Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 EYLÜL 2007 CUMA müzik YORUMLAR Ünlü İtalyan Pavarotti’den üç yıl ders alan tenor Hakan Aysev, farklı bir sanatçı portresi çiziyor C Korku Fabrikaları lumsal proje anlamında bir alternatif yok. Yani kapitalizm ile sosyalizm kapışmıyor. Aynı ekonomik sistemin dincileriyle ılımlı dincileri üst katta birbiriyle tepişiyor. Halkların sırtından finanse edilen kanlı bir oligarklar didişmesiyle yüz yüzeyiz. Asimetrik bir şey bu. Eskiden böyle değildi. ??? Demek sorun, politikacıların, toplumu –deyim yerindeyse“manyak edici” salvolarında değil. Toplumun bu politikacılar karşısında susta durmasında da değil. Peki, ne? Sorun, demokratik görünümlü bu faşizan denemelerin, sonunda, 1930’larda ve 1940’ların ilk yarısında denenip başarılamayan, ama dünya halklarına çok pahalıya mal olan bir siyasal ve toplumsal sistemin “insan malzemesini” yaratabilme gücünde. Bu kez şansları var. Bu tırmandırma politikası, bu insafsız gerilim, sıradan insanı insan olmaktan çıkarıyor ve insafsız bir kurda dönüştürüyor. Ya da kardeş kanıyla beslenen bir maymuna. Durum geçen yüzyılın ilk yarısından çok farklı, dedik: O zaman bir toplumsal sistem seçeneği vardı ve dönemin “efendileri” bütün acımasızlıkları içinde dikkatli davranmak zorundaydılar. İnsanlık baskı altındaki o sol seçenek sayesinde nefes alabiliyordu. Şimdi bu yok. Asimetrik baskı ve gerilimin haddi hesabı da yok. Bir anda kendimizi maymunlar cehenneminin ortaçağ kazanlarında kaynarken bulabiliriz. Kusura bakmasınlar: Bizdeki İslamcıfaşist döküntülerin “ılımlı İslam” iktidarını demokrasi adına yere göğe koyamayan Batılı siyaset sınıfından, kendi toplumlarını da “terör manyağı” haline getirmekten başka bir yaratıcı çözüm bekleyemiyoruz. Aydınlanma, sadece Türkiye’de ayaklar altına alınmıyor. Aynı şey, Batı’da da gündemdedir. Belki Oskar Lafontaine ve benzerlerinin Avrupa siyaseti üzerindeki etkisinin artması, yegane nefes borusudur. Fakat biz bu kışkırtıcı ve kanlı İslamcı veya Hıristiyan mistiklerin eline kalırsak, yanarız... Fena yanarız... cutsay@cumhuriyethafta.eu 7 ‘Operacı Abi’ Hatice TUNCER İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) sanatçılarından tenor Hakan Aysev, rock ve pop sanatçılarıyla ortak projelerinin yanı sıra magazin haberlerine konu olarak farklı bir opera sanatçısı portresi çiziyor. Yaşamını yitiren ünlü İtalyan tenor Luciano Pavarotti’nin ardından, bir opera sanatçısının dünyada ve Türkiye’de bu kadar geniş kesimlere nasıl ulaşabildiği en çok konuşulan konular arasındaydı. Viyana Devlet Operası’nda Pavarotti’den üç yıl ders alma şansını yakalayan Aysev’le, Türkiye’de opera ve popüler kültür üzerine konuştuk. Hakan Aysev, söze hemen denizde arya söylerken, hatta bir kadın arkadaşıyla yemek yerken magazin programlarına konu edilişinden başlamak istedi: “Evet bu konuda açıklama yapmak istiyorum. Magazin programları benimle çok ilgilenmeye başladılar. Bu, zaten benim insanlara ulaşma misyonumun bir parçasıydı. Amacım, hangi kanaldan olursa olsun kendi müziğimi, seviyemi bozmadan insanlara ulaşabilmek. Bunları özellikle yapıyorum, çünkü Türkiye’ye döneli 910 yıl oldu. Birçok başarılı projede yer aldım, ama istediğim derecede insanlara ulaşamadım.” OSMAN ÇUTSAY Havalara girmem ürkiye’ye döndükten sonra 20002002 yıllarında İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Genel Sanat Yönetmenliği yapan Aysev, İDSO’da bu sezon “Ali Baba Kırk Haramiler”, “Carmen”, “Otello” operalarında rol aldı: “Opera sahnesinden asla vazgeçemem. Tenorlar genellikle jöndür ama ileride emekli olma yaşlarına geldiğimde de ‘ben başrol söylerim, küçük rol söyleyemem’ gibi havalara girmeyeceğim. 65 yaşına kadar da sahneden ayrılmayıp küçük ve yaşlı partileri de söylediğim güzel bir emeklilik hayal ediyorum.” T OPERAYI TANITMAK Türkiye’de kültür programlarının ve klasik müziğin yalnızca TRT kanallarında ve gece 12.00’den sonra yayımlanması Aysev’in dikkat çektiği bir diğer nokta. Bu programları da zaten operaya, klasik müzik konserlerine giden bir kitle izliyor: “Benim yolum Luciano Pavarotti’nin yoluydu, bunu her zaman söyledim. Yani operanın, çoksesli müziğin popülerleştirilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Yani bu müziği insanların çok fazla uğraşmadan dinleyebilecekleri alanlara çekebilmek istiyorum. Eleştirenleri, ‘magazine düştü’ diyenleri asla dinlemiyorum. O yüzden şimdi birçok programda operayı, opera sanatçılığının ne kadar zor bir meslek olduğunu anlatıyorum. Artık sokakta hemen hemen herkes tanıyor, ‘Operacı Abi’ diyorlar. İnsanlara en azından opera sözcüğünü söyletmeyi, benim için çok büyük başarı olarak görüyorum. Dünyada Luiciano Pavarotti bunu çok güzel bir şekilde yaptı. Ondan önce, insanlarla arasına bariyer koyan bir operacı tiplemesi vardı. Bunu ilk kez Pavarotti yıktı.” Ortaokul birinci sınıfta okurken müzik dersinden kalmasına karşın annesinin kendisini konservatuvara göndermesini minnetle anan Aysev’in hayali basketbolcu olup Amerikan NBA liginde oynayabilmekmiş. Ankara Devlet Konservatuvarı’na 15 yaşındayken en genç erkek öğrenci olarak 1981 yılında başlayan Aysev, sesinin değişim döne (Fotoğraflar: UĞUR DEMİR) Tenor: Ağır sporcu ysev, “erkek seslerinin en ince olanı” şeklinde kısaca tanımlayabileceğimiz tenor sesin doğuştan değil çalışarak edinildiğini anlattı: “Bariton ve bas normal erkek sesi aralığındadır. Tenor, diyaframla yıllarca çalışmanın sonucu ortaya çıkan tamamen teknik ve çok riskli bir sestir. Çok sağlıklı olmak gerekir. Her zaman vücut ya da ses telleri sağlam olmayabilir. Sağlık sorununuzdan dolayı çok kötü bir temsil geçirebilirsiniz. Hep başroller tenorlarındır. Bütün besteciler en güzel aryalarını tenorlar için yazmıştır. Opera sanatçılarının değeri maalesef devlet tarafından bilinmiyor, az kadro veriliyor, maaşlar ciddi şekilde yetersiz. Türkiye’de operacılar çok özverili çalışıyor. Birçok yokluk ve imkânsızlık içinde yine de bu sanatı yaşatmaya çalışıyoruz.” A minde olması nedeniyle ilk yıllar uyum zorluğu çekmiş: “İlk dört sene bana ‘düdük tenor’ derlerdi. Çok çalışıyordum ama bu kas yapısıyla ilgili. Ayrıca hiç opera, çoksesli müzik dinlememiştim. Vücudun ve beynin algılaması biraz öbür arkadaşlarımdan uzun sürdü. Ama son iki sene okulun iyi öğrencilerindendim. Bana ‘Pavarotti’nin öğrencisi’ derler, ama benim bir tanecik hocam, bana bu sanatı sevdiren Mustafa Yurdakul’dur. Ankara Müzik Festivali’nde de büyük emekleri olan Yüksel Erimtan mezuniyetimden sonra beni Viyana’ya 1 yıllık bursla gönderdi. Böyle on kişi daha olsa, Türkiye’de çoksesli müziğin inanılmaz gelişeceğini düşünüyorum.” ALBÜMLER Hakan Aysev’in 2004 yılında Trio Lila Yapım tarafından yayımlanan ilk albümü “Aria ve Napolitenler” Bilkent Senfoni Orkestrası eşliğinde kaydedildi. Aysev, yayın hakkını elinde bulunduran Bilkent Senfoni Orkestrası’nın yeniden basım izni vermemesi nedeniyle albümün şu anda piyasada bulunmamasının kendisini ne kadar üzdüğünü anlattı: “Birçok opera sanatçımızın kayıtları yurtdışında yayımlandı ama bu albüm Türkiye’de ilk kez bir opera yapımıdır. Tenor repertuvarının bütün aryaları bulunan çok başarılı bir kayıttır.” Aysev, 2006’da Trio Lila Yapım’dan yayımlanan “İnci AvcılarıPearl Fishers” albümünde ise Puccini’nin “Tosca”sından Bonfa’nın “Manha Da Canavalle”sine kadar aryaları senfoni orkestrası yerine elektronik altyapıları kullanarak yorumladı. Aynı yıl Zülfü Livaneli’nin “Efsane Konserler” kayıtlarında “Nefesim Nefesine”, “Memik Oğlan” ve “Sevdalım Hayat” adlı şarkıları seslendirdi: “Bu konser ve kayıtlar hayatımın en güzel noktalarından biridir. Çünkü bir zamanlar Türkiye’de gerçekten bazı şeylerin değişeceğini umarak lise bahçelerinde söylediğim şarkıları bir gün o efsanenin yanında söyleme onuruna eriştim.” adece ABD’de değil, Avrupa’da da yaşanıyor bu histeri: İngiltere zaten malum, ama Fransa ve Almanya gibi ülkeler de terör korkusunu kullanmayı temel politika sayan bir yönetici sınıfın elindedir. Bir tırmandırma politikası ile karşı karşıyayız. Politikacılar, birer “korku jeneratörü”dür artık. Yeni değil. Korku ve histeri üretimi epeydir gündemde. Yani, bu kirli sarmala dikkat çekmek yeni bir şey değil. Fakat sonuçlarının tahmin edilenden daha korkutucu olduğunu söylemek, yeni. Bir cüret hatta. Tabii: Batı demokrasilerinin bugün kirli bir şantajın elinde 1930’lar Avrupa’sını aratacak bir baskı rejimine gebe olduğunu söylemek, herhalde ve en azından cüreti açısından, yeni bir şeydir. Bu tırmandırma politikasının sonuçları korkutuyor, dedik: Örneğin, kısa süre önce, arka odalardan tuhaf kokular gelen bir baskın ve tutuklama “hadisesi”, zeka fukarası üç yarım akıllı –elbette de tehlikeli mistiğin apar topar Alman kamuoyunu gündemine sokulması, herhalde bu tırmandırma politikalarının bir parçasıdır. Almanya’nın İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble teröristlerin nükleer saldırısından bahsediyor, Savunma Bakanı Jung da teröristlerin kaçırdığı yolcu uçaklarını gerekirse düşüreceğini ilan ediyor. Bu tür açıklamalar, Almanya’daki insanları hop oturtup hop kaldırıyor. Yapmasalar mı? İyi de, bu siyaset sınıfı, böyle şeyler yapmasa başka ne işlerle uğraşacak? Topluma “şeytan azapta gerek” mantığıyla yaklaşanlar, onu asıl sorunlardan, artık geriletilemeyeceği belli işsizler ordusundan, metropollerdeki arsız zenginlerle birlikte patlayan acımasız yoksulluktan, başka ülkelere açılan saldırı savaşlarından, işgallerden, katliamlardan, yolsuzluk ve rüşvet bataklarından, uluslararası finans krizini Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yoksul halk yığınlarının sırtından karşılama pişkinliğinden nasıl uzak tutacaklar? Başka işleri mi var? Soğuk Savaş yıllarındaki silahlanma ve gerilim politikası, yeni ortaçağımızda, yeni koşullarda ve yeni aktörlerle, resmen düzmece düşmanlarla yeniden sahneleniyor. Arada büyük farklar olduğunu elbette görüyoruz: Ortada top S İnsanlar müziği seviyor “Şarkı Söylemek Lazım” adlı yarışma programında koçluk yapan Aysev, Metin Özülkü, Ferda Anıl Yarkın ve Mirkelam’la frak giyerek “Penguenler” adıyla yaptıkları gösteri ilgiyle karşılandı. “Entarisi Ala Benziyor”, “Tabancamın Sapinu” gibi halk türküleri seslendiren popçuoperacı işbirliğini yakında albüme dönüştürmeyi planlıyorlar: “Opera, içinde tiyatro, oyunculuk, senfonik müzik, rekor, kostümleriyle yeryüzündeki bütün sanatların başında gelen bir sanat dalı. Opera bizim kültürümüzde olmayabilir ama çok uzak bir sanat değil. Örneğin folklorda bir olay müzik, dans ve kostümle anlatılır. Bilkent Senfoni Orkestrası’yla Anadolu’da yaptığımız turnede insanların hiç sıkılmadan bizi dinlediklerini gördüm. Artık bizim de çağdaş halk opera bestecilerimiz var. Selman Ada’nın hicaz makamında yazdığı ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ operasını oynuyoruz. Benim aslında görmek istediğim Türkiye’nin kültür yüzü bu. Yani çoksesli müziğiyle türkülerini halka sunabilmiş bir Türkiye.” azetelerde kara çarşaflıları gören, “Aaa, yoo, insaf, bu kadarı da olmaz artık!” diye ahlayıp vahlıyor! “Öyle mi? Peki ne kadarı olur?” diye sormamak ya da “Günaydııın! Şimdiye kadar nerelerdeydiniz?” diye sormamak için güç tutuyorum kendimi... Bu ülkeyi yönetenler, yönetme hevesine kapılanlar, halkın inançlarını sömürüp adım adım laiklik ilkelerinden ödün verirken nerelerdeydiniz? Bu ülkenin gençleri, 12 Eylül’den sonra “inekleştirilmek” istendiğinde, şiir yasak, kitap yasak, tiyatro kulüpleri yasak, sormak yasak, tartışmak yasak, konuşmak yasak, düşünmek yasak diye uzayıp giden yasaklar zinciri boyunca nerelerdeydiniz? Düşüncelerinden dolayı bu ülkenin insanları tutuklanırken, işkence görürken, öldürülürken, emniyet müdürlüklerinde kazaen camdan düşüp ölürken nerelerdeydiniz? (...) Yani, o kadarı olurdu da, şimdi sokaktaki bu kara çarşaflıları görünce mi ayıldınız, bu kadarı olmaz artık diyorsunuz! ??? Sevgili okurlar, yukarıdaki satırlar, bugünün değil. Bundan neredeyse 20 yıl önce yazdığım bir yazının (Milliyet19 Mart 1989) minik bir parçası... G ESİNTİLER Nerelerdeydik? ZEYNEP ORAL Hem zaten eski bir yazı olduğunu anlamışsınızdır. Çünkü günümüzde artık sokakta kara çarşaflı dolaşanları görünce ahlayıp vahlayan ya da şaşırıveren kalmadı... Bugün geldiğimiz yerde, şu aşağıda sıralayacağım gerçekleri hiç ama hiç sorgulamamış olanların payı çok büyük. Özellikle günümüzün revaçta sözcüğüyle “sivil ve demokrat” olanların. 12 Eylül askeri darbesinden sonra 650 bin kişi gözaltına alındı. Gözetim altındakilerin tümü işkenceden geçirildi. 171 kişi işkencede yaşamını yitirdi. (Bu sayı, İnsan Hakları Derneği’nin kesin kanıtları elde ettiği ölümlere ilişkindir. Yoksa, aynı dönemde gözaltında kuşkulu ölüm sayısı 400 civarındadır. ) 12 Eylül askeri darbesinden sonra sıkıyönetim askeri mahkemelerinde 210 bin dava açıldı. Bu davaların 71 bini TCK’nin 141 ve 142. maddelerinden; 14 bini 163. maddeden olmak üzere 85 bin kişi düşüncelerinden dolayı yargılandı. Bu davalarda 6353 sanığın idamı istendi. İşkence ile alınan ifadeler, karar gerekçesi yapıldı. 517 insan ölüm cezasına çarptırıldı. İçlerinden 50’si ipe çekildi. İçlerinde en genci 17 yaşındaki Erdal Eren’di. 12 Eylül döneminde 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 348 bin kişiye pasaport tahdidi konuldu. 1402 sayılı yasayla sıkıyönetim komutanlarınca , 14 bin 509 kamu görevlisi işlerinden atıldı. Ayrıca 18 bin memur, 5 bin öğretmen, 2 bin yargıç ve savcı, 4 bin polis, 2 bin subay baskıyla istifaya zorlandı. İşkence ve baskıdan kurtulmak için 30 bin kişi Türkiye’yi terk etti. Bunlardan 14 bini vatandaşlıktan atıldı. Liselerde din dersi zorunlu; felsefe dersi ise seçmeli hale getirildi. Tüm ders kitaplarına “Türk İslam Sentezi” yerleştirildi. İmam hatip kursları, okulları katlanarak çoğaldı, şeriat örgütleri desteklendi… Bunlar olurken bugün o çok “demokrat”, çok “sivil” yanlısı olanlar neredeydi? Bütün bu zulüm ve vahşetten en çok pay alan, bu ülkenin düşünen, aydın, demokrat ve devrimci kesimiydi. Önce onlar yok edildi. Önce sol düşünceyi benimsemiş olanlar, sol düşünceye yakın olanlar yok edildi. §Kenan Evren’in “hiç pişmanlık duymadığı”nı her fırsatta açıkladığı, “Tereddüt etmeden yine yaparım”, “Hiç vicdan azabı çekmedim” dediği kimi gerçekler bunlar... Demokratik bir ülkede Kenan Evren ve şürekâsı çoktan yargılanırdı... Uygar bir ülkede Kenan Evren’in değil böyle konuşabilmesi, ziyaretlere gidip millete el öptürmesi, toplum içine çıkabilmesi, demeçler, görüşler bildirmesi, gazetelerde boy göstermesi söz konusu olamazdı. Ancak 12 Eylül’ün öncesinde ve sonrasındaki gerçekler karşısında, işlerine fazlasıyla geldiği için susanlar, bu gerçekleri görmezden, duymazdan, bilmezden gelenler de suçlu. Ve bugün geldiğimiz yerde onarın payı büyük... İşte bu nedenle herkesin kendine şu soruyu sorması gerek: 12 Eylül gerçeğinin, o sürecin ben neresindeydim? Tüm çevrenize de sorun: Ya sen, sen neresindeydin? Salondan alkış Fox’tan sansür Çeviri Servisi Amerikan televizyonlarının bir sezon boyunca başarılarını ölçen “karnesi” niteliğindeki Emmy Ödülleri’ne, ödül sayısı açısından Türkiye’de de yayımlanan The Sopranos dizisi, “içerik açısından” ise Sally Field’ın Irak Savaşı’nı eleştiren konuşması damgasını vurdu. Bu yıl finali çekilen, Türk izleyicilerinin CNBCe’den takip ettiği The Sopranos, drama dalında en iyi dizi seçildi; ayrıca en iyi senaryo ve yönetmen ödüllerinin de sahibi oldu. Amerikan Televizyon Akademisi’nin belirlediği ödüller Los Angeles’ta düzenlenen törenle dağıtıldı. Bu yıl 59’uncusu düzenlenen ve her yıl olduğu gibi ödül hırsının olduğu kadar gelen ünlülerin şıklığının da yarıştığı gecede deneyimli oyuncu Sally Field “Brothers and Sisters” adlı dizideki rolüyle drama dalında en iyi aktris, James Spader ise “Boston Legal’’da canlandırdığı karakterle aynı kategorinin en başarılı aktörü seçildi. Gecede ödül almak için sahneye çıkanların konuşmaları üç aşağı beş yukarı birbirine benziyordu. Sally Field’ın konuşması ise siyasi içerikliydi. Kendisine ödül getiren karakterin Irak’a iki oğlunu asker olarak gönderen bir anne olduğunu anımsatan Field, “Eğer dünyayı anneler yönetseydi savaşlar olmazdı” diyerek savaş karşıtı söylemini yineledi ve ABD yönetimine gönderme yaptı. ANNELER ADINA... Töreni naklen yayımlayan Fox kanalı, ödülünü tehlike içindeki oğullarını bekleyen anneler adına aldığını söyleyen ve salondan alkış alan Field’ın konuşmasını “sesi keserek” sansürledi. “Grey’s Anatomy”deki rolüyle drama dalında en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü alan Katherine Heigl ve “My Name is Earl” dizisindeki rolüyle komedi dalında en iyi yardımcı kadın oyuncu seçilen Jaime Pressly, geceden eve eli boş dönmeyen ünlüler arasındaydı. zeynep@zeyneporal.com