23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Müziği sınır tanımıyor Ali Deniz USLU Cesaria Evora 1988 yılında “en azından Paris’i görürüm” diyerek kabul ettiği plak teklifiyle başladığı müzik yolculuğuna, ilk albümü “La Diva aux Pieds NusYalınayaklı Diva”dan sonra da hiç ara vermedi. Zor bir hayattan ve yoksulluktan zirveye çıkan Evora, olgunluğu gereği mi bilinmez samimiyetinden ödün vermeden, olabildiğince kendi kalarak ve şöhretin şaşkınlığını yaşamadan sahnelerin tozunu attırıyor. Tüm dünyada yüzlerce konser verdi. “Cesaria”, “Cabo Verde”, “Mar Azul”, “Cafe Atlantico”, “Sao Vincente Di Longe” albümleri ile de iyi bir satış grafiği yakaladı. “Çıplak ayaklı” diva olarak anılan Cesaria Evora bugün 65 yaşında ve hâlâ sahnede. Evora, 18. Most Açıkhava Konserleri kapsamında 31 Temmuz akşamı Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda sahne alacak. Portekiz Fadoları, Afrika ve Küba müziklerinin esintilerini İstanbullu dinleyiciler ile paylaşacak. İşte sorularımıza yanıtları... Ses renginizi Bessie Smith, Edith Piaf ile eşleştiriyorlar. Bu yanlış bir algılama mı sizce? Şarkı söylemek içimden geliyor ve hiçbir zaman başka bir şarkıcıya benzetilme kaygım olmadı. Birçok farklı ülkenin yerel şarkıcısına da benzetildiğim oluyor. İnsanlar müziğinizdeki sıcaklığı hissettikleri zaman, aynı sıcaklığı veren, sözlerini ve dilini anladıkları bir şarkıcıya benzeterek bir tür yakınlık kurmaya çalışıyorlar. Bence bunun bir sakıncası yok. Müziğinizi ne besliyor? İnanç ve duygular... Şarkı söylerken yaşadıklarımla ilişki kuruyorum, bu yüzden daha çok anlam kazanıyorlar. Özlem, kavuşulamayan aşıklar, şarkıları tüm dünyanın ortak diline dönüştürüyor. Morna ve blues arasında bir müzikal anlayışın ortasındasınız. Fado da diyebiliriz. Kendinizi nerede görüyorsunuz? Morna yüzyıldan fazla bir süredir, Cape Verde’den ulaşan bir şarkı formu. Kimi zaman Fado’yu andırıyor, kimi zaman blues’a yakın geliyor. Aslında hepsi sevgiliye ve vatana duyulan özlemi anlatıyor. Fadolarda da denizci sevgililere duyulan özlemler anlatılır zaten. Blues da gemilerle taşınan kölelerin hayatlarından çıkmıştır. Hepsinde ortak olan deniz, özlem ve aşk. 1973 yılında Cape Verde adasının Portekiz kolonisinden çıkıp özgürlüğünü kazanmasından sonra sizin de yükselişiniz başladı. O günlere kısa bir yolculuk yapmanızı istesem... Birçok insan Amerika’ya ya da başka ülkelere göç etti. Cape Verde’de kalanlar yaşadığı yeri gerçekten çok sevenlerdi. Ben de onlardan biriyim, yaşadığım yeri, denizi, güneşi çok seviyorum ve sevebildiğim kadar özgürüm. Afrika’dan tüm dünyaya sesinizle hayat vermek nasıl bir duygu? Yaklaşık 16 yaşımdan beri şarkı söylüyorum. Şarkı söylemek benim hayatımın en büyük zenginliği. Bunu da dünyanın ne kadar çok yerinde yaşayabilirsem o kadar çok mutlu oluyorum. Geçmişi ve acıları iyi bilen biri olarak siyasi söyleminiz var mı? Sınırları sevmiyorum ve hiçbir zaman da sevmeyeceğim. Müziğin beni bu kadar beslemesinin nedeni sınırlarının olmaması ve yaşadığım yere çok uzak başka C röportaj DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ 3 AĞUSTOS 2007 CUMA Yaşamın Zenginliği olarak, hem de Bizim Radyo’da görev yapmış. Yaşlılık yıllarında da bu ilginç kitabı yazmış. ??? Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları, bende ilgiyle okunan bir roman duygusu uyandırdı öncelikle. Çok da uzun sayılmayacak bir hayata sığabilen destansı özellikte serüvenler dizisi. Yazarı, yaşamı boyunca hiç günce, not vb. tutmamış olmasına karşın, güçlü belleğiyle ayrıntı zenginlikleriyle dolu bir kitap yazmış. Bu serüven dolu hayata, Türkiye, Lübnan, Polonya, Almanya gibi ülkeler; bu ülkelerde çeşitli uluslardan türlü olayların ve insanların karışması, zor bulunur bir belge değeri katıyor anlatıya. Bir portreler galerisi gibi sıralanmış nice tanınmamış kişinin yanı sıra, Nâzım Hikmet’ten Zekeriya Sertel’e, Vedat Türkali’den Hasan İzzettin Dinamo’ya, İhmalyan kardeşlerden Reşat Fuat Baraner’e pek çok ünlünün de bilinmedik türlü yönleriyle karşımıza çıktığı bir zenginlik anıtı. Bu zenginlik yalnızca olaylar, kişiler anlatımıyla da sınırlı değil. Toplumbilimsel yaklaşımlardan çağın sorunlarına, kişisel tartışmalardan dar ve geniş çevrelerin dertlerine dek bütün bir döneme ışık saçan bilgiler içeriyor. Ama asıl önemli yanı da tarihimizin gölgede kalmış bir yanına; yıllarca gizlilik koşullarında çalışmak zorunda kalmış bir siyasal hareketle onun temsilcilerinin çoğu bilinmedik eylemlerine açıklık getirmesi. Ben, Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları’nda çok zengin bir hayat buldum. İnsanoğlunun bir ömür içinde başına böylesi olayların gelebilmesi herhalde 20. yüzyıl dünyasının zenginliği, çeşitliliği ve çelişkileriyle ilgili. Bugünün insanı, bu anılara bakıp hiç değilse ne denli yavan, tatsız, renksiz bir hayatı olduğunu düşünebilir. Aşk, deniz, özgürlük ve özlem dolu şarkıları umutla söyleyen Cesaria Evora yeniden İstanbul’da. Şöhreti 50’li yaşlarında yakalayıp, dünya müziğinin önde gelen isimleri arasına giren Grammy ödüllü sanatçı, kendini hiç de müziğe geç kalmış görmüyor. Yaşadığı yeri, denizi, güneşi seviyor ve sevebildiği kadar özgür olduğuna inanıyor… bir ülkedeki insanın duygularını söylediğim bir şarkıyla harekete geçirebilmesi. Müzik hepimizin insan olduğunu ve aynı duyguları paylaştığımızı çok güzel hissettiriyor. Cape Verde’ye bir okul yaptırdığınızı duymuştum. Doğru mu? Bunlardan bahsetmesek. Yapmak istediğim çok şey var. Küba müziği yeniden ve de hissedilir bir biçimde uluslararası arenaya çıkıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sadece Küba müziği değil uluslararası listelerde dünya müziği olarak birçok farklı ülkenin, birçok farklı kültürün müzikleri popüler hale geliyor. Sanırım insanlar otantik ve geleneksel müzikleri özlediler. Biz sizi biraz geç tanıdık, 47 yaşından sonra şöhreti yakaladınız. Bu sizi hiç üzdü mü? Yoksa her şey olması gerektiği gibi mi oldu? Benim doğduğum, büyüdüğüm topraklarda insanlar hiçbir zaman umutsuz ya da karamsar olmazlar. Kurak dönemlerimiz olur ve denizin bereketine şükrederiz, yağmur yağdığında yağmurun bereketine şükrederiz. Benim içimde de hiç geç kalmışım duygusu olmadı. “Çıplak ayaklı diva” lakabı ne yalan söyleyeyim benim pek hoşuma gitmiyor. Siz bu konuda tam olarak neler hissediyorsunuz? Bunun tam anlamıyla doğup büyüdüğüm yerin iklimiyle, sıcağıyla alakası var. Cape Verde’de de hiç ayakkabı giymeden büyüdüm. Doğal olarak bu benim alışkanlığım. Kendimi daha rahat hissettiğim için sahnede de çıplak ayakla şarkı söylüyorum. Bir de sahnede olabildiğince rahatsınız. Sigaranızı içiyor ve sahneyi eviniz gibi kullanıyorsunuz... Bu tamamen şarkı söylerken aklımdan ve kalbimden daha önce yaşadıklarımın geçmesiyle alakalı. Âşık olduğum hallerim, sevdiğim insanlar… Bazen de acılarımı hatırlarken kendimi rahat bırakıyorum. Türkiye’ye pek çok kez geldiniz. Buranın dinleyicisi de sizi seviyor. Nasıl bir iletişiminiz oluyor? Maalesef gezmeye görmeye fırsatım olmadı, ama İstanbul’da denizi görmek bana huzur veriyor. Deniz insanları sanırım duygularını daha çok ifade ediyorlar. Ben de o yüzden denizli şehirleri seviyorum. üreselleşmenin, iletişim tekelleşmesinin hayatımıza getirdiklerinden biri de, nerede yaşarsak yaşayalım, kim olursak olalım, tek tip insanlar olarak yaşamaya yönlendirilmemiz. Sanki bütün insanların hayatları tek bir merkezde programlanmış gibi. Oysa toplumları da, insanlığı da zenginleştiren farklı hayatlar, farklı kültürler. Geçmişin insanlarına bakarken belki de en özeneceğimiz şey, hayatlarındaki renklilik, zenginlik. ??? Böyle hayatlara ilgi duyduğumdan anı kitapları okumak hep çok hoşuma gider. Hele anılarını yazanlar biraz da hayatları gölgede kalmış insanlarsa... Dr. Hayk Açıkgöz’ün Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları (Belge Yayınları) adlı 650 sayfalık kitabını da aynı heyecanla okudum. Kimdir Dr. Hayk Açıkgöz? Kitaba bir yaşamöyküsü konulmamış ancak okuduklarımdan şöyle bir özetleme yapabilirim: 1918’de ailesi sürgünden dönerken AmasyaHavza arasında bir dağ başında dünyaya gelmiş. Çocukluğu Samsun’un Vezirköprü ilçesinde geçmiş: “Arkadaşlarım arasında çok seviliyordum, kimse Ermeniliğimi yüzüme vurmadı. Kimse Ermeniyim diye başkalarından ayrı bir gözle bakmadı.” Ortaokul ve liseyi Samsun’da okuduktan sonra İstanbul’da tıp öğrenimi görmüş, bu arada gizli Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) girerek siyasal etkinliklerde bulunmuş. Gözaltı, işkence ve cezaevleriyle tanışmış. Direnmeyi ve boyun eğmeyi görmüş. Sonra da dönemin pek çok solcusu gibi ülkede yaşama olanağının giderek darlaştığını görerek önce Beyrut’a, orada geçirdiği beş yıldan sonra da yine parti göreviyle Varşova’ya gelerek iki buçuk yıl Varşova Radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nde çalışmış. Sonra da 1958’den ölümüne dek Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde (DDR) hem kalp cerrahı K turgay@fisekci.com Bergman yaşamını yitirdi... Kültür Servisi İsveçli yönetmen Ingmar Bergman, Faaro Adası’ndaki evinde 89 yaşında yaşama veda etti. Efsane yönetmenin kız kardeşi Eva, Bergman’ın uykusunda öldüğünü açıkladı. İlk filmi ‘Crisis’ı 1946 yılında çeken, 50 yılı aşkın sanat yaşamında unutulmaz yapımlara imza atan yönetmen, 9 kez ‘En İyi Yönetmen’ dalında Oscar’a aday gösterildi. Bergman, bu ödülü alamasa da 1961 (The Virgin Spring), 1962 (Aynadaki Gibi) ve 1982’de (Fanny ve Alexander) ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar aldı. 2005’te Time dergisinin “yaşayan en büyük yönetmen’’ seçtiği Bergman, 1956 Cannes Film Festivali’nde gösterilen 18. filmi ‘Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri’ ile keşfedilmişti. Genellikle senaryolarını da yazdığı filmlerinde ağırlıklı olarak tinsel arayışlar, psikolojik çatışmalar ekseninde ana karakterlerin yaşadıklarını anlatan ünlü yönetmen, ‘Yedinci Mühür’ (1957), ‘Yaban Çilekleri’ (1957), ‘Aynadaki Gibi’ (1961), ‘Sessizlik’ (1963) ve ‘Sihirli Flüt’ün de aralarında olduğu 54 filmin yanı sıra 126 tiyatro yapıtı ve 39 radyo oyununa da imza attı. Troya belgeseline festivallerden ilgi TÜRSAK Vakfı tarafından gerçekleştirilen “Troya” belgeseli, 2229 Temmuz tarihleri arasında Sicilya’nın Palermo şehrinde düzenlenen “Sole e Luna Akdeniz ve İslam Ülkeleri Belgesel Film Festivali”nin yarışma dışı belgesel film programına seçildi. Belgesel, bugüne dek bir Helen kenti olarak bilinen Troya’nın Anadolu ile bağlarını ilk kez belgeleyen özelliği ile dünya festivalleri tarafından büyük ilgi görüyor. Yönetmenliğini Rıza Baloğlu, Troya Kazı Başkanı Manfred Korfmann’ın genel danışmanlığını yaptığı belgesel, mitolojik anlatımların ötesinde arkeolojik yapıtların izini süren içeriğiyle Troya üzerine yapılmış belgeseller arasında bir ilke imza atıyor. Belgeselin içeriğini sinema yazarı Burçak Evren çizdi. Evren’in Schliemann’ı oynayarak aynı zamanda ilk kez rol aldığı bir film olan, Troya’nın senaryosunda ise Evren’le birlikte Sevinç Baloğlu’nun imzası var. eçim Sonuçları Üzerine…” başlığıyla tasarladığım yazıya başlamadan önce elektronik postaya göz attığımda kardeşim Nihat Behram’ın İsviçre’den mektubuyla karşılaştım. “Darağacında Üç Fidan”ın ve “Hayatımız Üstüne Şiirler”le başlayarak 68 kuşağının duygularını dile getiren en güzel şiirlerin yazarı Nihat Behram’la kardeş olduğumuzu benden dört yaş küçüktür bilenler olduğu gibi ilk kez böylece öğrenecekler de vardır. Tasarladığım yazının güncelliği nasıl olsa geçmeyecek… Buna karşılık, Nihat’ın, bir yerde yayımlanacağını aklından bile geçirmeksizin, ateşten sözcüklerle ve belli ki bir çırpıda dile getirdiği duygularını sadece kendimde saklı tutmanın bencillik olacağını düşündüm. Böylece, bu haftaki “Cumartesi Yazıları” sütununu Nihat Behram’a bırakıyorum. Tek bir sözcüğü azıcık “sansürleme” dışında başkaca hiçbir şeye dokunmaksızın… “Selam Ataol abi.. her şey bildiğin gibi.. üzüntüne, kederine, öfkene, iğrentine, kaygına.. ve her şeye rağmen umuduna ekleyeceğim faz “S CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU Nihat’ın Mektubu le meydana ineceğine bayrağa sarılı gemicik saat falan gevezeliğiyle ‘iş’ tutunca maya da tutmaz… Yapsınlar bir anket de bunun için, bu memlekette dünyanın öbür ucundaki Chavez’in bizim Türk malı ‘sosyal demokrat’lardan daha fazla sempati sahibi olduğunu görürler.. Batı’nın sosyal demokratı hatta sosyalisti de konu biz olunca hakeza ‘bizimkiler’le aynı.. Avrupa’da ‘Sosyalist Enternasyonal’ toplanıyor, ABD emperyalizminin vahşi Irak işgalinde ona tetikçilik yapan kukla yönetimin Pinochet’den, Evren’den, Güney Vietnamlı generalden farkı olmayan Iraklı kukla başkanı salona alkışla giriyor... ‘Sosyalist’ lafıyla ‘emperyalizm yardakçılığı’ tarihte hiç bu kadar birbirine bulaşmadı… Bakalım bizim bu dönem Meclis’e la bir şey yok… İ. Selçuk’un sözündeki gibi ‘an geçici.. belirleyici olan süreçtir’... anın duygusunda takılıp kalmadan sürece dönük çalışmayı sürdürmek gerekli demek kalıyor bize de… Bildiğin gibi Avrupa kına yakıyor k..çına.. Seçim öncesinde de öyleydi.. gelip Türkiye’de doğru dürüst birilerini bulacak değillerdi ya seçim yorumu yaptırmak için... Avrupa’nın bütün kanallarında Mehmet Altan’lar ve gibilerinin falan ‘bilgileri’ne başvuruldu ‘aydınlarımız’ olarak… Şimdi de aynı hava berdevam.. ‘Türkiye’de halk ılımlı İslamı seçti’ diye… Sosyal demokrat olduğunu söyleyenler ABD’nin BOP rezilliğine, Irak’taki emperyalist vahşete, ülkedeki sefalete, kabaran ırkçılık ve çeteleşmeye yönelik Chavez’in sesiy ‘sosyalist’ söylemle giren bağımsızlar, ‘bu bulaşmadan ne kadar bağımsız’ olacak.. Yani Ufuk mesela ‘Kahrolsun ABD’nin kanlı Irak işgali, vahşi BOP planı ve buna yardakçılık yapan, tetikçilik yapan kukla Irak yönetimi’ diyebilecek mi?.. Yoksa oyunu aldıklarının lanetini mi hesaplayacak... Neyse, sabah sabah yine ‘anın’ duygusuyla tatsız başladım. ‘Keşke şairlik de anlık patlamalar değil de sürece yönelik duygu işi’ olsaydı.. Anlayacağın ‘politika’ bu anlamıyla pek ‘şaire göre ve şairane iş’ değil.. ‘Şair olmanın’ İ. Selçuk’ta ‘özlem’ olarak kalması iyidir.. Bizi ‘sürecinsoğukkanlılığına çağıracak’ insanlara gereksinim açısından.. Buralar hâlâ serin ve hâlâ ishali bitmemiş bir gökyüzü altındayız.. Eylül içinde belki Trix ve Mavi’yle eşi ve kızları/A.B. İstanbul’da olabiliriz. Başkaca iyiyiz.. sevgiler…” Okurlarımdan biriki hafta dinlenme, düşünme, biriktirme izni istiyorum… Antonioni hayatını kaybetti Kültür Servisi Yedinci sanat, bir büyük ustasını daha yitirdi; İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni 94 yaşında yaşama veda etti. Antonioni, Bologna Üniversitesi’nde ekonomi okuduğu yıllarda 1930’ların İtalyan komedilerini sert bir dille eleştiren yazılarıyla dikkat çekti. 1940’larda İtalyan ulusal sinema okulu Centro Sperimentale’ye yazılan Antonioni, kısa süre sonra senaryo yazarı olarak Roberto Rossellini ve Enrico Fulchignoni gibi yönetmenlerle çalışmaya başladı. İlk filmi ‘Cronoca di un Amore’yi (Bir Aşkın Güncesi) 1950’de çekti, ancak sinema çevrelerinde adını 1960’ta çektiği ve Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü alan ‘L’avventura’ (Macera) ile duyurdu. ‘Blow Up’ (1967) ile ‘Altın Palmiye’, ‘The Red Desert’ (1964) ile ‘Altın Aslan’ aldı. Sinemanın usta adına, sinema kariyerindeki başarısı nedeniyle 1983 yılında Altın Aslan, bundan iki yıl sonra da Oscar verilecekti. Antonioni, kendi bakışıyla, “çağdaş toplumun duygusal bakımdan kısırlaştırılmışlığını” araştırdığı filmleriyle tanındı. Diğer önemli filmleri arasında ‘La Signora Senza Camelie’ (Kamelyasız Kadın), ‘La Notte’ (Gece), ‘L’Eclisse’ (Güneş Tutulması), ‘Il Deserto Rosso’ (Kızıl Çöl), ‘Zabriskie Point’ (Zabriskie Noktası), ‘Professione: Reporter’ (Yolcu) sayılabilir. “Film çevirmek benim için yaşamak demek” diyen Antonioni’nin son çalışması, ‘Eros’ (2004) adlı filmin ‘The Dangerous Thread of Things’ (Olayların Tehlikeli Dizilişi) adlı bölümüydü. 1995 yılında sinemaya katkılarından dolayı özel Akademi Ödülü verilen Antonioni, son yıllarda resim yapıyordu. ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle