02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 EYLÜL 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Şairlere Her Yer Durak... Enis BATUR Mahrem Yazı ir yapıtın anlaşılmasına katkıları nedeniyle yan ürünlerin (günlük, defter, mektup) önemine değindiğim, Kafka üzerine çıkmamı okumuş. Bana bu yaklaşımı yakıştırmadığını belirtme gereksinmesini duymuş: “Neden yazarın mahremi okuru ilgilendirsin” sorusuyla yüzleşmemi diliyor. Okur, neden bütün okur haklarını şahsında toplamaya kalkışır? Satranç oynayacaksak, bu da benim hamlem olsun. Yazarın mahremi bazı okurları ilgilendirir, bazılarını ilgilendirmez bir kere. Okur, yazarın mahremine, evinin kapısını kırarak, aralık penceresinden içeri dalarak, dürbünle evini gözetleyerek giriyorsa patolojinin alanına geçmiş demektir. Aynı yorumu, günlüğünü yayımlamış bir yazarın kitabını okuduğu için yapamayız sanırım. Yazarın, ölümünden sonra, isteği hilafına okur önüne çıkarılmış mektuplarını edinmek de etikdışı davranış kapsamına girmez bana kalırsa. Ama, birini ya da öbürünü, gerekli gördüğünde ikisini de okumayı kişisel gerekçeleriyle reddeden okura olsa olsa saygı duyulur. En doğrusu, kimsenin işine karışmamak. Öbür türlü, okurun mahremi de yaralanır. Gelgelelim, sorun burada bitmiyor galiba. “Neden yazarın mahremi okuru ilgilendirsin” sorusunda, bazı yazar örneklerine yönelik bir salvo da var. Satır arasından (çok da değil ayrıca), neden mahreminizi açıyorsunuz, neden şiir ya da öykü, roman ya da deneme yazmakla yetinmiyorsunuz soruları da sızıyor, görünen soruya eşlik ediyorlar. Burada da bitmiyor bana kalırsa: Şiire, anlatıya, denemeye gerekmedikçe “ben”inizi bulaştırmayın Michel Leiris B dileği de çıkacak ortaya, biraz kazırsak. Tutarlı bakışaçısı, ayrıca: Yazar, mahremini esirgeyecekse, bir maskeli balo hilesine başvurmamalı. Benzer tavrı benimsemiş yazarlar azınlıkta değil, öte yandan. Kendilerini, hayatlarını, özel ve mahrem cepheyi üretimlerinden uzak tutmayı yeğliyor, bunu bir yazar duruşu olarak görüyor, savunuyorlar. Aralarında, “başkasının işine karışmam” diyenlere rastlıyoruz, bir de çıkışanlar oluyor: Mahrem yazı bir tür teşhircilikle özdeşleşiyor onların gözünde. Kendi payıma, ısrarlıyım: Okurun da, yazarın da işine karışmayı yersiz ve dayanaksız bir yargıçlık türü sayıyorum lüksünüzü kullanın, öyle şeyler okumayın, yazmayın; ama saha komiserliğini üstlenmeyin. Mahrem yazı teşhir kaygısıyla çakıştırıldığında, öyle örnekler bir dolu olsa da, insafsızlık sınırı genişler. Kafka'ya dönelim: Günlüğü, defterleri, yayımlanmalarından sorumlu olmadığı mektupları, onu teşhirci kategorisine sokmak için yeterli midir? Michel Leiris'in yaşamöyküsü, Nabokov'un yazışmaları, Styron'ın ya da Tezer Özlü'nün yaşantı ve deneyim eksenli metin Kafka leri gözden çıkarıldığında edebiyat kavruklaşmaz mı? Mahrem yazı, gezi edebiyatında, portre metinlerinde, yaşamöykü çalışmalarında, kaçınılmaz durum, devrededir. Tümünü saf dışı bırakacak mıyız? Sorunu 'derece'lendirme ölçütlerine dayandırmak bir yol şüphesiz, iyi de doğru dozu kim tayin edecek yazarın kendisi değilse 'yetkili merciler' mi? Yineliyorum: Yetki yazarın, sonra da okurundur, meşreplerine göre doz ayarları yaparlar, yapacaklardır. Mahremine bizim ölçülerimize göre sokulmuş yazar, kendi mahrem bölgelerimize bakışımızı etkiler. Bizim ölçülerimizden taşarak sokulmuş yazar rahatsızlık doğuruyorsa içimizde, bundan yararlanabilir, yasaklarımızı tartabiliriz. Bu bağlamda dikkat gerektiren, özen isteyen sorun, yazarın kendisinden kaynaklanmıyor bana kalırsa; yazarın mahremini eşeleyen “öteki göz”ün yaklaşımına farklı ölçütlerle bakılmalı: Buna hakkı var mı sorusu bana çok önemli görünüyor. Yaşamöykü yazınında, böylesi bir Nabokov tehlike bölgesi, mayın döşeli alanlar bekliyor okuru. Bu da benim hakkım, diyebiliyor kimileri. Hukuksal statü apayrı iş, bir uzmanlık cephesi getiriyor; etik statü öyle değil. O senin hakkınsa, akbabalığına diklenmek de okurun hakkı. Demek, her şey, bir yerli yerine oturtma inceliğine dayanıyor. Bir sonraki hamleye gelelim: Namahrem yazı var mıdır? Styron Tezer Özlü Karanlıkta Mum Işığı/ Afet K. Akyol/ Bilgi Kitabevi/ 360 s. “Yazdıklarımın tamamı gerçek olaylar ve benim iç dünyamda yaşadıklarım, başarılarım, başarısızlıklarım, kendimle kavgalarım, dalga geçmelerimdir. Hiç abartmadan yazıya döktüm. Her öykü kitap konusu olabilirdi. Ben kısa kısa anlattım, çok konuya değinmek istedim. Anlattıklarım, bizlerle veya yakınlarımızda olan psikolojik sorun ve hastalıklardır.” Bu kitapta Afet K. Akyol’un öyküleri yer alıyor. Alıklar Birliği/ John Kennedy Toole/ Çev.: Püren Özgören/ Merkez Kitaplar/ 386 s. “Alıklar Birliği”nin kahramanı, obur, aksi, tembel, bencil, her şeye karşı, her şeyden hoşnutsuz ve toplum düşmanı olan Ignatius’tur. Annesi mutlaka bir iş bulup çalışması gerektiğini söylerken, kız arkadaşı cinsel güdülerini serbest bırakırsa bütün sorunlarının çözüleceğini düşünür. Ama Ignatius tamamen eşcinsellerden kurulan ordularla dünyanın barış dolu bir yer olacağını iddia eder ve bunu gerçekleştirmek için eşcinselleri örgütlemeye çalışır... Sırlar Oteli/ Elmore Leonard/ Çeviren: Lale Bulak/ Doğan Kitap/ 250 s. Dennis Lenehan, hayatını kule atlayışı yaparak kazanır. Tunica Missisipi’de bölgenin en büyük kumarhanesi Tishomingo Otel ve Casino’da gösteriye çıkacaktır. Bir gün, antrenman sırasında kuleden aşağı bakar ve bir cinayete tanık olur. Katil, Dennis’i fark eder. O andan sonra Dennis’in hayatına siyah mafya üyeleri, Delta blues şarkıları, patronun aldatan karısı ve kötü adamların güç gösterileri girer. Dennis, bu karmaşadan kurtulmak için dâhiyane bir plan yapar... Vadideki Aslan/ Elizabeth Peters/ Çeviren: Dost Körpe/ Maceraperest Kitapları/ 389 s. “Emerson hızla döndü. Kılıçlardan birini bırakarak kapıyı kapadı... Sürgüyü takar takmaz, kapı diğer taraftan yapılan vahşi bir saldırının etkisiyle sarsılmaya başladı. Sonra Emerson tekrar döndü. Dosdoğru bana baktı. Amelia diye haykırdı. Üstüne bir şeyler giysene, Tanrı aşkına!” Elizabeth Peters, romantizmle macerayı bir araya getiriyor bu kitapta. Göldeki Kadın/ Raymond Chandler/ Çeviren: Gül Bostancı/ PMP Basım Yayın/ 243 s. Philip Marlowe, Los Angeles’in taşrasında gezinir ve kayıp bir sarışın kadının izlerini dağların arasına sıkışmış güzel bir gölün kenarında arar. Kentte binalardan oluşan gürültülü cangılın yerini burada gerçek ağaçlardan oluşan huzur dolu bir orman alır. Gittiği her yere huzursuzluğunu da götürür. Ormandaki dinginlik de en kısa sürede insan eliyle bozulur. Gittiği her gölün içinden bir kadının cesedi çıkarılır ve Marlow, hem aradığı kadını, hem de göldeki vahşi sarışının katilini bulmak için, her şeyin başladığı yere, kente geri döner; çünkü karanlığın kalbi vahşi doğada değil, insanın yarattığı uygar kentlerin tam göbeğinde yatar... Bedel/ Martina Cole/ Çeviren: Pınar Öcal/ Altın Kitaplar/ 527 s. Freddie Jackson hapisten çıkınca kendini yeraltı dünyasının kralı sanır. Cezasını çekmiştir. Artık yaptığı doğru bağlantıları harekete geçirme zamanı gelir. Karısı Jackie ise kocasının dizinin dibinde oturmasını ister. Kavgaları, şiddeti ve kadınların Freddie’nin peşinde koştuklarını unutur. Kıskanç, kindar ne yaptığını bilmeyecek kadar dengesiz olan Jackie, kız kardeşi Maggie’nin yıldızı parladıkça kendi yaşamının paramparça oluşunu çaresizlik içinde izler. Freddie’nin kuzeni Jimmy’ye âşık olan Maggie yaşamını ablası gibi berbat etmemeye kararlıdır... Âfir/ Kathryn Fox/ Çeviren: Alper Gadiş/ Doğan Kitap/ 338 s. Patolog Dr. Anya Crichton, erkek egemen bir alan olan adli tıp biriminde kendini ispat etmeye çalışan başarılı bir kadın dedektiftir. Bir yandan ev kirasını zamanında ödemeye uğraşırken diğer yandan da üç yaşın daki oğlunun velayeti için eski kocasıyla mücadele etmektedir. Bulduğu kanıtlar büyük bir davanın çözülmesinde önemli bir rol oynayınca yıldızı bir anda parlar ve karanlıkta kalmış pek çok vaka ona verilir. Lübnanlı bir genç kızın aşırı uyuşturucudan ölü bulunduğu bir soruşturmayı yürütürken, bulduğu kanıtlar birtakım rahatsız edici sonuçlar doğurur. Bu üzücü ve trajik ölüm ile aslında birbirinden bağımsız gibi görünen bazı intihar vakaları arasındaki ürkütücü benzerlikleri fark eder. Meslektaşı ve arkadaşı Komiser Kate Farrer, tüm bu olayların arkasında muazzam bir şeytani güç olduğunu düşünmektedir. Anya Crichton, her bistüri darbesinde yeni kanıtlara ulaşmaktadır; giderek uğursuz bir entrikanın içine çekildiğini fark eder. Ortaya çıkan yıkıcı gerçekler onu çoktan, bir daha gün ışığını göremeyeceği derin bir karanlığın içine çekmeye başlamıştır bile… Kuvayı Milliye'nin Aydın'da Doğuşu/ Sadettin Demirayak/ Kendi Yayını/ 572 s. “4 Eylül 1919' da Sivas Kongresi'nde Mustafa Kemal Paşa Dalamanlızade Mehmet Şükrü Bey'e Kuvayı Milliye'nin Yunanlılarla savaşlarını sorduğunda, Mehmet Şükrü Bey'in Aydın savaşlarını anlatması üzerine Mustafa Kemal; İstanbul'da şurada burada mitingler yapıldı, Yunan işgali protesto edildi. Fakat sizin Aydın Kuvayi Milliye cephesinde patlattığınız silahların sesleri Versay Sarayı'nı çınlattı. Şu hareketinizle vatan ve millete iyi hizmetler yaptınız demiştir. “Yunan işgali altında yaşamamak ve evlatlarını yaşatmamak amacıyla kendilerini feda eden Aydın'ın kahraman askerlerini, efelerini ve sivil halkı tanımayı ve anlamayı amaçlıyor “Kuvayı Milliye'nin Aydın'da Doğuşu”. ankurtaran tren istasyonunun yanında bir mezar vardır. Bu mezarın taşında yazılanları ancak dikkatli gözler okuyabilir: “Fatih şehitlerinden Ali Baba / Ruhuna Fatiha” İstanbul’un fethi sırasında, sur dibinde ölmüş Ali Baba. Görememiş kentin alınışını. Gömüldüğü yer unutulmamış Ali Baba’nın. Bunu, kentin tarihine, kültürüne sahip çıkan yöneticilere mi borçluyuz?.. Hayır!.. Mezar taşında şunlar da yazılıdır: “Uğur Boyahanesi tarafından yapılmıştır.” Ali Baba’nın mezarı yanından geçerken şu soruyu sorarım kendime: “Fatih’in sponsoru kimdi acaba?..” Bir “ticarethane”ye dönüşen İstanbul’da kültür değerlerini korumak, parası olan işadamlarına düştü ne yazık ki. Bu konuda herkesin gözü önünde olan örnek Kız Kulesi’dir. Tarihi yapının, dalgaların yüzyıllardır bir kuyumcu gibi işlediği, şekillendirdiği kayalıkları betonla örtüldü. Yetkililer böylelikle, ziyaretçilerin yosunlara basıp denize düşmelerini engellediklerini söylüyorlar. Denize atılan kazıklar ve üstüne dökülen asfalttan oluşan sahil yollarıyla kayalıklarını, yosunlarını yitirdi İstanbul. Bir Kız Kulesi’nin kayalıkları vardı; onları da yuttu “beton” denilen canavar. Oysa, bir fok balığının heykelini koymalıydık Kız Kulesi’nin kayalıklarına. Kaç kişi anımsar ki, Boğaz’ın simgesi olan fok balıklarını?.. Yazın Tuzla ve Adalar sahillerinde, kışın da yalıların kayıkhanelerinde barındıklarını?.. İstanbul’un son fok balığı, yetmişli yılların başlarında yaşıyordu. Para karşılığında gösteriler yapıyordu Galata Köprüsü’ne bağlı bir mavnanın içinde… “Yaşar”… Evet, Yaşar’dı adı… Şiirlere bile girmedi İstanbul’un fok balıkları. Attilâ İlhan’ın şu dizelerine sığınan bir fok balığı gülümser bizlere: iyimser bir mayıs karanlığında bildik İstanbul’un fok nefesleriyle bomboş gemiler yelkovan rıhtımında Fok balıklarını yitirdi İstanbul ama, Asmalı Mescit Sokağı’nda bulunan Önay Apartmanı’nda “Fok” adlı bir kürk evi vardır!.. İstanbul’un yeni yerleşim alanlarına Rumeli Kavağı, Çınaraltı, Söğütlüçeşme, Sakızağacı, Cevizli, Acıbadem gibi adlar konulamıyor. Çünkü hepsi de, kesilen ağaçların yerine inşa edilmişlerdir. Kız Kulesi’nde ağaçların olduğu da unutuldu üstelik!.. Evet efendim, Kız Kulesi’nde ağaçlar vardı bir zamanlar. 1680 yılında yapılan bir İstanbul haritasında sözünü ettiğimiz ağaçlar görülebilir. Bu harita, Ekrem Işın’ın “İstanbul’da Gündelik Hayat” adlı kitabının 37. sayfa C sında yer almaktadır. Salâh Birsel de, Üsküdarlı bir halk şairinin, Kız Kulesi’ndeki iğde ağacına yazdığı bir şiirden söz eder denemelerinde!.. Şu sokak adlarına ne buyrulur: “Simitçi Tahir Sokağı”… “Simitçi Şakir Sokağı”… “Simitçi Salih Sokağı”… Günümüzde bir sokağına simitçi adı konulur mu İstanbul’un?… Hadi simitçiden vazgeçtik, bir kitapçının adını yazabilir miyiz, yeni açılan sokakların tabelalarına?… Biz en iyisi “Kitapçı Kazım” ve “Kitapçı Mehmet” sokaklarının adlarını koruyalım, yeter!.. Seyyar yoğurt satıcıları geçerdi sokaklardan. Ellerinde çıngırakları bağırırlardı “Kaymak yoğuuuurt” diye… Serencebey Yokuşu’nda oturan Cemal Reşit Rey öylesine etkilenir ki bu sesten, piyanosunun başına geçer ve bir prelüd hazırlar. İstanbul’da yaşayan müzisyenler, güzel havalarda odalarının pencerelerini açtıklarında, markete yoğurt getiren kamyonetin sesini duymaktadırlar. Galata Köprüsü üstünde bir güvercin gagası ya da tavşan ağzıyla küçük kâğıtlara yazılan şiirleri çektiren maniciler de kalmadı artık. Vapurlarda şiirlerini satan “Şiir yazarı Manisa Kırkağaçlı şair” Muharrem Coşkun da görülmez oldu nicedir. Ama, Hüseyin Avni Dede Çınaraltı’nda, Nurullah Can Bahariye’de şiir kitaplarıyla sergi açıyor yine de!.. Hüseyin Avni Dede dedim de, Orhan Veli geldi aklıma. Şair, nasıl da iddialıdır “Sakal” adlı şiirinde: Hanginiz bilir benim kadar Karpuzdan fener yapmasını Sedefli hançerle üstüne Gülcemal resmi çizmesini Ne de olsa çocukluğu Beykoz’da geçmiştir Orhan Veli’nin. Karpuz tarlalarıyla ünlüydü Beykoz. O tarlalarda oynayan her çocuk gibi karpuzdan fener yapmakta ustaydı Orhan Veli. Üstelik, hançerle Gülcemal’in resmini de çizerdi fenere. Gülcemal’in bir gemi olduğunu bilmiyor, Orhan Veli’nin yeni okurları. Şairin Aşiyan’daki heykelini görenler de onu bol paçalı pantolon giyen biri sanırlar. Oysa Orhan Veli kısa, dar paçalı pantolon giyerdi. Eskiciler bu yüzden, parasız kalıp satmaya götürdüğünde, pantolonlarını almak istemezlerdi Orhan Veli’nin.. Tramvay, Abdülhak Hamit’in evinin önünden geçtikten sonra durakta dururmuş. Şair, durakta iner ve geriye doğru yürürmüş. Bir gün, tam evin önünde tramvay durur ve kapılar açılır. Abdülhak Hamit “Neden durduk? Durağa gelmedik ki!..” diye sorduğunda, şu karşılığı alır vatmandan: “Beyefendi, bizim için şairlere her yer duraktır”… Ölümünün 95. yılında Müfide Kadri Hanım Kültür Servisi Eczacıbaşı Sanal Müzesi, öncü kadın sanatçımız Müfide Kadri Hanım’ı ölümünün 95. yılında, 16 yapıtının imgelerini ve onun hakkında bilinenleri, yapıtlarına ilişkin bazı yorumları bir araya getirerek anıyor. www.sanalmuze.org internet adresinde yer alan serginin küratörlüğünü üstlenen Haşim Nur Gürel, Müfide Kadri’nin hatırasını ve yapıtlarını canlı tutmayı amaçladıklarını belirterek, şunları ifade ediyor: “(...)Sayın Nüvit Özdoğru 1990’da yazdığı yazısını şöyle noktalamıştı: ‘Gönül ister ki, doğumunun 100’üncü yılından çok önce ilgili Türk bilim ve kültür kuruluşları seferber olsun, Müfide Kadri Hanım’ın resimlerinin kimlerin elinde olduğu saptansın, 1990 yılında da bir kapsamlı katalog basılsın, kongreler düzenlensin ve bu dramatik yaşamdan bir biyografik film yapılsın, bu film televizyonda gösterilsin, sonra da bütün dünyaya armağan edilsin! Bu saydıklarımız olmayacak şeyler değil. Hâlâ yapılabilir; yeter ki meram edilsin ve kendi değerlerimize sahip çıkılsın!’ On yedi sene sonra onun bu dileklerine katılmamak elde değil, belki de düzenlediğimiz sanal sergi beş yıl sonra Müfide Kadri’nin 100. ölüm yıldönümünde yapılacak bu gibi gerçek etkinlikler için bir ilk adım, bir ilk ivme olur; nasıl rahmetli Nüvit Özdoğru’nun yazısı bu sanal sergi için bir ivme olduysa…”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle