27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 AĞUSTOS 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Dünya savaşı neden yaşandı? Erdoğan AYDIN I. Dünya Savaşı’na dair analizlerin çoğu, savaşın başlama nedenini, askeri siyasal gelişmelere ve yöneticilere bağlayarak işin emperyalist paylaşım niteliğini olabildiğince bulandıran bir yaklaşım sergiler. Bu korkunç felaketin nedenlerine ilişkin, genellikle dönemin “diplomasi sistemi”, “bloklaşma ve silahlanma”, “güvensizlik” öne çıkarılır. Bu çözümlemelerin çoğunda, savaşın nedeni olarak emperyalist kapitalist çıkar ilişkilerine işaret eden sosyalistlere yapılan yollamalar negatiftir: “İddia edildiğine göre ‘kapitalistler’ kendi kişisel ve denizaşırı yatırımlarını ve ticaretlerini garantilemek için çeşitli manevralarla dış politikayı etkilemişler, silah fabrikalarının işler durumda olması için silahlanmayı teşvik ederek dünyayı savaşın içine itmişlerdi. Tarihçiler bu tartışmanın gerçeğe uygunluğunu bir yana bırakmışlar, savaşın çıkış nedenlerini böylesine geniş çaplı ekonomik çıkarlar açısından yorumlamaktan kaçınmışlardır.” (I. Dünya Savaşı Ansiklopedisi, s.6) Kapitalistlerin sorumluluğuna işaret eden çözümlemeleri böyle kolayca “bir yana bırakan” tarihçilerin nesnelliği ciddi anlamda sorgulanmak zorunda. Böylesi çözümlemelerin güncel bir versiyonunu, Irak’ın işgalini bir “demokrasi ve uygarlık götürme” girişimi olarak tanımlayan siyasal analizlerde de gördüğümüzü özellikle anımsatmalıyım. Böylesi bir yaklaşım, en vicdanlı olanlarımızı bile, yaşanan felaketleri yöneticilerin özellikleriyle açıklamaya yöneltir; ki bu da bizi, yaşananların sadece uygulayıcı ve başlatıcılarını yargılayan, ama onları ortaya çıkaran nedenleri görmemizi engelleyen bir yüzeyselliğe iter. Esasen savaşın emperyalistler arası yeniden paylaşım arayışının sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinin böylesi eksik çözümlemelerle bulandırılması, emperyalizmin süregelen egemenliğini sorgulama dışı bırakma kaygısınca belirlenmektedir. Özellikle resmi ve sağcı tarih yazınları, savaşın büyük kapitalist tekellerin gözü kara rekabeti ve kâr hırsları yüzünden çıktığı gerçeğini görmezden gelerek bizi savaşın ayrıntılarına boğuyorlar. Son tahlilde ekonomik çıkarların yansıması veya yol açıcısı olan egemen siyasete dair kavrayışımızı da bulandıran böylesi analizlerin en önemli sonucu ise, biz yurttaşların gerçeklikten koparılarak, kendi kaderimize hükmedebilecek bir bilinçten yoksun bırakılmamızdır. Böylesi çarpıtılmış bir bilinçle savaşa taraf olanlar, rakip ulus, devlet ve yöneticilerin emperyalist emellerini suçlarken, aynı nitelikteki kendi egemenlerinin ‘haklı’ ve ‘mazlum’ olduğuna inanan bir çifte standarda mahkum oluyorlar. Dünya savaşının hemen öncesinde Avrupa halklarının yaşadığı asıl felaket de buydu. Kendi emperyalist egemenlerinin yedeğinde ölmeye ve öldürmeye koşanlar, kendilerini diğer uluslarca ‘saldırıya uğramış’, ‘haklı çıkarları engellenmiş’ ve savaşa ‘mecburen’, ‘ulusal çıkar’ ve ‘onur’ için katılmak zorunda kalmış olarak göreceklerdi. Bu topyekün aldanışın dünkü faturası milyonlarca ölü, günümüzdeki faturası ise, yüzyıl sonrasında dünyamızın barıştan hâlâ uzak mevcut gerçekliğidir. destekleyecekti. Aynı süreçte Almanya’nın Fas’ı kendine mâletmek için 1905’te başlattığı atılım, İngiltere ve Rusya’nın, Fransa ile sergiledikleri dayanışmayla başarısızlığa uğratılacaktı. Osmanlı topraklarının sömürgeleştirilmesi konusunda süren kavga ise, Abdülhamit’in işbirlikçi politikası sonucunda Almanya lehine gelişim gösteriyor, bu da Osmanlı’nın önceki egemenleri İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Almanya ile olan gerilimini arttıran bir diğer faktör oluyordu. Bu ortamda atılan her yeni adım savaşı daha da zorunlu hale getiriyordu. Almanya’nın Fas krizinden çıkardığı ders, emperyalist meşrebine uygun olarak, yaşamsal gereksinim duyduğu yayılma için daha çok silahlanıp rakiplerinin hakkından gelecek bir savaşa hazırlanmak topraklarda başka uluslar barındıran diğer emperyalistlerden ayrımla Alman milliyetçiliği, diğer devletlerin sınırlarında kalan kendi doğal alanına ulaşma çabasının gerilimini besliyor ve bunu zorunlu kılan devasa bir sanayileşmeyle destekleniyordu. Fransa’dan farkla kendi aristokratlarıyla kavga ederek değil, tersine onların (Junkerler) ve Prusya devlet aygıtının öncülüğünde yaşadığı dönüşümle belirleniyordu. İşte bu gelişimin ve onun ortaya çıkardığı ihtiyaçların sonucu olarak İmparator II. Wilhelm, bu sürecin gereği olarak Bismark’ı ekarte ederek (1890) dünyanın mevcut ‘adaletsiz’ düzenini tehdit eden bir güce dönüşecekti. Bismark’ın yerine başbakan olan Prens Bülow, “Almanya hiç kimseyi gölgeye itmek istemiyor, ama güneşteki yerini almaya da kararlıdır” sözleriyle, Alman emperyalizminin C 13 Orta Şekerli dahale ettiği, kendi taleplerini dayattığı Müslüman ülkelere “doğru yolu” göstermiş olmakla böbürleniyor. Müslüman dünyasında demokrasiye laik cumhuriyet sistemiyle en çok yaklaşan, sadece ve sadece bu yüzden AB ile üyelik müzakerelerine başlamayı başaran Türkiye için de “Ilımlı İslam” model olarak getiriliyor. Hiçbir Müslüman ülkede yaşamamış, İslam’ı tanımayan ve aslında tanımak da istemeyen hatta Müslümanları küçük gören bir AB’li diplomat bir konuşma sırasında “Ne olacak canım Türkiye de ılımlı İslam ülkesi olsa” deyiveriyor. Türkiye onlar için kategori dışı. Ilımlı İslam tanımlamasıyla herkesi aynı sepete koyma ve benzer politikalar geliştirme şansı doğuyor. Hedeflenen “Türk İslam Devleti’nin” Avrupa özentisinde ve yakınlaşmasında haddini bilmesi gerekiyor. Kimin batılı olduğuna karar verme yetisini Batı kendinde saklı tutuyor. Bugüne kadar yayımladığı raporlarda askere çatan ve laik yapının öneminden zerre kadar söz etmeyen AB, son yayınlanan bir raporunda “Türk toplumunun giderek İslamlaşmasından duyulan endişeye” dikkat çekmiş. AB’ye bağlı Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü tarafından hazırlanan rapor ilk kez bu tür bir kaygıya yer veriyor satırlarda. Türkiye’ye türban sorununu çözmesi ve dini özgürlüklerin sağlanması konusunda uyarılarda bulunan ve açık bir biçimde AKP hükümetini destekleyen AB’nin yeni rüzgarı belli olmaya başladı. AB’nin bundan sonraki raporlarında Türkiye’nin laik yapısının korunmasına yönelik uyarıları görmeye hazırlanmalıyız. Anlaşılan AB ne fazla laik ne fazla dinci, orta şekerli bir Türkiye istiyor. EMPERYALİSTLER ARASI GÜÇ KAVGALARI 1871’deki yenilgi sonrasında AlsaceLoraine’i Almanya’ya kaptırmış olan Fransa, Avrupa dışındaki sömürgelerini korumaya lımlı İslam” nitelemesini ciddiye alamıyorum. İslam din olarak vahşi de bu onun su katılmışı, daha az tehlikelisi yani orta şekerlisi gibi bir tanım. Tanımı kim getiriyor? Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri. Kendi içinde yaşayan Müslüman toplulukların sorunlarına çare bulamamış Avrupa da bu tanıma sıkı sıkı tutunuyor. “Ilımlı İslam” tanımı içinde “teröre karşı savaş”, 11 Eylül, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman göçmenlere yönelik çarpık siyaseti barındırıyor. “Ilımlı İslam” kimliğini arayan bir Avrupa’nın kendini yeniden tanımlarken “ötekini” temsil ediyor. “Ilımlı İslam” ortalama Avrupalıyı, fırsatçı politikacıları, Batı’da kendine yer edinmeye çalışan Müslüman azınlıkları rahatlatıyor. “Ilımlı İslam” Müslüman dünyasını anlamaya çalışan kafası karışmış Batı’nın sınıflama işlevinde işe yarıyor. Bu tanımla Batı kendi demokrasi değerlerine en yakın durabilen İslami bir siyasi sistemi düşlüyor. Müslümanların yaşadığı bir ülkede tam anlamıyla demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve kadın hakları olamayacağı görüşünü sabit olarak belleyen Batı, hiç olmazsa bu değerlere en yakın olan, kendisiyle bağlarını bir şekilde pekiştirmiş, terör ihraç etmeyen bir yapıyı pazarlıyor. “Ilımlı İslam” din ve devlet işlerinin bütünüyle birbirinden ayrıldığı laik bir sistemi illa da istemiyor. Laiklik Batı’ya ait bir kavram olarak düşünülürken, “Geri kalmış İslam ülkeleri için” kendi işine gelen bir “kötünün iyisi” sistem yetiyor. “Biraz İslam, biraz demokrasi, biraz kadın hakları, biraz hukuk.. amma mutlaka pazar ekonomisi” derken “Ilımlı İslam’ın” temelleri atılıyor. Bu yapı kendini iktidarda görmek isteyen kökten dinci gruplara yumuşamaları ya da “ılımlılaşmaları” için bulunmaz bir örnek sunarken Batı dinini bilmediği, dışardan mü “I elcpoy?yahoo.fr olacaktı. Almanya’nın, sömürgeci yayılması için olmazsa olmaz koşul olan donanmasını hızla güçlendirmesi ise, İngiltere’nin Fransa ile yakınlaşmasını arttıran bir etki görüyordu. Büyük tekellerin kimi ortak faaliyetleri ve rakip emperyalistlerin kimi uzlaşmalarına karşın milliyetçiliğin ve diplomasinin ataklarıyla gelişen rekabet günden güne artıyordu. Avrupa diplomasisi artık yeniden paylaşıma hazırlık ve bloksal tahkimat aracı olurken, dünya savaşına yönelik askeri planlama ve tabii silahlanma da görülmemiş bir hızla artıyordu. Savaş öncesi sürecin genel tablosu şöyle özetlenebilir: İngiltere ve Fransa Amerika dışındaki (Monroe Doktrini çerçevesinde Kuzey ve Güney Amerika ABD’nin egemenlik alanı haline gelmişti) dünyada geniş bir sömürge egemenliğine sahipti. Onların müttefiki olarak savaşta yer alacak olan Rusya ise değerlendirebileceği alandan çok Sömürge alanlarının, uluslararası ticaretin, üretim daha genişine sahipti. Ancak teknolojisinin, tarımsal üretimin, para dolaşımının gelişmesi onun da stratejik nedenlerle sonucunda, Avrupa’da o güne kadar görülmemiş bir boğazları ele geçirmek ve İran sanayileşme ve sermaye birikimi oluşmuştu. Bu sermaye birikimi üzerinden Basra’ya uzanmak ihraç edilebileceği sömürgelere olan gereksinimi arttırırken bankacılık gibi ciddi arayışları vardı. sektörü de hızla büyüyerek ciddi bir uluslararası politik aktöre Ancak bu dünya dönüşüyordu. Aynı bağlamda sanayileşme de, hammadde ihtiyacı ve mamul gerçekliğinde savaşın asıl mal ihracatı için denetim altında sömürgelere olan ihtiyacı arttırıyordu. Tüm nedeni Almanya’nın hızla bunlar sömürgelerin denetimi ve yeniden paylaşımı için emperyalistler arası büyümesi ama bu rekabeti arttırıyor, bu noktada üstünlük elde etmek için silahlanmaya büyümeye karşılık gerek yöneltiyordu. Bunların yanında silah teknolojisi ve ulaşımın gelişimi de, dünyayı hammadde gerek Pazar küçülterek emperyalistlerin daha sık karşı karşıya gelmelerini beraberinde olarak ihtiyaçlarının çok getiriyordu. gerisinde bir egemenlik “Büyük devletlerin izlediği politikaların ortak niteliğinin emperyalizm olmasından alanına sahip olmasıydı. dolayı, Avrupa’daki emperyalist çelişmeler düğümünü ancak savaş çözebilirdi. Tekelci Alman sermayesinin tüm grupları, I. Dünya Savaşı öncesinde, gittikçe daha ORKUTUCU fazla bir savaş yükümlülüğü altına girmeye başladılar. Silah tekelleri 1914 YÜKSELİŞ başlarından beri (artık) savaşa hazırlanıyorlardı. Alman militaristleri 1914 Martından sonra seferberlik planlarını hazırlamaya başladılar; savaş hazırlıkları 1914 Prusya devletinin yazında tamamlanmıştı. Alman emperyalistleri, karşı konulamayacak bir yıldırım öncülüğünde ancak savaşıyla Fransa ve Rusya’yı ezeceklerini, daha sonra İngiltere’yi de yenilgiye 1871’de ulusal birliğini uğratacaklarını sanıyordu ve (bu süreçte) İngiltere’nin bir uzlaşmaya varmak sağlayabilecek olan amacıyla, tarafsız bir bekleyiş içinde kalacağını umuyorlardı. Almanya, görülmemiş bir Bu savaş, doğal olarak Yakındoğu’yu Alman finans kapitalinin ellerine hızla sanayi bırakacaktı. Savaş için yeterince silahlanıldığına inanıyorlardı, eksik olan bir imparatorluğuna bahaneydi yalnızca. Saraybosna suikastı işte bu bahaneyi de sağlayacaktı.” dönüşecekti. Bu (L. Rathmann, Berlin Bağdat, s.120) Böylece benzeri krizleri barışçıl gelişiminin akabinde hızla diplomasi ve kısmi savaşlarla atlatmış olan Avrupa, bu suikastla pazar, hammadde ve sermaye topyekün savaşa sürüklenecekti. ihraç gereksinimi yaşamaya Özetle “I. Dünya Savaşında tekelci Alman sermayesi, başlayacak, bunu Avrupa’daki önemli bölgeleri zaptetmek, Afrika ve Asya’daki karşılayamadığı oranda kâr sömürge imparatorluğunu genişletmek ve dünyanın köklü hadleri düşmeye başlayacaktı. biçimde yeniden paylaşımını kendi lehine çözüme Onun gereksindiği şey diğer bağlamak için savaştı.” (age., s.124). Diğerleri emperyalistlerin elindeydi ve işte de ellerindeki sömürge ve imtiyazları bu temelde şekillenen çelişki yeni yükselen Almanya’ya bir dünya savaşının asli nedeni kaptırmamak için… olacaktı. Bu gereksinimi realize etmek üzere milliyetçilik beslenecekti. Egemen olduğu yönelik daha çok silahlanma ve Rusya ile stratejik ittifak çizgisine oturacaktı. Balkanlara hakimiyet konusunda süren büyük rekabette, Avusturya’nın BosnaHersek’i ilhak etmesine karşılık, Rusya, Sırp milliyetçiliğini destekleyip Avusturya’yı istikrarsızlaştıracak, buna karşılık Avusturya da, kendi Sırplarının hakkından gelmek için Sırbistan’ı ilhak arayışına girecekti. Dünyanın en büyük sömürgeci gücü olan İngiltere ise bu süreçte belli bir ‘tarafsızlık’ sergilemekle birlikte, dengelerin değişmesinden en büyük zararı göreceğinin bilinciyle statükoyu korumaktan yana bir tutum sergileyecek ve bu temelde yükselen Alman emperyalizmine karşı Fransa’nın Rusya ile ittifakını kendi stratejik çıkarları gereği SAVAŞ HAZIRLIKLARI K yeni dönemdeki tavrını belirginleştirecek, adeta sömürge ve imtiyaz avına çıkacaktı. (İ. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, s.16) Bizde 93 Harbi diye nitelenen savaş (1877) sonrasında, başarılı bir diplomasiyle Rusya’nın Balkanları belirlemesini engelleyen Almanya, bunun sağladığı özgüvenle egemenlik alanını diğer emperyalist ülkeler aleyhine adım adım genişletecekti. Burada hiç kuşkusuz sanayileşme hızı belirleyici olacaktı. Üretimini arttırma hızında rakipleriyle kıyaslandığında bu durum net olarak görülür: Çelik üretimin, 1886’dan 1910’ kadar 954,6 bin tondan 13.698,6 tona çıkararak yüzde 1,335’lik bir artış sağlarken, aynı dönemde İngiltere Çelik üretimini 2.403,2 bin tondan sadece 6.106,8 bin tona çıkarabilecekti. 1910’da İngiltere ile birlikte Fransa, Rusya ve Belçika’nın toplam üretimi ise 13.296,6 ile Almanya’nın gerisine düşüyordu. Dökme demir üretiminde de keza Almanya 1887’de 4.024 bin ton olan üretimini 1911’de 15.574 bin tona çıkararak yüzde 287,6 oranında arttırırken, İngiltere, 7.681 bin tondan sadece 10.033 bin tona çıkabiliyordu. Yine 18871912 arasında İngiltere ve Fransa dış ticaretini yüzde 200 oranında arttırırken Almanya yüzde 300 oranında arttıracaktı. “Kolonileri olmadığı halde Almanya, 1910’da Avrupa’nın en büyük sanayi ülkesi” olmuştu. (Bkz. İ. Ortaylı, age, s.1633) Salt bu kıyaslama bile nasıl bir eşitsiz gelişmeyle karşı karşıya olunduğunu ve bu gelişimin emperyalist çıkarlar çerçevesinde dünyayı nasıl bir yeniden paylaşım savaşına ittiğini göstermeye yeter. 1913’te Almanya ithalatının yüzde 87’sini hammadde ve yiyecek teşkil ederken (bu oran Fransa’da yüzde 80, İngiltere’de yüzde 80 idi) ihracatının yüzde 66’sını endüstri malları (bu oran Fransa için yüzde 60, İngiltere için yüzde 66 idi) oluşturuyor”, bu ise onun diğer emperyalistler kadar büyük bir sömürge ağına olan gereksinimi gösteriyordu. (F. Armaoğlu, 20.yy. Siyasal tarihi, s.80) Oysa Almanya bu olanaktan yoksundu ve o dönemin sömürgeciliği başkalarına kapalıydı. Bu ise barışçıl yollardan kendine genişleme alanı kuramayan Alman emperyalizmini savaş arayışlarına yönlendiriyordu. 7 bin yıllık ticaret merkezi Can HACIOĞLU ESKİŞEHİR İstanbul Üniversitesi (İÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Protohistorya ve Ön Asya Arkeoloji Anabilim Dalı tarafından Küllüoba Höyüğü’nde yapılan kazılarda Eskişehir’in MÖ 5000 yıllarında da önemli bir ticaret merkezi olduğu ortaya çıktı. İÜ uzmanları Seyitgazi ilçesinin Yenikent köyü yakınlarındaki Küllüoba Höyüğü’nde 12 yıldır kazı çalışmalarını sürdürüyor. Öğretim üyesi, öğrenci ve işçilerden oluşan yaklaşık 30 kişi, bu yılki kazılara 1 ay önce başladı. Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Turan Efe, Küllüoba’nın Batı Anadolu prehistoryası için önemine değinerek “Höyükte bulunan kale önemli ölçüde açığa çıkarıldı. Kalede soylu sınıfının bulunduğunu ve bölgeyi yönettiğini tahmin ediyoruz. Bu yıl planı tamamlamak ve erken evreleri açığa çıkarmak amacıyla da Doğu Kapısı’ndaki çalışmalara tekrar başladık. Eskişehir bölgesinde 30 yılı aşkın süredir çalışmalarıma devam ediyorum” dedi. İLK TUNÇ ÇAĞI Efe, Küllüoba’nın 300 metre uzunluğunda 150 metre genişliğinde ve ova seviyesinden 15 metre yükseklikte orta boy bir höyük olduğunu anlattı. Prof. Dr. Turan Efe, şunları söyledi: “İlk Tunç dönemine ait olan birinci yerleşimin etrafında dışı rampa tahkimatlı kerpiç bir sur ve içeriden bu duvara yaslanan evler bulunuyor. İlk Tunç dönemine ait olan ikinci ve üçüncü yerleşim yerleri tepenin doğu eteğinde yer alıyor. Bu yerleşim yerleri, bir dış şehre taşmış ve evlerin megaron tipine dönüşmüş olmasıyla dikkat çekiyor. Küllüoba Hitit uygarlığının temelidir.” PERVANESİZ HIZ YAPACAK Balığı örnek alıp denizaltı üretecekler Çeviri Servisi ABD’li bilim insanları bir balıktan esinlenerek denizaltı tasarlıyor... New York ve Champlain Gölü’nde sıkça rastlanan ay balığının (Lepomis macrochirus) yüzme tekniği 21’inci yüzyılın hızlı ve çok işlevli pervanesiz denizaltı üretiminde kullanılacak. BBC’deki habere göre Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde görevli bilim insanları diğer balıklara kıyasla çok özel bir yüzme tekniği olan, çok hızlı yol kat eden, yüzgeçlerini “vantuz ve süpürge’’ gibi kullanan ay balığının hareketlerini birebir taklit eden mekanik yüzgeçler tasarladı. Ekip, gelecekte üretecekleri ve günümüzdeki pervaneli örneklerinden daha hızlı olacak pervanesiz denizaltılar sayesinde okyanusların haritasını çıkarmak, batık gemileri aramak ve mayın taraması yapmak gibi önemli işlerin kolaylaşacağını ümit ediyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle