Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C Tunçay KULAOĞLU BERLİN 1990’lı yılların ortalarından itibaren Almanya’da uzun metrajlı sinema filmleri çekmeye başlayan Türkiye kökenli genç yönetmenler, bazı istisnalar hariç, hep göç öyküleri anlattılar. Başlarda “TürkAlman Sineması” olarak da nitelenen bu dalgaya göçün damgasını vurması gayet doğal. Türkiye ve Almanya arasında yarım yüzyıldan beri giderek çetrefilleşerek gelişen göç olgusu, yönetmenlerin biyografilerini de şekillendiriyor. En gençleri 1970’li yılların ortalarında doğan bu sinemacı kuşağın daha uzun bir süre, şu veya bu bağlamda, göç öyküleri anlatmaya devam edeceğini öngörmek çok zor değil. Diğer yandan Züli Aladağ’ın 2002 yapımı “Elefantenherz”, Kadir Sözen’in “Gott ist tot” (2003) ve Mennan Yapıcıoğlu’nun “Lautlos” (2004) adlı filmleri, göçü hiçbir şekilde konu edinmeyen ilk eserlerdi. Bunları son olarak Bülent Akıncı’nın “Der Lebensversicherer” (2006) ve Thomas Arslan’ın “Ferien” (2007) adlı çalışmaları izledi. Peki bu istisnaları nasıl okumak gerekiyor? Bu filmleri, yönetmenlerin etnik kökenlerini odak merkezine koymadan değerlendirmenin dışında başka bir yaklaşım biçimi söz konusu olamaz herhalde. Çünkü tersi zaten yıllardır yapılıyor ve klişeleri yeniden üretmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Çoğu göç konulu filmlerin yönetmenleri, Almanya’da daha çok Türk, Kürt ya da göçmen kimlikleriyle ön plana çıkarılıyorlar. Bu yaklaşımın farklı bir kisveye bürünmüş en popüler örneği, Altın Ayı’yı kazandığında basının Fatih Akın’a yönelttiği “Artık ne zaman bir Alman hikayesi çekeceksiniz?” sorusuydu kuşkusuz. Türkiye’de ise Alman yapımı bir film, sırf yönetmeni Türkiye kökenli olduğu için, “Türk filmi” olarak algılanabiliyor, sinema festivallerinin ulusal yarışma bölümlerine alınabiliyor. kuşkusuz burada ele alınamayacak kadar karmaşık. Sinema sanatı bağlamında ise bugün gelinen noktada, söz konusu yönetmenlerin ve filmlerinin nereye konabileceği ve nereye varabileceği konusunda yeni ipuçları vermesi açısından Fatih Akın’ın son filmi “Auf der anderen Seite” (Yaşamın Kıyısında) ciddi bir potansiyel oluşturuyor. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve Ökümenik Jüri Ödüllerini kazanan ve yönetmenin “Aşk, Ölüm ve Şeytan” üçlemesinin ikinci ayağını oluşturan “Auf der anderen Seite”, Akın’ın tüm filmlerinde olduğu gibi, göç olgusunu arka planına yerleştiren bir hikaye anlatıyor. Ancak bunu bu sefer çok farklı bir bağlamda yapıyor. Filmin “Yeter’in Ölümü“ başlıklı ilk bölümünde, Almanya’da yaşayan emekli dul Ali, fahişe Yeter’le para karşılığı anlaşıp birlikte yaşamaya başlar. Bir kavga sırasında Yeter’i öldüren Ali hapse girerken, üniversitede profesör olan oğlu Nejat, Yeter’in kayıp kızı Ayten’i aramak üzere Türkiye’ye gider. Filmin “Lotte’nin Ölümü” başlıklı ikinci bölümünde ise, militan bir solcu olan Ayten, İstanbul’da başı polisle derde girince Almanya’ya kaçar ve burada tesadüfen tanıştığı Lotte ile birlikte olur. İltica başvurusu reddedilen Ayten Türkiye’ye sürülünce kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 21 EYLÜL 2007 CUMA Kimyasal Ali Çok Geride Kalmış... tan görüntüsü var o video klipte. Oysa Ortaçağ Fransası’nın kudret sahipleri eğlendikleri zaman kelimenin tam anlamıyla sapıtırlardı. Daha önce de yazmıştım. Büyük Ortaçağ tarihçisi Huizinga, Hesdink’te kudret sahiplerinin keyifli saatler geçirdikleri bir eğlence merkezinde, “kadınları alttan ıslatan bir makine” olduğunu yazar. El Mecid’in, iki eliyle yakınındaki kadının yanağını okşaması ne kadar masum değil mi? Bizim gibi sıradan insanların “eşşek şakası” dedikleri o Fransız eğlencesindeki keyif anlayışı bizden olduğu kadar el Mecid’den de uzak. Böyle bir ortaklığımız var yani bu diktatörle. O dönemin soylu saraylarında eğlence ya da düğün törenlerinde açık saçık ya da küfürlü konuşma da “zevk gecesi”nin vazgeçilmezleri arasında sayılırdı. El Mecid’in vidoesunda, hareketlerden anlaşıldığı kadar söylüyorum, herkes pek bir nazikti birbirine karşı. Yoksa bu tür adamların gerçek eğlenceleri “katletmek”mi? diye düşünmek mümkün. Çünkü o videoda, anladığımız ya da muhayyilemizde canlandırdığımız anlamda bir eğlence yok. Yani koca diktatör, doğru dürüst eğlenemiyor bile. Ali Hasan el Mecid’in o kadının yüzünü okşarken nasıl şefkat dolu olduğunu görmeliydiniz. Sanki kadın elinden kaçacakmış da, gecenin ilerleyen saatlerinde beklediği şehvet gecesi gerçekleşmeyecekmiş gibi ürkekçeydi o dokunuşu. Halepçe’de Kürt öldürürken tereddüt etmeyen Chemical Ali’nin, Comical Ali’ye nasıl dönüştüğüne tanık olmak bana iyi geldi. Yaşamlarının en kapalı taraflarında aslında ciddi bir eksiklik taşıyan bu adamların, bu eksikliklerini giderircesine katliam kültürünün tüm inceliklerine sahip olması psikolojinin açıklayacağı bir durum elbette. Katliamcılıkta “modern” yöntemler kullanan Ali Hasan el Mecid, cinsel çeşni katılmış eğlencede çağın çok çok gerisinde kalmış. Oysa Ortaçağın sıradan insanları cinselliği zevke dönüştürmüşlerdi. Hem de seyirlik bir zevke. El Mecid’in, nasıl kaydedildiğini bilmediğimiz videosunda komik bir biçimde gördüğümüz bu cinsel oynaşmayı, Ortaçağ insanı, gerdek gecesini herkese açık yaşayarak daha iyi beceriyordu. Ortadoğu, sadece diktatör çıkarır. Ortadoğulu diktatörlerin eğlencesi de olsa olsa el Mecid’inki kadar olur. kemalerdemol@yahoo.co.uk Akın ile ölüme yolculuk için yoğun eleştiriler alan Uğur Yücel, senaryosunun ilk halinde sekiz konu olduğunu, ancak bu kadar kısaltabildiğini söylerken, her şeyden önce samimi bir derdi olan bir yönetmenin ruh halini betimliyordu kuşkusuz. Gerçi “Auf der anderen Seite” bir ilk film değil, ama Fatih Akın’ın da aynı sorunla, yani “derdini” iki saate sığdırma güçlüğüyle boğuştuğunu görmemek de olanaksız. Yolları tesadüfen kesişen altı farklı kahramanın öyküsünü tek potada eritmek ve üstelik bunu yaparken, sunduğu bölüm başlıklarıyla hikayenin sonunu başından izleyiciye açıklayıp dramaturjik anlamda bir “intihara girişmek” her şeyden önce Akın’ın kendine olan güvenini kanıtlıyor. Anlatım kurgusu açısından filmin tuzağa düştüğü anlar ise, “Gegen die Wand” örneğinde neredeyse kusursuz bir ritmi yakalayan yönetmenin, sinematografik dilini çoğu yerde “Auf der anderen Seite”ye de birebir yansıtması ve filmin potansiyelini oluşturan asıl ritmini tutarlı bir biçimde takip edememesi. Asıl ritim, filmin ilk iki planında sahip olduğu potansiyeli ustaca gözler önüne seriyor. Babasının memleketine giden Nejat’ın ne Kazım Koyuncu’dan haberi var ne de bu güzel insanın ölümüne neden olan Çernobil’in Karadeniz’deki etkilerinden. Bir benzinci marketindeki diyaloglar Nejat’ın “Alman” tarafını derinden anlatıyor: Soğuk, akılcı ve mesafeli. Fatih Akın’ın yeni filmini “Auf der anderen Seite” yi (Yaşamın Kıyısında) okumanın çok farklı yolları olduğu kesin. Bu yolların hepsi eleştirmenlerin öznellikleriyle biçimleniyor kuşkusuz. Yönetmenin kendisi ise filmini şöyle yorumluyor: “Oğlumun doğumu, bana hayat ve ölüm hakkında düşünme imkanı verdi. Ölüm hakkında pozitif bir film çekme fikri çok hoşuma gidiyor. Benim hikayem ölümün nasıl karmaşık dramlar ve aslında çözülemeyen çatışmalar yarattığının göstergesidir. Tüm bu felsefi ve politik fikirlerden gerilimli, keyifli ve değerlendirilebilir bir sinema filmi yapmak istedim.” KURGU TUZAĞI Figürlerin izleyiciyle samimi bir ilişki kuramadıkları, gelişmelerini inandırıcı kılamadıkları duygusu filmin geneline egemen. Oysa “Lotte’nin Ölümü” yönetmenin derdinin en güzel betimlendiği bölüm. İstanbul’da radikal bir sol grubun üyesi Ayten’in ülkeden kaçmak zorunda kalıp Alman devletinin sığınma ağına teslim olması sırasında ilişkiye girdiği Lotte ile olan birlikteliği, cinselliği ve eşcinselliği afişe etmeden, bütün doğallığıyla, öncesi ve sonrasını bilerek göz ardı ederek, nedenini ve niçinini sorgulamayı radikal bir biçimde reddedip anlatıyor. Çokbaşlılığın tüm dayanılmazlığıyla ortaya çıktığı an bu bölüm. Klasik bir şekilde resmedilen militan solcunun beklentileri yerle bir etmesi. Filmin anlatım kurgusunun tuzağına düşmediği en yetkin anlarını da Patrycia Ziolkowska (Lotte) ve Nurgül Yeşilçay’ın (Ayten) birlikte olduğu anlar oluşturuyor. Ve bu bölüm olduğu içindir ki “Auf der anderen Seite” ciddi bir potansiyele işaret ediyor. Derdi olduğu için de, adeta bir ilk film ruhunda, çokbaşlılığını tüm zayıflıklarına rağmen anlatmakta direniyor. Adeta bir ilk filmin kendine olan sonsuz güveniyle. Aynı özgüvenle “Im Juli”deki naifmasalsı ve “Gegen die Wand”taki sertmuğlak Türkiye tabloları ise yerini bu filmde son derece somut resimlere bırakıyor. Başka bir deyişle Fatih Akın’ın Türkiye’nin gerçekliğine bir adım daha attığını kanıtlıyor. “Auf der anderen Seite”yi okumanın çok farklı yolları olduğu kesin. Bu yolların hepsi eleştirmenlerin öznellikleriyle biçimleniyor kuşkusuz. Yönetmenin kendisi ise filmini şöyle yorumluyor: “Oğlumun doğumu ve hamilelik bana hayat ve ölüm hakkında düşünme imkanı verdi. Şuna kuvvetle inanıyorum ki, bebeklerin geldiği yer, öldükten sonra gideceğimiz yerdir. Ölüm hakkında pozitif bir film çekme fikri çok hoşuma gidiyor. Rüyada ölüm değişikliğe delalettir. Yeni bir hayata geçiş, bir metamorfozdur. Birçok kültürde ölüm kötü ve negatif bir şey olarak görülmenin tersine, umudu temsil etmektedir. Benim hikayem ölümün nasıl karmaşık dramlar ve aslında çözülemeyen çatışmalar yarattığının göstergesidir. Tüm bu felsefi ve politik fikirlerden gerilimli, keyifli ve değerlendirilebilir bir sinema filmi yapmak istedim.” Unutulmaması gereken bir diğer nokta ise, filmin yapımcılarından ve yönetmenle yıllardan beri ortak çalışan Andreas Thiel’in filmin çekim aşamasında yaşamını yitirdiği. “Auf der anderen Seite” kuşkusuz ölüm üzerine bir film ve yönetmenin Andreas Thiel ile olan yakın dostluğu bu filmin değerlendirilmesinde ayrı bir kulvar açıyor. O Andreas Thiel ki 1999 yılında çektiği “Kısmet” ile ölümü çok farklı bir Mefisto öyküsünde anlatmıştı. Ve filmin başrolünü Fatih Akın oynuyordu. iz bu yazıyı okuduğunuz sırada belki de idam edilmiş olacak. İnsanlığa karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda adı ilk akla gelenlerden biri de o. Kitle imhasında başvurduğu korkunç yöntemi bir ad olarak üstünde taşıyor yıllardır. Irak’taki Halepçe katliamının sorumlusu, Saddam’ın da başişkencecisi Kimyasal Ali lakaplı, Ali Hasan el Mecid’den söz ediyorum. Uğursuz adının bu yazıya konu olması internet sitelerinde dolaşan bir video klibiyle ilgili. Kudretinin doruğunda olduğu dönemde, bir evde kadınlı erkekli eğlencedeyken kaydedilmiş videoya. Yayınlayan internet sitesinde “Kimyasal Ali’nin zevk gecesi” başlığıyla duyurulunca, merak edip izledim. Beş, altı dakika süren bir video bu. Irak’taki kurbanları, bu videoyu, aklımda yanlış kalmadıysa mahkemeye, katilin keyifli yaşamının bir kanıtı olarak sunacaklarmış. Merak edişim bundandı. ??? Teknoloji muhteşem bir şey. Onlarca insanı katleden birinin nasıl eğlendiğini görmek, neden videoya kaydettirir kendini ayrı sorun ama çok öğretici gerçekten. O asık suratlı, ceberrut görünümünün altında başka ne tür bir yüze sahipmiş Kimyasal Ali, görebiliyorsunuz. Ancak, kurbanlarının iddia ettiği gibi Kimyasal Ali’nin bir “zevk gecesi” yaşadığını söylemek kolay değil. İzledikçe, işkence yöntemlerindeki yaratıcılığının, bu “zevk gecesi”nde esamisi bile okunmadığını görmek zor değil. Anlatmayı deneyeyim: Ali Hasan el Mecid, etrafı üç kadınla sarılı bir halde divanda oturuyor. Kadınlar tamamen kapalı giysiler içindeler. Bir erkek de feryat figan sözüm ona şarkı söylüyor. Kadınlardan birine daha fazla ilgi gösteren el Mecid, zaman zaman el çırpıyor, zaman zaman da yakınındaki kadının yanaklarını iki elinin arasına alıyor. Kadınla kurduğu tüm “temas” bu. Yanaktan olsun bir öpüşme bile yok. Gecenin, ileri safhalarında neler olduğunu elbette bilmiyoruz. Yani bu videoya bakarak bir “zevk gecesi”nden söz etmek imkansız. Kudret sahiplerinin nasıl eğlendikleri konusunda Ali Hasan el Mecid’in geçmişten bir ders almadığı ortada. Batı’dan, insan katletme konusunda bir hayli esinlenmiş olmasına karşın, yapılan bir “kaçamak”ta nasıl davranacağı konusunda, yine Batı kaynaklı bir görgüye sahip değil belli ki. Tipik bir Ortadoğu diktatörünün, izleyende, mahcup delikanlı imajı yara S TANIM ARAYIŞLARI Bu tekyönlü yaklaşımlar aslında olumlu bir noktaya da işaret etmiyor değil. Film eleştirmenleri, basın ve izleyicilerin geneli, filmlerin karmaşık yapısı gereği, biraz körlerin fil tarifi hesabı, ilk “tuttukları” yerden değerlendiriyorlar bu eserleri. Ya da farklı beklentilerden dolayı, nalıncı keseri usulü, görmek istediklerini yontuyorlar. Ancak bunu beceremiyorlar, çünkü eşyanın tabiatı gereği, filmler buna izin vermiyor. Sinema sanatını toplumsal olgulardan bağımsız ele alarak, hele göç gibi bir konudan beslenen filmleri ve yönetmenlerini, göçmen toplumunun özünden soyutlayarak değerlendirmeye kalkmak, ister istemez bir çıkmaza götürüyor. Üstelik Almanya’da sadece tek bir “göçmen Türk toplumu” yok. Birbirlerinden farklı yapılara sahip, çoğu kez büyük çelişkilerle karşı karşıya duran birden fazla topluluğun varlığından bahsetmek daha doğru. Bu toplumları tektipleştirmek, homojen görmek isteyen anlayış ise, sadece çoğunluk toplumunda değil, göçmenlerin kendilerini algılama anlayışlarında da var. Bunun nedenleri hapse atılır. Bunun üzerine sevgilisinin peşinden İstanbul’a giden Lotte ise burada öldürülür. Filmle aynı adı taşıyan son bölümde ise, Ayten’i bulmak için geldiği İstanbul’da yaşamaya karar veren Nejat ile, kızı Lotte’nin ölümünden sonra kente gelen Susanne’nin tanışmaları ve iç dünyalarına doğru çıktıkları yolculuk anlatılıyor. AKIN’IN EN POLİTİK FİLMİ “Auf der anderen Seite” her şeyden önce ölüm üzerine bir film. Arsız bir sinizm söz konusu değilse eğer ya da karanlık bir nihilizm, bir feylesofun fi tarihinde dillendirdiği bu “metafizik rezalet”i tüm kesinliğine ve bilinmezliğine rağmen olumlamak, binlerce yıldan beri boğuşulan bir dert. “Auf der anderen Seite” ölümü kutsamıyor, ama kahramanlarına ölümün şerefine kadeh kaldırtacak kadar da tutarlı bir duruş geliştiriyor. Hikayenin dokusuna yedirilen göç olgusu ise, ileride yönetmenin olgunluk dönemini başlatan film olarak nitelenmeye aday farklı bir dil içeriyor ve aynı zamanda Akın’ın en politik çalışması kuşkusuz. Filmin asıl özelliği ise, Alman figürlerin hikayenin başat kahramanları arasında yer alması. Türkiye kökenli sinemacıların bugüne kadar anlattıkları öykülerde daha çok ikinci planda kalan, en kötü durumda dramaturjik bir gereklilikten öteye geçmeyen Alman karakterleri ilk kez ön planda görüyoruz. Farklı mekanları, farklı köken, kuşak ve kültürlerden insanları yoğuran hikayeyi bu anlamda çokbaşlı olarak tanımlamak mümkün. Birinci kuşaktan emekli bir dul erkeğin bir fahişeyle olan ilişkisi, Türk köklerini istemeden keşfetmeye zorlanan genç bir Alman akademisyen, zamanında 68 kuşağının özgürlük mücadelesini vermiş, ama artık tutuculaşmış bir Alman kadın, lezbiyen bir ilişki yaşayan keskin bir militan Türk solcusu, filmi çokbaşlı yapan öğeler. Filmin anlatım kurgusuna sayısız tuzak kuran da işte bu çokbaşlılık. Yönetmen olarak ilk filmi “Yazı Tura”da, Güneydoğu’daki savaşı, Marmara depremini, TürkYunan ilişkilerini ve eşcinsellik gibi dört konunun hepsini birden anlatmak istediği Fatih Akın’ın filmi Oscar adayı BERLİN (AA) Ünlü yönetmen Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” adlı filmi Almanya adına Oscar’a aday gösterildi. “German Films” tarafından Münih kentinde yapılan açıklamada, jürinin Akın’ın yönetmenliğini yaptığı “Yaşamın Kıyısında” filmini “En iyi yabancı film” kategorisi için seçtiği ifade edildi. Jüri, filmin, dramatik yapısı, görsel düzenlemesi ve konunun duygulu bir şekilde anlatılması nedeniyle aday gösterildiğini belirtti. Başrollerini Nurgül Yeşilçay, Baki Davrak, Tuncel Kurtiz, Patrycia Ziolkowska ve Nursel Köse’nin paylaştığı “Yaşamın Kıyısında” 2007 Cannes Film Festivali’nde “En iyi senaryo” ve “Ekümenik Jüri Ödülü”nü kazanmıştı. Sokak Tiyatrosu’nun İsviçre başarısı Kültür Servisi 5. Sokak Tiyatrosu’nun Zürih Tiyatro Festivali’nde sahnelediği “Oyunu Bozuyorum” adlı oyununu, İsviçreli eleştirmen ve izleyiciler çok beğendiler. Meltem Arıkan’ın yazıp Mustafa ve Övül Avkıran’ın yönettiği oyun, bir kadının gözünden Anadolu’daki töre ve namus cinayetleri, tecavüz ve ensest ilişkiler gibi konuları sert ve cesur bir dille tiyatro sahnesine taşıyor. Daha önce “Seven Kalp Böyle Yanar”, “Neos cosmos”, “3+3+963”, “Ashura” adlı oyunları aynı festivalde sahneleyen 5. Sokak Tiyatrosu’nun “Oyunu Bozuyorum” adlı oyunu 25 Ekim’de garajistanbul’da olacak. (0212 244 44 99 114) Meltem Arıkan’ın yazıdığı oyunu Mustafa ve Övül Avkıran yönetti.