05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

31 AĞUSTOS 2007 CUMA kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN Rudolfo Anaya'dan 'Kutsa Beni, Ultima' C 15 Hıristiyanlık ve Pagan Kültürü Tufan ERBARIŞTIRAN agan kültürü kadim dönemlerde toplulukları dinsel anlamda etkileyen, kişisel gelişime açık, özgürlükçü, olabildiğince demokrat, felsefe içeren geniş katmanlı bir öğretiye sahipti. Doğa sevgisi, ruhun ölmezliği, sonsuzluk, çoktanrıcı, bitkilerden yararlanma gibi insanı hayli etkileyen bir inanç biçimiydi. Özellikle Hıristiyanlığın başlamasından sonra bu kültür bilinçli bir biçimde ezildi, yok edildi, tüm kitapları yakıldı, inananları adeta soykırıma uğratıldı. Pagan medeniyeti geçmişteki Yunan felsefesinin ve mimarisinin temel kaynağıdır. Ayrıca Roma İmparatorluğu'ndaki yontu, hitabet sanatı, eleştirel düşünce, toprak sevgisi hep bu kültürle beslenmiş, büyümüş ve serpilmiştir. Başka bölgelerde ise, fizik, matematik, astronomi, kimya, şiir ve tiyatro alanlarında boy göstermiştir. Pagan kültürünün temelinde eşsiz bir bilgi birikimi, insan sevgisi ve özgür bilim anlayışı yatmaktadır. Günümüzde bir avuç insan bu kültürü gizlice (böyle olmak zorunda…) yaşa(t)maktadır. Birçok dinin temelinde, çeşitli alanlarında, dualarında, felsefesinin diplerinde bu kültürü bulmamız olasıdır… R. Anaya, Pagan kültürünü Hıristiyanlığın karşısına koyuyor, her ikisini çarpıştırıyor, bunu yaparken de küçük bir çocuğun gözünden anlatmaya çalışıyor. Birinci tekil şahıs ağzıyla yazılan romanda Şaman, Pagan, yerel inanışlar yan yana geliyor ve tam karşılarında Hıristiyanlık yer alıyor. Böyle olunca da, tanrı inancı sorgulanmaya başlıyor. Romanı etkin kılan, okuru sarsan, derin düşünceye davet eden de bu oluyor zaten. Bize öğretilen türde bir tanrı var mıdır? Yoksa doğanın derinliklerinde insanla iletişim kurabilen, gözle görülmeyen ama duyularla tanımlanabilen bir güç müdür işin gerçeği? Hıristiyanlık inancında balık sembolü önemlidir. Hz. İsa beş bin kişiye balık vererek bir mucize gerçekleştirmiştir. Romanda 'altın sazan' adıyla bir balık vardır. Bu göndermeyi açıklayalım. Eski Yunancada balık sözcüğü içinde Hz. İsa'nın beş gizli ismi saklıdır. İkhthys = Eski Yunancada 'balık' demektir. İesous = İ Khristos = Kh Theou = Th Yios = Y Soter = S Yazar ustaca bir denemeyle 'altın sazan' balığını Hz. İsa ile özdeşleştiriyor. Bunu yapmasındaki temel düşünce Pagan inancıyla Hıristiyanlığı karşılaştırmaktır. Roman kahramanı Antonio Marez, meraklı, zeki ve cin gibi bir çocuktur. Shakespeare Boğaz’ı görseydi P Çevresinde olup biten her şeye duyarlıdır. Yaşamdaki iyilikkötülük, güzelçirkin, doğruyanlış kavramlarını daha o yaşta tanımaya, sorgulamaya çalışmaktadır. Şaman değerlerini iyi bilen, Pagan kültürüyle beslenen yaşlı kadın Ultima ile dost olması ona yeni ufuklar kazandıracaktır. Bahar aylarında doğanın uyanması, devinimin başlamasıyla birlikte kötülüklerin de ortaya çıkması anlamına gelir. Pagan inancı böyledir. Nitekim romanın içinde bunun ipuçlarını görüyoruz. Küçük Antonio'nun tanık olduğu cinayet, kavga ve öldürme olayları onun ruhunda fırtınalar kopartır. Yaşamın özünde gizli olanları birer birer görmeye başlar… Romanın ana teması Pagan ve Hıristiyanlık kültürlerini karşılaştırmaya yönelik gibi görünse de, arka planda kişinin kendi inancını seçme özgürlüğü yer alıyor. Bugüne kadar bize öğretilen resmi din kültürünün sınırlarını, gerçek gücünü, yaşama olan etkisini sınıyor yazar. Hele bazı bölümleri hayli cesur, tartışma sınırını zorlayan bir anlayışla yazılmış. Sözgelimi, Antoino ve diğer çocukların ilk Noel'i canlandırma oyunları tam anlamıyla eleştirel bir bakış yaratıyor. “Sineklerin Tanrısı” adlı romanda medeniyetten uzak bir adada yaşayan çocukların bir anda ilkel birer vahşi yaratığa nasıl dönüştüklerini okumuştuk. Bu romanda ise tam tersi konu edilmiş. Noel'i kutlayan çocuklar güler, işer, yaramazlık yapar.. Dinin içine girince bireyin değişimi üzerine ilginç, ürküten, düşündüren bir anlatım söz konusu. Küçük Antonio'un annesi toprağa bağlıdır. Çiftçilik yapmayı, toprağı ekip biçmeyi sevmektedir. Babası ise, atlara düşkündür. Daha çok macerayı, gezmeyi arzu etmektedir. Antonio böylelikle her iki yaşam biçimini tanır, anlamaya çalışır, olabildiğince bilgisini artırır. Öte yandan çevrede şifacı diye bilinen, saygı gören, yaşlı Ultima'nın gelmesiyle bu (Pagan) kültür birikimi patlar, iyice kendini geliştirir. Ultima'nın özel ve gizli yetenekleri vardır. Şaman ve Pagan geleneğinden gelen, bitki özlerini iyi tanıyan, doğanın sesiyle barışık olan bu yaşlı kadın küçük Antonio'yu yavaş yavaş içine çeker, onun kendini tanımasını sağlar. Çocuğun şu sözleri etkileyicidir. “Hangi hayatı seçeceğimi merak ediyorum!” (s/61) Bu sözlerde yaşamı yeni tanımaya kişinin yanında olurlar. Ultima zamanında aldığı 'bilgi', 'güç' ve 'el' sayesinde bu görevini içtenlikle yürütmektedir. Kimseye zararı dokunmadan, üzmeden, sadece iyilere ve hastalara yardım ederek görevini yerine getirmektedir. Antonio ise onu izler, takip eder, ne yaptığını anlamaya çalışır. Böylece bir tür usta çırak ilişkisi yaşanır. Doğanın içindeki tanrıları tanıyan, onlarla konuşabilen, onlardan aldığı güçle hastalara yardım eden yaşlı bir kadın ve yanında meraklı, bilgiye aç, kafası çalışan cin gibi bir çocuk. Bu ikili roman boyunca sürekli yan yana yürür, birbirlerini tamamlamaya çalışır. ROMANIN ÇÖZÜMÜ Romanın sonlarında komünyon için gerekli hazırlıklar yapılır. Burada da çocukların sorduğu sorular, ilk başta safça, anlamsız gelebilir okura. Hatta üzerinde biraz düşününce her sorunun temelinde önemli 'izler' olduğunu görecektir. Bir başka yerde ise şunları okuruz. “Düşün, üç yaşında, hiçbir şeyden haberi olmayan bir çocuğu nasıl sınarsın ki? Peki, Tanrı'nın her şeyi bildiğini kabul edelim, o halde neden bu dünyayı içinde kötü ve iyi şeyler olmadan yaratmadı? …Rahibin söylediğini hatırlamıyor musun? Elma, Adem ile Havva'nın daha fazla şey öğrenmesini sağlayacak bilgiyle donatılmıştı. Tıpkı Tanrı gibi onlar da iyilik ve kötülüğü bileceklerdi. Tanrı onları bilgiye ulaşmak istedikleri için cezalandırdı.” (s/233) Romanın çözümü etkileyicidir. Küçük Antonio ölümden kıl payı kurtulur. (Neden acaba?) Ultima bir kez daha görevini yapar. Her şey yerli yerine oturmuştur artık. Doğanın içindeki gizli ve büyülü 'el' yeni sahibini bulmuştur. “Kutsa Beni, Ultima”, yazarın önsözde de belirttiği gibi, “...otobiyografik unsunlar taşır.” Yerel inançlar, çok tanrılı dinler, kadim dönemden günümüze kadar azalarak da olsa gelmiştir. Yazar bu gerçekten hareketle romanı kurguluyor, konuyu kültürler çatışkısı üzerine yoğunlaştırıyor. Hemen söyleyelim, roman tam anlamıyla felsefe ile din çatışkısı üzerine yazılmış sıkıcı ve karmaşık bir anlatıma sahip değil. Hatta yazarın böylesine 'hassas' konuları edebiyatın koruyucu kalkanı içinde ele aldığını, sağa sola çok fazla sataşmadığını, olabildiğince yalın ve anlaşılır bir dille yazdığını belirtelim. Pagan kültürü, Şaman inancı üzerine edebi bir metin okumak isteyenlere salık verilir. [email protected] Kutsa Beni, Ultima/Rudolfo Anaya/Can Yayınları / 306 s. Rudolfo Anaya, Pagan kültürü ve Hıristiyanlığı çarpıştırırken bunu küçük bir çocuğun gözünden anlatıyor kitabında... başlayan, artan bilgisiyle kendini geliştiren, doğayla uyum içinde yaşamayı öğrenen bir çocuğun çelişkili günleri başlıyor demektir. Nitekim öyle de olur. “Eğer altın sazan Tanrıysa, haçtaki adam kimdi? Ya Kutsal Bakire? Annem yanlış Tanrı'ya mı dua ediyordu?” (s/103) Doğada var olduğu iddia edilen, insana yakın/yatkın, çoktanrılı bir inanç sistemi satırlarda beliriyor, ciddi anlamda karşımıza geliyor ve şu soruyu sormamıza neden oluyor. 988 yılının 13 Nisan günü, Kız Kulesi’nin karşısındaki “Arabın Yeri”ne gelen dört arkadaş pencere yanındaki boş bir masaya yönelirler. Oturmak üzere sandalyeler çekilirken biri diğerine seslenir: “Şöyle cam kenarına geç, denizi seyredersin.” Kısa boylu adam arkadaşının teklifine şu karşılığı verir: “Ben denizi sevmem. Deniz benim içimi karartır. Bana küçük bir bahçe, bir ağaç yeter.” Bu konuşma iki şair arasında geçmektedir. Pencere kenarını arkadaşına teklif eden Salah Birsel, denizi sevmediğini söyleyen ise Sabahattin Kudret Aksal’dır. Oysa denizi görmek, dalgaların sesini dinlemek için can atan şairlerimiz de vardır. Bunların başında da Can Yücel gelir. Şairin, Adana Cezaevi’nde yazdığı şiirlerden biri, bir mahkum ardadaşıyla olan konuşmasını içerir: 1 ŞAİRİN DÜŞLERİ Burdan ne kadar çeker, dedi, denize? Bursa’dan yeni gelen işçi arkadaş Recep Anıl. Otomobille yarım saat çeker, dedim. Yayan da iki buçuk saat… Benim cezamla dersen, aşağıyukarı dokuz yıl. Sabahattin Kudret Aksal, Boğaz’a bakan bir pencere kenarına oturmayı reddetmiş olsa da birçok şairin düşlerini süslemiştir İstanbul. Rus edebiyatının ünlü şairi Sergey Yesenin, bir şiirinde şöyle seslenir sevgilisine: İstanbul Boğazı’na yolum düşmedi, Soru açma bana sen oradan. Gördüğüm tek deniz gözlerindir, Mavi alevlerle yanan. Yesenin, denizden çok uzaklarda, Ryazan kentinin Konstantinov köyünde gözünü dünyaya açan bir şairdir. Evlerinde toplanan, köyleri dolaşan gezgin körlerin okuduğu şiirlerle büyür; ikiüç günlüğüne dağlara kaçıp, çobanlara katılması, gölden avladığı balıklarla beslenmesi, ailesinin karşı çıksa da engelleyemediği bir davranışıydı. Denize yabancı olan Yesenin’in, çocukluğunda suyla ilgili tek tasası, gece su içen atların, ayı da yutacaklarını sanmasıdır. Yesenin gibi İstanbul Boğazı’nı göremeyen şairlerden biri de Shakespeare’dir. İngiliz yazar Julia Pardeo, 1835 yılında gördüğü İstanbul Boğazı’nın güzelliğini anlatırken, Shakespeare’i de anar. Hem de bunu, ço ÖNEMLİ SORULAR Bize öğretilen dinler gerçekte nedir? Onların yerini alacak başka bir inanç sistemi var mıdır? Bu birbirine bağlı iki soru gerçekten çok önemli, üzerinde tartışılması gereken bir konudur. Köyde ansızın gerçekleşen olaylar nedeniyle iyilikkötülük kavramları herkesi yeniden düşündürür. Tanrı kötülüğe neden izin vermektedir? Bu soru en çok Antonio'yu rahatsız etmektedir. Öyle ya, kötü yürekli bir adamın iyi birini öldürmesine Tanrı niçin izin vermiştir? Tanrı tam yetkin, sonsuz güçte olan bir 'şey' değil midir? Bu ve benzeri sorular romanın içinde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Şaman ve Pagan geleneğinde inisiyasyon, animizm, ruhsal trans, çoktanrıcılık anlayışı söz konusudur. Antonio'nun gördüğü düşlerde Tanrı konuşur: Bu Tanrı onu azarlar, bağışlamaz hatta dinlemez bile. Ultima'nın tanrıları ise doğanın içindedir. Toprak, gökyüzü, rüzgâr, yağmur olarak kendilerini belli ederler. Ayrıca kötülüğe karşı istenildiği zaman cuk Yesenin’in, gece su içen atlar tarafından yutulacağından korktuğu ayın ışığı altında yapar. Pardeo’nun yazdıkları, Boğaziçi’nin en güzel anlatımlarından biridir. Öyle ki, içinde şarkılar da vardır: “Bütün güzelliklerinin görülebilmesi için Boğaziçi, ay ışığında izlenilmelidir. İşte o zaman kıyıları süsleyen köşklerin içinde oturanlar, çevrelerindeki güzelliğin görkemliliğinden doyasıya bir tat alırlar. Öğle saatlerinin güçlü ışığı, buranın her yanını olduğu gibi gösterir. Oysaki geceleyin, yıldızlarla beneklenen koyu mavi gökyüzü, parlak ay ışığı ve kutsal akşam sessizliği, bu görünüme gündüzün tersine gizemli bir belirsizlik verir. Bu da Boğaziçi’nin çekiciliğini oluşturur. İstanbullular, bu gerçeği bilirler ve yaz aylarında deniz kıyısındaki yalılarında oturdukları zaman, en büyük beğenileri, deniz yakınındaki balkonlara oturup Yunan ve İtalyan gemicilerin akşam şarkılarını dinlemektir. Bir yandan da ara sıra, büyük bir yunusbalığı sürüsünün, ay ışığında yuvarlana yuvarlana geçmelerini ve gök gürültüsü gibi sesler çıkararak dalgaların arasına dalmalarını izlemekle eğlenirler. Bu sırada, ta uzaklarda; Anadolu yakasının loş sırtları, geniş ve koyu gölgelerini; Boğaz’ın Rumeli kıyısına yayarlar. Kıyılardaki yüksek ağaçların titreşen tepeleri, gümüş gibi parlayan çevreye sonsuz bir güzellik verir. Bu belki de dünyada eşi bulunmayan bir görünüştür. Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce, Boğaziçi’ni görmüş olsaydı!..” İstanbul’da yaşayıp da Boğaz’ı karşıdan karşıya geçmeyen şair var mıdır?.. Bu sorunun yanıtını 17. yüzyılda buluruz. Şair Cevri Çelebi, hayatı boyunca su üstünde giden hiçbir taşıta binmemiştir. Avrupa yakasında yaşayan şair, Üsküdar’a, Kadıköy’e, Adalar’a adımını atmamış, hep uzaktan seyretmiştir. Evi sur içinde olan Cevri Çelebi, Galata ya da Tophane’ye gitmek için sabah erkenden yola koyuluyordu… Galata Köprüsü’nün olmadığı yıllarda şairin yolu epeyce uzundu… Haliç’in kıyılarını dolaşan deniz kaçkını, Kağıthâne deresinin köprüsünden geçerek saatler sonra Galata’ya varıyor, işini hallettikten sonra da aynı yolu geri dönüyordu!.. Şeytanın Gör Dediği/ Çetin Altan/ İnkılâp Kitabevi/ 336 s. 1927 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde, yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Avukatlık stajını bitirmesine karşın, öğrenciyken başladığı gazetecilik mesleğini sürdürdü. Yazın dünyasına şiir ve küçük düzyazı parçaları ile girdi. Geçen günlerde Altan, 80’inci yaş gününü kutladı. Bu kitap, 60 yıldır yazın yaşamını sürdüren Çetin Altan’ın 80’inci yaş günü için, gazete yazılarından oluşturulmuş bir seçki. Kiraz Çiçekleri/ Kavabata Yasunari/ Çeviren: Hüseyin Can Erkin/ Doğan Kitap/ 184 s. Bu kitapta, Kyoto’da kimono tasarımcılığı yapan Takiçiro, karısı Şige ve evlatlık kızları Şieko’nun yaşamları yer alıyor. Geçmişindeki gerçeklerle yüzleşen ve aslında kim olduğunu keşfetmeye çalışan Şieko’nun öyküsünü anlatan roman, Kyoto’nun geleneksel dekorunda geçiyor. Fidel’den Sonra/ Brain Latell/ Çeviren: Nurettin Süleymangil/ Vatan Kitap/ 288 s. Bu kitapta anlatılan, Castro kardeşlerin ve Küba’nın geleceği hakkındaki planlarının perde arkasında kalan hikâyesi. Eski CIA analizcisi Brian Latell, Fidel ile Raúl arasındaki elli yıllık ilişkiye, siyaset yaparken aralarındaki işbirliğine, sorumlulukları paylaşmalarına, aralarındaki anlaşmazlıkları nasıl çözdüklerine ilişkin bir bakış sergiliyor. Latell’in CIA’ye verdiği vil toplumcular tarafından yıkılmaya çalışıldığı savı temellendirilmeye çalışılmış. Meşrutiyet’ten Önce Manastır’da Patlayan Tabanca/ Mustafa Ragıp/ Bengi Kitap Yayın/ 670 s. II. Meşrutiyet’in ilanının öncesinde ve sonrasına bizzat tanıklık eden Mustafa Ragıp’ın “Meşrutiyet’ten Önce Manastır’da Patlayan Tabanca” adlı bu yapıtı 1935’te Akşam gazetesinde tefrika edildi. Mustafa Ragıp, yapıtında, yalnız Meşrutiyet öncesi olayları anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda I. Meşrutiyet’in ilanını sağlayan kişiler hakkında da bilgi veriyor. Bir Aile Cinayeti/ Michel Foucault/ Çeviren: Erdoğan Yıldırım, Alev Özgüner/ Ayrıntı Yayınları/ 330 s. IX. yüzyılda Normandiya’nın Calvados eyaletine bağlı küçük bir köyde yaşayan 20 yaşındaki Pierre Rivière, çocukluğundan beri garip davranışlarıyla tanınmaktadır. İnsanlardan, özellikle kadınlardan kaçmakta, karamsar ve dengesiz kişilik özellikleri sergilemektedir. Oldum olası kafasını meşgul eden yücelik fikirleri, ailesinde yaşanan sorunlarla birleşince onu adım adım korkunç sona yaklaştırır. Babasını mutsuzluklarından kurtarmak gibi, ulvi olduğunu düşündüğü bir misyon üstlenerek, annesini ve iki kardeşini öldürür... Michel Foucault ve arkadaşları, psikiyatri ve suça yönelik adalet arasındaki ilişkilerin tarihi üzerine bir çalışma yapma amacıyla yola çıktıklarında, Rivière olayıyla karşılaşırlar. Hatırat ve dava dosyası karşısında derinden etkilenirler. Foucault’nun zayıfların ve kaybedenlerin, akıl hastalarının ve sapkınların hayatlarını anlamaya doğru çıktığı düşünsel yolculuğunun uğraklarından biri olur “Bir Aile Cinayeti”. raporlar, yıllarca ABD politikasını yönlendirmiştir. Latell bu kez, Raúl’ün liderlik tarzını ve iktidara geçmesinin ABDKüba ilişkilerini nasıl etkileyeceğini analiz ediyor. Kitaba, yazarın, Fidelin iktidarı kardeşine terk edişinin ve Küba’nın geçici lideri Raúl’ün daha önceki performanslarını işleyen bir son notu da eklenmiş. Öpücük Damlası/ Hakan Cem/ Yitik Ülke Yayınları/ 68 s. “Anamız mühür oyar gibi adımızı oyardı diline/ ve sabır versin diye gün boyu suyla konuşurdu./ On dördümde Afrodit Adası’ndan çıktım/ annem ölür diye sustum: Gözyaşı biriktirdim!/ Uzaklaşan, kaybolup giden ırmağın karşı kıyısıyım./ Eğilip öptüm onca zamandan sonra gurbeti.../ Anaların hasretinde gözlere düşen oğullar vardır!/ Bunu anılarıma kaydettim; uzun uzun ağladım...” Bu kitapta, Hakan Cem’in yeni şiirleri yer alıyor. Aşina Çehreler/ Mehmet Nuri Yardım/ Nesil Yayınları/ 320 s. “Fikir, sanat, edebiyat ve kültür dünyamızın yaşayan çınarlarının kıymetini bilmiyoruz. Yaşları 80’e yaklaşmış, hatta bu olgun yaşı aşmış, Cumhuriyetin ilk nesli olan şair, yazar, hattat, ressam ve diğer sanatkârlarımıza çeşitli kurumlar tarafından armağanlar verilmeli, onları unutmadığımı zı hem kendilerine hem de topluma hatırlatmalıyız. Bu armağan ve plaketler, sanatkârlarımızın gecikmiş hakkı olduğu gibi, aslında bu ödülleri verecek olan kişi ve kurumları da şereflendirecektir” diyor bu kitapta Mehmet Nuri Yardım. Nasreddin Hoca’dan Ömer Seyfettin’e, Muharrem Ergin’den Dilaver Cebeci’ye Türk kültür dünyasının çehrelerini tanıtıyor. Arthur Gordon Pym’in Olağanüstü Serüveni/ Adgar Allan Poe/ Çev: Nilgün Şarman/ Zigana Yayınları/ 389 s. Bu kitap, 1827 Haziranı’nda, Amerikan gemisi Grampus’un, güney denizlerine doğru yol aldığı sırada baş gösteren ayaklanmayla yapılan kıyımı sunmaya çalışıyor. Kitapta, 1800’ lü yıllardaki coğrafi keşifler, bilimsel gelişmeler ve Güney Kutbu’nun keşfi, Arthur Gordon Pym’in yaşamının odak noktası biçiminde anlatılmış. Türk Kalesi Yıkılırken/ Hüseyin Özbek/ Kum Saati Yayınları/ 300 s. “Türk Kalesi Yıkılırken”, Hüseyin Özbek’in Yeni Hayat dergisi ve Ufuk Ötesi gazetesinde çıkmış yazılarından oluşuyor. Kitapta, Özebek’in ‘Türklüğün son kalesi’ olarak nitelediği, Türkiye Cumhuriyeti’nin beyinleri, kalpleri ve duyusal organlarının işlemez hale konulduğu, emperyalizmin maşaları olarak görülen si ‘Ermeniler değil, Paulicien’ler Aleviliği seçti’ ‘Direnen Türkler’ kitabının yazarı Ulusoy’dan, yazar Saltık’ın açıklamasına tepki İstanbul Haber Servisi TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun “Kürt Aleviler Ermenilikten dönmüşlerdir” sözlerine tepkiler sürerken yazar Veli Saltık’ın “Halaçoğlu’nun görüşleri Müslüm Ulusoy’un iddiasıdır. Ulusoy, Şah İsmail’in Tercan’a gelişi sırasında bazı Ermenilerin topluca Aleviliği seçtiğini öne sürüyor, ama kaynak gösteremiyor” açıklamasına Müslüm Ulusoy tepki gösterdi. “Direnen Türkler” kitabının yazarı Müslüm Ulusoy, söz konusu kitabının 349. sayfasında 1501 yılında Şah İsmail’in Tercan’a gelişi sırasında Ermenilerin değil Paulicien inancındaki keşişler ve tebaanın Şah İsmail’i desteklediğine ilişkin bilgilerin yer aldığını belirtti. Paulicien’ler ve Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle ilgili ayrıntılı bilgilere “Anadolu ve Avrupa’da Türk Damgası Koçu Baba I” adlı kitabında da yer verdiğine dikkat çeken Ulusoy, açıklamasında şunları söyledi: “Veli Saltık’ın görüşlerinin yer aldığı haberde Halaçoğlu’nun açıklamalarına gönderme yapılmakta ve benim kitabımdan yapılan alıntı ile onu desteklediğim imajı verilmeye çalışılmaktadır. 2006’da yayımlanan ve Yunus Nadi Ödülleri Yarışması’na da katılan bu kitap, köy köy, mezra mezra dolaşılarak halkın hafızasındaki bilgileri ortaya koymuş, dönemin tarihçileri ve varsa resmi belgelerle de desteklenmiştir. Kitapta 1501’de Şah İsmail’in Tercan’a gelişi sırasında Ermenilikle hiçbir ilgisi olmayan Paulicien’ler Şah İsmail’e destek vermişlerdir. Adı geçen kitabımda 24 Ermeni aşiretinin Şah İsmail’in gelişiyle Aleviliğe geçtikleri yolunda bir bilgi yer almamaktadır. Osmanlı Devleti’nin bölgede yaşayan Kürtlerin ve Osmanlı’nın baskısı altında inim inim inleyen Türkmenler, Aleviler ve Ermeniler tarih boyunca birbirlerine destek olmuşlardır. Baskılar karşısında bazı Türkmen toplulukları da Kürtlerin arasına karışarak onların dilinden etkilenmişlerdir. Ermeniler ile Aleviler her zaman iç içe olmuşlardır. Bu durum Türklerin hoşgörü anlayışı ile açıklanabilir. Bundan gocunulacak bir durum, ne Ermeniler ne de Türkler için söz konusudur.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle