Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 EYLÜL 2007 CUMA tarihçe PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU YeniçeriBektaşi ilişkisi Erdoğan AYDIN Devletleşmenin gereği olarak kendisi Ortodoks İslâm’a yönelen Osmanlı, dönemin en önemli Bâtıni akımı Bektaşiliği de, fethettiği toprakların kolonizasyonu ve oralardan devşirdiği Yeniçerilerin şekillendirilmesinde bir araç olarak kullanacaktı. Osmanlının ilk dönemlerde halka Sünnilik dayatması yapmaması ve kendisiyle işbirliği yapanları fetihlerden paylandırması Bektaşileri yedeklemesini kolaylaştırıyordu. İşbirliği yapmayanları ise, Abdal Musa örneğinde de gördüğümüz gibi yaşam hakkı tanınmayarak sıkıştıracaktı. Buna karşılık Bektaşiler de, halkla aynı dinsel algıyı paylaşmaktan ve Hıristiyan inancıyla kolay etkileşim kurmaktan gelen güçleriyle, Osmanlının halk üzerinde denetim kurmasını ve Balkanların kolonizasyonunu kolaylaştırıyordu. Gazadaki etkinlikleri yanında “mevcudiyetleri ihmal edilemeyecek miktarda” olan (Mustafa Akdağ) Bâtıni inançlı halkın örgütü olarak yükselen Bektaşilik, böylece Osmanlıya paralel kurumsallaşacaktı. Aşıkpaşazade’de geçen, “Abdal Musa’nın Orhan Gazi zamanında bazı savaşlara katıldığı, bir savaşta başından tacının düştüğü, Yeniçeri’nin birinden börkünü alıp başına geçirdiği ve bundan sonra Yeniçerilerin kendilerini Hacı Bektaş Veli’ye bağlı saydıkları” şeklindeki aktarım, Yeniçeri geleneğinin daha Orhan Bey zamanından başlayarak Bektaşi Dergâhı ile kurduğu manevî bağa işaret etmektedir. Bu anlatımdan Abdal Musa’nın ilk savaşlarda büyük bir prestij ve etki alanı kurduğu sonucu çıkarmak mümkün. Bektaşilerin gazalara önemli bir katılımı vardır ve bu gerçeklik üzerinden ordunun kurumsallaşması da bu prestiji yedekleyerek şekillendirilmeye çalışılacaktır. Kurulacak özel ordu için “Hacı Bektaş’tan el alma” söylemi de bu bağlamda geliştirilecektir. Kuşkusuz işin içine efsane ve yanlış bilgiler de girer. Ama bu yanlışlar sonraki dönemde, “her sınıf ve sanatın bir piri olmak akidesine istinaden” Ocağın Bektaşi Dergâhına bağlandığı gerçeğini değiştirmiyor. Kavanini Yeniçeriyan’da, “Yeniçerilerin durmada ve oturmada kanun ve kaidelerinin Hacı Bektaş Fukarasının kullandığı kanunlar olduğu yazılmaktadır.” Esasen “Yeniçerilerin Bektaşilikle alâkaları ocaklarının kaldırılmasına kadar sürdüğü” görülecek ve tüm bu süreçte “Bunların ocaklarına‚ ‘Ocağı Bektaşiyan’ ve kendilerine de ‘Taifei Bektaşiye’, ‘Güruhi Bektaşiye’ denirdi.” ( İ. H. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, s.149150) Diğer kaynaklardan da Yeniçerilere, “Hacı Bektaş Kuçekleri”, Yeniçeri Ocak ağalarına “Sanâdidi Bektaşiyan”, Ocağa da “Dudmanı Bektaşiyye” dendiğini öğreniyoruz. U MEYDANDA NİCE BAŞLAR KESİLİR Bu noktada I. Melikof; “İlk Osmanlı Sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslâmlaştırmakla görevli kolonizatör dervişler olan Bektaşi Tarikatı, XIV. yüzyılda Yeniçeriler ordusuna bağlandı. Osmanlı gücünün kolu ve seçkin ordusu Yeniçeriler, İslamı kabul etmiş Hıristiyan çocuklar arasından devşirilmekte ve Türk çevrelerde yetiştirilmekte idiler. Bu asker ocaklarının, yeni alınan ülkeleri İslâmlaştırmakla görevli bir dervişler tarikatına bağlanışının açıklaması buradadır. Böylece Bektaşiler, yeni alınan ülkelerde, Osmanlı propagandasının aracı oldular. Tarikatın Balkanlar’da ve Arnavutluk’ta gelişmesinin sebebi de budur” (Uyur İdik Uyardılar, s.108) diyecektir. Böylece Osmanlı’nın savaşçı, baskıcı ve kolonizatör kimliğine yedeklenme durumuyla karşı karşıyayız; ki bu, barışçıl/pasifist bir dünya görüşünün mimarı olan Hacı Bektaş adına büyük bir trajedidir. Bu noktada vurgulanması gereken bir diğer durum da, Bektaşi Dergâhı’nın, Vefailik, Babailik, Kalenderilik, Hayderilik, Hurufilik vb. Bâtıni “tarikatları arasında en mühimi değil” iken, devletle bu özdeşleşme sayesinde “1416. asırlar arasında (...) diğerlerini kendi içine alıp erittikten sonra” (F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 103) en yaygın ve etkin tarikat niteliği kazandığı gerçeğidir. Ancak Osmanlı işbirliğiyle büyümenin bir de faturası olacaktır; ki bu, Bektaşi hümanizminin terki ve içinden çıktığı Anadolu Alevilerine yönelik pek çok katliamın uygulayıcısı olan Yeniçeri’nin yatağı olmaktı. Dergâhın bu tavrı, toplumun Sünnîleştirilmesi sürecinde, halkın ideolojik ve moral direncini kıran önemli bir faktör olacaktır. Bâtıni inancında ısrar eden halkın, ekonomik olanak ve can güvenliğini yitirdiği süreçte, Bektaşi Dergâhı, İstanbul başta olmak üzere geniş bir örgütlenme olanağıyla ödüllendirilir. Alevîler, şehirlere giremez, hatta timar sisteminin bile dışına atılırken, Bektaşilik Osmanlı’nın başkentinde Yeniçeriyle birlikte ‘hizmet’ vermiştir. Yeniçerilerin içeride ve dışarıda çıkılan fetih ve tenkil seferlerine şu Bektaşi Gülbankını okuyarak gitmesi çarpıcıdır: “Allah Allah İllallah Baş uryân, sine puryân, kılıç al kan Bu meydanda nice başlar kesilir olmaz hiç soran Eyvallah... eyvallah Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan Kulluğumuz padişaha ayân Üçler, yediler, kırklar Gülbangı Muhammedi, Nuri Nebi, Keremi Ali Pirimiz, sultanımız hünkâr Hacı Bektâşi Veli Demine devranına hu diyelim Huuuuuuu...” C İnsanlar Değişiyor 13 BALIM SULTAN MİSYONU 15. yüzyıl sonları, Anadolu halkının Osmanlıyla ilişkilerinin koptuğu, hem çok ağır ekonomik koşullarda yaşamaya mahkum edildiği hem de “defter edilip” onbinlerce öldürüldüğü bir dönemdir. Bu sırada doğu Anadolu’da yükselen Safevi egemenliği ise, halkın Osmanlıya karşı direnişinde ciddi bir moral destek olacaktır. Osmanlı ise, halkla arasında giderek belirginleşen yabancılaşmayı gidermek yerine, onu ve mo Sultan Derler, s.80) Gerek iç ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevî kırımları sürecinde Osmanlının yanında saf tutan Bektaşi Dergâhı, 1516’da Balım Sultan’ın ölümüyle denetim dışına çıkar. Anadolu’da yaşanan katliamların etkisi Dergâ h’ın ezilmiş olan vicdanının başkaldırmasını sağlayacak ve bunun yansıması olarak Yusuf Bali oğlu Kalender Çelebi postnişin seçilecektir. Bu değişimle birlikte Dergah, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır. Bu tercihiyle Kalender Çelebi, Dergâh’ı Osmanlı etki alanının dışına çıkaracak, halkın dertleriyle bütünleştirecek ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak Dergah, halkın Osmanlı’ya karşı başkaldırı merkezine dönüşecektir. Ne ki bu direniş, yine Bektaşi dergahının eğitiminden geçmiş Yeniçeriler tarafından kanlı bir şekilde ezilecektir. Kalender Çelebi Ayaklanması üzerine, o güne kadar kollanan Dergâh lağvedilecektir. Ancak 26 yıl sonra Osmanlı, 1552 yılında Sersem Ali Paşa’yı “Baba” yapıp postnişin atayarak Dergâh’ı yeniden işlevselleştirecektir. Çünkü toplumsal kontrol aracı olarak Dergâh’a olan gereksinim kendini dayatacaktır. Ancak bu atama, İstanbul ve Balkanlar’da değil ama Anadolu Alevilerinde kabul görmeyecek, muhalif Babalar, Anadolu’daki Kızılbaş ocaklarla birlikte paralel ve yasadışı bir Bektaşi örgütlenmesi yaratacaktır. Böylece Bektaşilik, “Babaganlık” ve “Dedeganlık” adlarıyla günümüze kadar gelen yapısal bir bölünmeye uğrayacaktır. Babagan kolu Yeniçerilerin manevî ihtiyaçları dahil Osmanlı’nın kontrol aracı işlevini sürdürürken, Dedegan kolu Anadolu Alevîliği’nin ağırlıklı merkezi olacaktır. BEKTAŞİLİĞİN TASFİYESİ 1700’lerde Kızılbaşlık sorunu esas olarak halledilmiştir. Artık Bektaşiliğe bu anlamda eskisi denli büyük bir gereksinim yoktur. Yayılma da durmuş, buna bağlı olarak kolonizasyon politikaları da eski önemini kaybetmiştir. Aynı dönemde Yeniçeri de, devletin bütün kurumlarıyla yaşadığı çürümeye uğrayacaktır. Artık eskisi gibi etkin bir zafer makinesi olamadığı gibi içeride de her soruna müdahil, çoğu zaman da isyancı, tehditkar bir güçtür. Askeri teknolojinin değişimine bağlı olarak da ordunun yenilenmesi, dolayısıyla Yeniçerinin tasfiye edilmesi gerekmektedir. Özetle soğukkanlı bir egemenlik aygıtı tarafından köklerinden çekilip alınan zavallı insanlardan oluşturulan gayri insanî bir yapıya sahip olan Yeniçeri, bizzat güvencesi olduğu gayri insanî düzenin başına sorun olacaktır. Bunun sonucu Yeniçeri, 1826’da, kendi yaptığı zulümleri aratacak bir vahşetle, son bireylerine varana dek imha edilecek; üstüne tüy dikmek babından bu katliama bir de isim takılacaktı: Vakai Hayriye (hayırlı olay)! Böylece Kapıkulu devleti, kendi topyekun çürümesine çare ararken, en çürümüş parçasını, artık kendisi için taşınamaz bir yük haline gelen bir uzvunu kesip atacaktır. Saraydaki şeriatçı ulema, Yeniçeri katliamının sıcaklığı daha geçmeden, Nakşibendî, Mevlevî ve Halvetî tarikatlarıyla birlikte, daha önce Yeniçeri nedeniyle dokunamadıkları “sapkın” Bektaşi tarikatının tasfiyesini gündeme getirecektir. II. Mahmut, Şeyhülislâm Tahir Efendi’nin fetvasını alıp Bektaşi tarikatını tasfiye edecektir. “Bektaşiler, peygamberlik iddiasından sonra, karışıklığa yatkın olan halkın kalbini çelip kötülüklere sürüklediler. Özellikle cahil insanlara ve Yeniçerilere sokulup işledikleri kötülüklerle onları da baştan çıkarıp isyan edecek duruma soktular” gerekçesiyle, “Osmanlı Devleti yolundaki” şeyhlerin kararı sonucunda 4 Zilhicce günü önemli Bektaşi önderleri idam, diğerleri sürgün edilecekti. Bu bağlamda Bektaşi tekkelerinin çoğu yıkılıp yakılacak, geri kalanlar camiye çevrilecekti; bir tek Hacı Bektaş Tekkesi açık bırakılacak, ama onun da başına bir Nakşibendî şeyhi getirilecekti. Kalan Bektaşi halkın da ehli Sünnet yapılması yönünde genel bir seferberlik başlatılacaktı (Gülağ Öz, Yeniçeri Bektaşi ilişkileri, s.6871) Böylece Osmanlı, kuruluşunda temel rol oynamış olan Bektaşilik, üstelik yüzyıllarca lanet bir işbirliği yaptırıldıktan sonra tasfiye edilecekti. Özetle Bektaşi Dergâhı’nın Yeniçeri Ordusu ile olan ilişkisi, ordunun kuruluşunda da tasfiyesinde de dramatik bir muhteva taşıyacaktı. Osmanlı’ya hizmet, bu devşirme hanedanın ihtiyaçlarınca belirlenmiş ve bu ihtiyaç bitince de sadece Yeniçeri değil, Kızılbaş halkın sisteme boyun eğdirilmesi ve Yeniçeri’nin eğitiminde temel işlev gören Bektaşi Dergâhı da tasfiye edilecekti. Çünkü gelinen noktada Devlet, boyun eğmiş de olsa bu Bâtıni örgütlenme ve yoruma tahammül edemeyecek denli ortodoks bir zihniyetçe fethedilmiştir. kuduklarımdan, tanık olduklarımdan, çevremdeki insanların davranışlarından görüp anlıyorum ki insanlar değişiyor, hem de büyük bir hızla. Her değişenin kendince haklı bir gerekçesi var ve tek tek insanların değişim gerekçeleri birbirine benzeyip aynılaştıkça toplumum değişimine ortak bir ad bulmak da kolaylaşıyor. Örneğin, ‘modernleşme’ sözcüğü de bu adlardan biri. Özellikle ‘neoliberal’ köşe yazarları ve televizyon yorumcuları bu sözcüğü pek seviyorlar. ‘Yiğidi öldür, hakkını yeme’ demişler, ellerimizi vicdanımıza koyup şu soruya yanıt verelim: Ülkemizde giderek yaygınlaşan ‘türban’ın aslında bir ‘modernleşme simgesi’ olduğunu da bu ‘neoliberal’ medya düşünür ve konuşurlarından öğrenmedik mi? Biz hâlâ dinozorluklarımızı sürdürüp ‘Türban, kadınerkek eşitsizliğinin bir simgesidir’ derken, değişen toplumumuzun önemli bir kesimi, en tepedeki ve eşleri tümü türbanlı üç siyasetçi tarafından temsil edilen AKP iktidarının görev süresini bir yasama dönemi daha uzatmadı mı? Şimdi şaşkın bir durumdayız ve ne yapacağımızı kestiremiyoruz. ??? Sıkıntıdan olsa gerek, son zamanlarda kendimi televizyona vurdum, kimi insan benzer durumlarda kendini dağlara, ormanlara ya da içkiye vurur, bense ne yazık ki çeşitli nedenlerden ötürü bu koca kentte sıkışıp kaldığımdan kendimi beyaz cama verdim. Biliyorsunuz, Türkiye televizyon kanalı sayısı açısından dünyanın en şanslı ülkelerinden biri, haber, müzik, eğlence, yarışma, spor, belgesel, tartışma, magazin.. ne isterseniz var. Hele siz bir karar vermeyegörün, beyaz camın karşısına bir oturun, bir daha kalkamıyorsunuz. Sözgelimi bir yarışma programında sunucu soruyor, stüdyodaki izleyiciler put kesilmişler; “İtalya’nın başkenti?” Donnng! Yarışmacılardan biri önündeki gongun tepesindeki düğmeye basıyor. Eveeeet! Stüdyoda bir alkış kopuyor. Hele siz de evinizde yarışmacıyla aynı anda “Romaaaa!” diye bağırmışsanız müthiş mutlu oluyorsunuz. “Yahu, bu da soru mu, bunu herkes bilir” falan demeyin sakın, bir O çok saygın kuruluş tarafından yapılan araştırmalar, üniversite gençliğinin önemli bir bölümünün bile bu tür sorulara doğru yanıt veremediğini ortaya koyuyor. Ben çoğunlukla magazin/eğlence programlarını izliyorum. İzledikçe bir kez daha anlıyorum ki, bizim toplumumuz eğlenmeyi çok seviyor. Göbek atmak, zıplamak, havaya kurşun sıkmak, kentte, deniz kıyısında ya da köy yerinde olsun, eğlencenin vazgeçilmezleri. Bu dünyada bir de adına ‘ünlüler’ denilen bir grup insan var ki, televizyoncular bunları anbean izliyorlar, ne yapıp ettiklerini derhal aktarıyorlar. Kim kiminle, nerede, ne yapmış, nasıl yapmış? Tüm bunları merak ettiriyorlar size, o zaman da ekran başından ayrılamıyorsunuz. Diziler de çok heyecanlı oluyor; size geçmiş hayatları nasıl özendiriyorlar, bilemezsiniz. Kadın mı, bas tokadı, kapat eve, olmadı mı sık kurşunu! Bunlardan birini, ikisini bir süre izleyin, inanın sokakta yürüyüşünüz değişiyor. Şöyle baba baba, dayı dayı yürümeye başlıyorsunuz, omuzlar hafiften çarpık… Kısacası, bilgi mi, eğlence mi, davranış biçimi mi.. ne isterseniz var TV kanallarımızda. ??? İlk’inden yüksek’ine eğitim sistemimiz zaten çeyrek yüzyıldır hopşinanay, bir de yazılısı ve görseliyle medyalanma gelince üzerine toplum iyice şaşkınlaşıyor. Kavramlar karışıyor. Değerler altüst oluyor. Yanlışlar doğrunun yerine geçiyor. Sahtekârlık akıllılık, namus aptallık oluyor. Bizim için önemli olan, vazgeçilmez olan kavramlarla alay ediliyor. Bizi duygulandıran olaylar birçoklarını güldürüyor. Darwin’e göre maymun evrilerek insanlaşmış, şimdi öyleleri var ki ve sayıları o kadar çok ki, hızla geriye evrilerek yeniden maymuna dönüşüyorlar. Bu sıcak pazar günü, biliyorum, sıktım sizi. O zaman Hürriyet’i bulup okuyun. Ayşe Arman’ın ‘ünlü’ bir kızımızla, Helin Avşar’la röportajı var. Kızımız, Arman’ın, “Utanmıyor musunuz” sorusuna, “Hayır. Hiçbir şeyden utanmıyorum!” diye yanıt vermiş. İşte budur! dkavukcuoglu?superonline.com) B 5 BİN KİŞİNİN DNA’SI İNCELENDİ ral kaynağı olan Safeviyi ezmeye yönelecekti. İşte bu kritik dönemde önemi daha da artan Dergâh’a müdahaleler gerçekleşecektir. Resul Bali’nin oğlu Balım Sultan, 1501’de ölen Yusuf Balî’nin yerine Dimetoka’dan getirilerek Dergâhı’ın başına postnişin atanacaktır. Balım Sultan “II. Bayezit tarafından Anadolu’daki Kızılbaşları, ŞiîSafevî etkisinden kurtarmak için vazifelendirip Hacı Bektâş Dergâhı’nın başına” (E. B. Şapolyo’dan akt. M. Eröz, age., s.64) gönderdiği bir “görevli”dir. II. Bayezit, 1516’daki ölümüne kadar postnişin kalacak olan Balım Sultan’ın etkisini arttırmak için, Dergâhı ziyaret edecek ve Vilayetname’ye göre kubbesini kurşunla kaplatacaktı. Balım Sultan, Bektaşiliğin iç şekillenmesindeki önemi nedeniyle “Piri Sani” adıyla anılır. Şemsettin Sami’nin Kâm’usü’lA’lam’ında da belirtildiği gibi Tarikat’ın ayin ve adabı Onun tarafından konulmuştur. Öyle ki pek çok araştırmacı, bu nedenle Onu “Bektaşiliğin esas kurucusu” olarak tanımlamaktadır. (M. Eröz, Türkiye’de Alevîlik Bektaşilik, s.59) 12 imamcı/Kızılbaş ritüelleri Bektaşiliğin içine alarak halkla yaşanan kopuşmanın önünü almaya çalışan Balım Sultan, gerçekte Kızılbaş halkın Osmanlı karşısında direnişinin ideolojik dayanaklarını yoketmeyi amaçlar. Bu bağlamda Balım Sultan misyonu, Bektaşiliğin biçimsel olarak yeniden şekillendirilmesi, ama buna karşılık Hacı Bektaş etkisini kullanarak Kızılbaş halkı Osmanlıya boyuneğdirmektir. İşte bu gerçeklik, Pir Sultan Abdal’ın Şah İsmail’e hitabeden dizelerinde şöyle yansır: “Hacı Bektaşoğlun günahkâr gördüm / Aradım isyanı özümde buldum / Yüzümün karasın elime aldım / Aman Şahım mürüvvet deyu geldim”. (A. H. Avcı, Bize de Banaz’da Pir Bilim insanları boy geni buldu Çeviri Servisi Bilim insanları, boy uzunluğuyla birebir ilgili bir gen buldu. ABD’deki Harvard Üniversitesi, Boston Çocuk Hastanesi ile İngiltere’deki Oxford Üniversitesi ve Exeter’daki Peninsula Tıp Okulu’nda görevli uzmanların yer aldığı ekip, 5 bin kişinin DNA’sını inceledi. İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan habere göre yapılan incelemeler sonucunda “HMGA2” adlı genin, şifresinde “T” yerine “C” harfi bulunan bir kopyasının çocuğa geçmesi halinde boyunun yarım santimetre daha uzun olacağı belirlendi. Çalışmalarının sonucunu “Nature Genetics” adlı tıp dergisinde yayımlayan ekip, her çocuğun bir annesinden, bir de babasından olmak üzere iki tane “boy geni” olduğunu vurguladı. Ekibin başındaki araştırmacı Joel Hirshhorn, elde ettikleri gen üzerinde oynanması halinde vücut gelişiminde olumlu farklılıklar yaratabileceğinin altını çizdi ve yaptıkları araştırmanın diyabet, kanser gibi hastalıkların tedavisi açısından da yararlı olacağını düşündüklerini belirtti. Yabancılara ‘kara koyun’ benzetmesi Dış Haberler Servisi İktidar ortağı İsviçre Halk Partisi (PVS) ülkedeki göçmenlere karşı, Almanya’daki Nazi dönemini hatırlatan bir yasa taslağı hazırladı. Herhangi bir suça karışan bir göçmenin ailesiyle birlikte sınır dışı edilmesini öngören tasarıya destek toplamak için hazırlanan afişler de ırkçı mesajlar içeriyor. İsviçre bayrağı zemini üzerinde, üç beyaz koyunun, siyah bir koyunu tekmeleyerek kovduğunu resmeden afişte “Güvenlik sağlayın” yazıyor. Adalet Bakanlığı’nı elinde bulunduran sağcı parti, tasarıyı yasalaştırmak için referandum çağrısı yapıyor. Partinin 100 bin imza toplaması halinde tasarı halkın oyuna sunulacak. Ülkede her beş kişiden biri yabancı.PVS lideri Ueli Maurer tasarıyı savunurken “Ebeveynlerin, çocuklarının yetişmesinden sorumlu olduğuna inanıyoruz. Eğer bunu yapamazlarsa sonuçlarına katlanmak zorunda kalırlar” dedi. Irkçılığa ve Antisemitizme Karşı Vakıf Başkanı Ronnie Bernheim ise tasarıyı, Almanya’daki ırkçı Nazi dönemindeki “akraba sorumluluğu” uygulamasına benzetti. Bu uygulamada, suç olarak görülen bir eylemi gerçekleştiren kişinin akrabaları da kendisi gibi cezalandırılıyordu. Avrupa merkezi İsviçre’de bulunan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, tasarının BM Mülteci Konvansiyonu’na aykırı olduğunu kaydetti. Tıpta devrime doğru... Çeviri Servisi Kalp naklinin öncüsü olan, İngiliz cerrah Prof. Magdi Yacoub şimdi de kemik iliğinden alınan kök hücreden kalp üretmek için kolları sıvadı. Birkaç ay önce kemik iliğinden alınan kök hücrelerden kalp kapakçığı elde etmeyi başaran Yacoub üç ila beş yıl içinde kalbin tamamını üretip deneme aşamasına gelebileceklerini açıkladı. 2001 yılında cerrahlığı bıraktıktan sonra kendini bilimsel araştırmalara adayan Yacoub çalışmalarını “Royal Society, Philosohical Transactions” adlı, organ nakillerini konu alan bilim dergisinde yayımlanan makalesinde anlattı. Yacoub, Middlesex’deki Harefield Hastanesi’nin Kalp Bölümü’nde ekibiyle birlikte yürüttükleri çalışmaları şöyle anlattı: “Kalp kapakçığı üretmek büyük bir adımdı. 2020’de, dünyada 80 bin insanın yeni kapakçığa gereksinimi olacak. Kalbin tamamını kök hücreden elde etmek ise devrim gibi bir şey olacak. Özellikle genç insanları yaşamları boyu bir dizi ameliyat olmaktan kurtaracak, çünkü başkalarından yapılan nakillerin eskime riski var dolayısıyla yenilenmesi gerekebilir.” Başka birinin kalbinin nakledilmesinin gençlerde yenilenme gereksiniminin dışında, her yaştaki hastada bünyenin yeni organı reddetme riski olduğunu anımsatan Yacoub kök hücreden üretilecek bir kalbin tüm kalp hastalıklarının “en iyi ilacı” olacağının altını çizdi.