik nefisti ama filmin neyi anlatmak istediği anlaşılmıyordu. Faslı yönetmen Latif Lahlou’nun ‘Samira’nın Bahçesi’ adlı yapıtı ise cinsel arzularını tatmin için iktidarsız kocasının genç yeğenini ayartan modern bir kadının öyküsüydü. Müslüman ülke ve kadın denince hemen ilgilenen Batılılar filmi ilginç buldularsa da öyküye inanmak biraz zordu.Yarışan kısa filmler arasında Belçika’da yaşayan Banu Akseki’nin, sıradan bir kahramanın sıradan yaşamını anlatan ‘Temizleyici Kadının Düşleri’ filmine Serra Yılmaz’ın başarılı oyunu ayrı bir tat katmıştı. ‘Beynelmilel’ ve ‘Rıza’ ile katıldığımız Dünya Sineması bölümünde gösterilen diğer filmlerden Iraklı Kürt Hiner C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 7 EYLÜL 2007 CUMA Hepsinin kaynağı Huntington... psikolojik ırkçılığın başvurmayı çok sevdiği bir örneğe dönüşmüştür. “Safkan bir Yahudi’nin kendilerine yaklaştığını hisseden kız çocuklarının ağladığı” safsatasıdır bu. Chamberlain denen bu gülünç adam ırkçılığı dış görünüşe bakarak yapmazdı. Irkı belirleyen ölçü psikolojikti ona göre. “Ağlayan kızlar” öyküsünü de bu nedenle uydurmuştur. Chamberlain’den yıllar sonra ortaya çıkmış bulunan Huntington’un, “Medeniyetler Çatışması” olarak adlandırdığı tezin de dayanak noktası budur aslında. Çatışmanın ırk üzerinden değil, din benzeri aidiyetler üzerinden gerçekleşeceğini iddia eden, sanki bunu arzularmış gibi de vurgulayan Huntington elbette dazlaklarla aynı gösteride bir arada bulunmayacaktır. Ama evlere şenlik tezi, kendilerini aynı medeniyetin parçası olarak gören farklı düşüncelerin takipçisi iddiasındakileri de aynileştirdi. Yani Hollandalı sağcı ırkçı parti ile, Hollandalı sözüm ona “sosyalist” parti, ait oldukları bu medeniyeti koruma konusunda aynı tepkileri vermektedirler. Medeniyetler Çatışması tezi, Batı’nın “sol”unu da sağını da birleştirmiş görünüyor. ??? Adında “sol” ya da “işçi” takısını taşıyan parti ya da grupların siyah, beyaz, sarı renklerden yola çıkarak değil, ama psikolojik olarak yaptıkları bir ırkçılık var, deyişim bundan kaynaklanıyor. Kültürel olarak, belli bir yaşa gelinceye kadar, önyargılarla yavaş yavaş bilinçaltımıza yerleştirilmiş bir ırkçılık bu. Karşımızdaki tehlike budur. Irkçılık karşıtı olarak kendimizi bir de bu tür bir mücadele için hazırlamalıyız. Elbette genelleme yaparak Batılı sol oluşumların tümünü en azından “pasif ırkçı” olarak değerlendirmemem gerek. Buna dikkat etmem lazım. Ama bilerek ya da bilmeyerek bu görüntüyü verenlerin kalplerinin kırılacak oluşu, solcu bile olsalar, ırkçılardan nefret eden biri olarak pek de umurumda değil benim. Ben nasıl her adımımı ırkçı sanılacağım korkusuyla dikkatli atıyorsam, onlar da öyle yapmalılar. Şimdi tüm Türklere hiç ayrım yapmadan “Atilla” diyen Yunan soluna da, antisemitizme bulaşmış ya da diğer ulusları dıştalamış, “işçi” sıfatını taşıyan Türk partisine de, adı “sosyalist” de olsa bir Türk’ü bünyesinden atmaya çalışan Hollanda partisine de itiraz etmeliyiz. Çünkü psikolojik milliyetçilik de psikolojik ırkçılık da, eli sopalı, şiddet yanlısı dazlak ırkçılığından daha tehlikelidirler. Dazlak ırkçılığının ataları binlerce yıl önce dikilitaşlara “siyah”a olan nefretlerini kazıdılar ama insanseverler, dikilitaşlara yazılı ırkçılığı silebilecek güçtedirler. Irkçılık yeter ki “bilinç”e yazılmasın. Dazlağıyla, kundakçısıyla gelen ırkçılığa karşı epeyi deneyimimiz var. “Din”le, “sol”la gelenin de icabına bakarız. Hazırım. [email protected] Salem’in ‘Tambur Vadisi’ filminde ise ‘Güneşe Yolculuk’ filminden anımsayacağımız Nazmi Kırık da oynuyordu. YARIŞMA DIŞI FİLMLER Yarışma dışı gösterilen filmler arasında Sam Garbarski’nin ‘İrina Palm’ filminde şarkıcı Marienne Faithful oyunuyla öne çıkıyordu. Rus Pavel Lounguine’in ‘Vetka Sireni’ (Leylaklar) filmi Rahmaninof’un yaşam öyküsünü yansıtıyordu perdeye. Çek yönetmen Ji ri Menzel’in ‘İngiltere Kralının Hizmetindeydim’ filmi oldukça sıkıcı bir yapıttı. Meksikalı Paul Leduc’ün ‘Coprador, Tanrıya Emanetiz’ filmi aşırı vahşet nedeniyle zor izlenebiliyordu. Taviani kardeşlerin ‘Bir Zamanlar Ermenistan Vardı’ filmi de zor anlaşılan bir yapıttı çoğu izleyiciye göre. Bu yıl vahşet ve melodramın bir araya geldiği o kadar çok film izledik ki sanki ‘vahşetli melodram’ ya da ‘melodramlı vahşet’ diye yeni bir tür doğmuştu. Festivalin sonunda En İyi Film Amerika Büyük Ödülü Belçika filmi ‘Ben X’ ile Fransız filmi ‘Bir Sır’ arasında paylaşıldı. Özel Seçici Kurul Ödülü İsrail’den Ayelet Menahemi’nin ‘Makarna’ filmine gitti. En İyi Yönetmen Ödülü İsviçreli Jacob Berger’in ‘1 Gün’; En İyi Sanatsal Katkı Ödülü İspanya’dan Ray Loriga’nın ‘Teresea’ filmlerine verildi. En İyi Senaryo Ödülü’nü ‘Samira’nın Bahçesi’ aldı. Kısa filmler yarışmasında ise birinci ödülü Banu Akseki’nin ‘Temizleyici Kadının Düşleri’ kazandı. Rock’ın yıldızları erken ölüyor 3 2 Kıbrıs Tiyatro Festivali, Ankara Devlet Tiyatroları’nın sahnelediği “Kurban’’ oyunuyla başladı. 1 4 5 1) Freddie Mercury (45), 2) Jim Morrison (27), 3) Kurt Cobain (27), 4) Jimi Hendrix (27), 5) Elvis Presley (42). Çeviri Servisi “Hızlı yaşadı genç öldü” saptaması bilimsel olarak da kanıtlandı. İngiltere’nin Liverpool kentindeki John Moores Üniversitesi’nde görevli bilim adamlarının 19562005 yılları arasında ölen 100 rock yıldızının verilerini inceleyerek yaptığı araştırma, rockçıların erken ölme riskinin ortalama insana oranla iki kat daha yüksek olduğunu gösteriyor. BBC’deki habere göre 42 yaşında ölen Elvis Presley, 45 yaşında sevenlerine veda eden Freddie Mercury, 27 yaşında yaşama veda eden üç ünlü rockçı Jim Morrison, Kurt Cobain ve Jimi Hendrix, genç ölenler arasındaki en tanınmış örnekler. Araştırma, rock yıldızlarının dörtte birinin alkol veya uyuşturucu nedeniyle öldüğünü, aşırı yorgunluk, ruhsal bozuklukların da erken ölüme götüren unsurlar arasında olduğunu gösteriyor. Her ne kadar 83 yaşında ölen John Lee Hooker gibi uzun yaşayanlar da olsa ABD’li yıldızların ortalama yaşam süresinin 42, Avrupalılarınkinin ise 35 olması rock yıldızlarının genç öldüğü gerçeğini değiştirmiyor. KKTC’ de 5. Uluslararası Tiyatro Festivali LEFKOŞA (AA) Lefkoşa Türk Belediyesi, Gazimağusa Belediyesi ve Girne Belediyesi’nin ortaklaşa düzenlediği 5. Uluslararası Kıbrıs Tiyatro Festivali, Ankara Devlet Tiyatroları’nın, Ayşe Emel Mesci’nin sahneye koyduğu Güngör Dilmen’in “Kurban’’ adlı oyunuyla başladı. Yakın Doğu Üniversitesi Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde oynanan “Kurban’’ı, KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Eröz ile diğer davetliler ve çok sayıda sanatsever izledi. KKTC, Türkiye, İtalya ve Rusya’dan tiyatro sanatçılarının katıldığı, 28 Eylül’e dek sürecek olan festivalde 11 oyun sanatseverlerle buluşacak. rkçılık denen aşağılık tutumun sadece günümüze ait olmadığını söylemeye gerek yok. Françoise de Fontette, “kesin ama unutulmuş” çok eski bir kanıttan söz eder. İsa’dan Önce 19’uncu yüzyılda Firavun III. Sesostris’in Güney Mısır’da diktirdiği dikilitaşlardan birinde şu yazılıdır: “Ticaret merkezlerinde, alışveriş yapmak için gelmek isteyenler dışında, bu topraklardan kara yoluyla ya da nehir yolundan kayıkla geçiş siyahlara yasaklanmıştır.” Bunun sadece ırkçılık olsun diye değil, düzeni korumak için yazıldığını söyleyen Fontette’e şaşırdığımı belirterek ekleyeyim: Irkçılık her zaman buna benzer gerekçelerle yapılır zaten. Binlerce yıl sonra bugünün ırkçısına baktığımızda, onların da yabancıları “toplumu kirleten unsurlar” olarak değerlendirdiklerini görürüz. Firavun zamanındaki gibi anıta ya da kağıda yazılı ırkçı bir belge yok günümüzde ama, özellikle Batılı toplumlarda her zaman yükselmeye hazır ırkçı bir damar hep mevcut. Zaman zaman da ortaya çıktığını görüyoruz zaten. İsveç’deki aşırı sağcı partinin liderinin açıklaması pek yeni. İsveç milli takımında çok fazla “çikolata renkli” futbolcu oluşundan yakınıp, “sayılarının azaltılması” gerektiğini söylüyor. Bir rastlantı sonucu İsveçli doğmuş oluşunu fazlasıyla abartan ırkçı bir aptal bu nihayetinde. Es geçmeyelim ama fazla da takılmayalım, çünkü ırkçılığın bu tür salak adamların yaratacağı tehlikeden daha fazla tehlikeli bir başka türü var. Asıl mücadele edilmesi gereken de o. Karşımıza, gamalı hacıyla, dazlak kafasıyla çıkan ırkçılığa karşı binlerce İnsanseverle direnmek her zaman mümkün. Ama öteki tür ırkçılık olmadık yerde çıkıyor karşımıza. Bilinen mücadele yöntemleri de pek etkili olamıyor. Şimdilik tabii. ??? Hollanda’da adı sözüm ona “Sosyalist” olan bir parti, bu partinin seçmeninin doğrudan tercih ederek seçtiği Türk kökenli politikacı Düzgün Yıldırım’a, seçilerek geldiği sıradaki yeri bırakması için baskı yapıyor. Adında solu çağrıştıran takılar bulunan, ama düpedüz ırkçılık yapan bir dolu parti olduğunu bilmeme karşın, solcu ruhumu elbette yaralayan bir durumdur bu. Bizde de adı “İşçi” olup da ultra milliyetçilik yapan parti yok mu? Şimdi “solcu”luklarına rağmen milliyetçilik, giderek ırkçılık yapan partilerin ırkçılığı ne tür bir ırkçılık acaba? Yukarıda değindiğim, karşımızda açık seçik durandan daha tehlikeli dediğim ırkçılık bu işte. Yani “psikolojik ırkçılık.” İngilizlerin H.S. Chamberlain adlı bir bilim adamları (!) vardır. Bilim adamı olması tüm ırkçılar gibi salak olmasına engel değil tabii. Bu zatın derdi, yabancı unsurlara, yani Roma Katolik düşüncesi ile Museviliğe karşı Germen ırkının korunmasıydı. Bu nedenle zaten gidip Alman uyruğuna bile geçti. 1927’de öldüğünde cenazesine Hitler’in de katıldığı biliniyor. Bu zatın uydurduğu bir öykü, I ugün izninizle birazcık sosyologluk yapmaya karar verdim. Bu kararımda her şeyi bilen ve Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilince, onunla nasıl kanka olduklarını anlatmak için adeta yarışa giren çok kıymetli köşe yazarlarının önemli katkısı oldu. Abdullah Gül’le kanka olma şansımız olmadığına göre bize de bu iş kaldı. Başlıyorum: Efendim genetik kodları bir türlü çözülemeyen Türkiyelilerin en önemli özelliklerinden biri, hiç kuşkunuz olmasın, her türlü ideolojiyi kendilerine göre yorumlamaları ve tabiri caizse her daim biraz sulandırmalarıdır. Bu konuda en çok İtalyanlara benzeriz. Burada iddiam için bazı önemli bilgiler vermem gerekecek. İkinci Dünya Savaşı sonlarında Berlin’e Amerikalılardan önce girmeyi başaran Rus birliklerinin yaptıkları ilk iş, Nazi arşivlerini, yani kilometrelerce filmi ve binlerce fotoğrafı Moskova’ya götürmek oldu. Yaptıkları her işi belgeleyen Naziler, öylesine mükemmel bir arşiv bırakmışlardı ki, bu malzemenin yardımıyla Ruslar “Sıradan Faşizm” adlı mükemmel bir belgesel yaptılar. Toplam 12 saat süren bu insanlık adına utanç dolu sahnelerden oluşan belgeselin en ilginç görüntüleri Berlin Olimpiyat Stadı’nda yapılan toplu kutlama B AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Türban Provaları üç darbe oldu ve hiçbiri başka ülkelerdeki darbelere benzemedi. Bugünlerde soldaki ilerlemelerini hayranlıkla, hatta biraz da kıskançlıkla izlediğimiz Latin Amerika ülkelerinde, hepimiz biliyoruz ki, darbeler çok şiddetli ve acımasızdı. Seçilmiş devlet başkanları öldü. Binlerce kadınerkek ve çocuk öldürüldü. Biz de çok acılar çektik ama bizde hiçbir şey o kadar sert değildi ve bir süre sonra da darbemiz kendimize benzedi; öyle ki dünyanın her yerinde darbe yapanlar vatan haini ilan edilip yargılanırken biz darbecibaşımızı neredeyse başımızın üstünde taşıyıp duruyoruz. Şimdi sıra türbanın, dolayısıyla bir başka ideolojinin bize benzetilmesine geldi. Öyle ki, anlı şanlı gazetelerimiz, sosyetemizin ünlü simalarına fotomontaj yoluyla türban giydirip, en çok hangisine yakıştı diye kapak yapmaya baş ve kitap yakma törenleriyle ilgiliydi. Naziler, ellerinde meşaleler stadın ortasında kocaman bir gamalı haç çizmişlerdi. Yaptıkları işi öylesine ciddiye almışlardı ki, gamalı haç adeta bir cetvelle çizilmiş gibi mükemmeldi. Filmin devamında İtalyan faşistleri de Roma Stadı’nda aynı haçı çizmeye çalışıyorlardı ama asla başaramıyorlardı, haç her bir yarından sarkıyordu, olmuyordu işte, faşizm İtalyan ruhuna uygun değildi. Bunları neden anlattım? Konunun başında demiştik, Türkiyeliler her türlü ideolojiyi kendilerine benzetirler. Bu örnekten sonra sıra bize gelecek. Şimdi hep birlikte şapkayı koyup düşünelim, örneğin Batılılaşalım derken, her şeyin dozunu kaçırıp tam bir Batı hayranı ve ne yaptığını pek bilmeyen kararsız bireyler haline gelmedik mi? Açıkça konuşalım, bizde ladılar. Türbanlı sosyete fotoğraflarına bakarken ansızın aklıma iki kez gittiğim İran’dan görüntüler düşmeye başladı. Makyajlı yüzlerine türban takmış İranlı kadınlara rastladığımda çok yadırgamıştım. Onlar İslam Devrimi’nden sonra iyice zenginleşen fıstık tüccarlarının karıları ve yakınlarıydı. Gün onlarındı; hiç unutmuyorum, İran Havayolları’yla dönüyordum, uçak İstanbul’a yaklaşırken uçaktaki kapalı kadınlar bir bir tuvalete gidip, daha sonra başlar açık, pür makyaj ve kısa eteklerle gelip koltuklarına oturmuşlardı. O zaman bu ikiyüzlülük karşısında çok şaşırmıştım ama İran’da başka kadınlar da görmüştüm, gencecik kızlar da. Onlar simsiyah çarşaflarıyla her yerdeydiler. Sinemacıydılar, öğretim görevlisiydiler, işçiydiler, öğrenciydiler ve hepsinin ortak noktası antiemperyalist olmalarıydı. Ve onların çifte standartları yoktu. Şöyle düşünmüştüm; işte Amerika’nın kızdığı bunlar! Bizde durum şimdiden belli; türban giymiş bir sosyete ve onu taklit eden yeni zenginler Amerika’yı hiç kızdırmayacak, varsın olsunlar, Türkiye’de antiemperyalist kara çarşaflıların sayısı nedir ki? Yaşasın Türkiye’nin yeni türbanlıları! Kum taneleri düşten heykel olunca BOCHUM Bochum kentindeki Kemnader See alanında düzenlenen ve 7 bin metrekarede binlerce metreküp kum kullanılarak yapılan heykellerin sergilendiği “Birinci Ruhr Bölgesi Kum Festivali”, 9 Eylül’e dek izleyenleri büyülemeye devam edecek. Aralarında dünyaca ünlü Rus sanatçı Pavel Zadanyuk ile Hindistan’ın yıldız sanatçılarından Sudasen Pattnaik’in yanı sıra Fas, Hollanda, Danimarka, Almanya, Avusturya’dan 23 yaratıcının kum kararak yaptıkları, fantastik gerçekçiliğin bugünü yorumlayan figürleri, deniz ve suyun derinliğinden izler taşıyor. Ophelia’nin içli masalı, 12 sanatçının ortak gücünden çıkma Odisseus serüveninin merakı yenileyen tükenmezliğini anlatan formlar, yeri daraldığı için öfkelenen deniz kralı... Denizler altının kuytularından kurgulanmış heykellerin en güncellerinden biriyse ABD Başkanı Bush’a ait. Uğradığı saldırının izleri giderilmeye çalışılan heykelde Bush, bir metafor olarak ahtapota benzetilmiş. Ahtapotun kollarında pimi çekilmemiş bomba, mısır koçanı ve medyanın ele geçirilmişliğine tercüme olarak da bir televizyon ve kanal adı yer alıyor. (Belkıs Önal Pişmişler) [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle