22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Türkçe hissediyor, Fransızca yazıyorum... Elçin POYRAZLAR Kenan Görgün Belçika edebiyat dünyasında adından söz ettiren genç bir yazar. Geçen yıl arka arkaya çıkardığı iki kitabıyla edebiyat çevrelerini farklı ve güçlü sesiyle şaşırtmayı başardı. Belçika’ya işçi olarak gelen bir Türk ailesinin çocuğu olarak doğan Kenan Görgün iki dili, iki kültürü harmanlıyor kitaplarında. Kendini yazardan çok “masalcı” olarak tanımlayan Görgün, sonbaharda Fransa’da çıkacak kitabı “Toplu Mezar” ile Fransız okuyucusuyla buluşacak olmanın heyecanını yaşıyor. İşte Kenan Görgün’ün iki dilde anlattıkları… Bize kitaplarından söz eder misin? Şimdiye kadar bir öykü ve bir roman olmak üzere iki kitabım basıldı. İlk kitabım “Dev Çocuğumdur” Belçika’da 2006 yılının edebiyat ödülüne layık görülürken Quadrature yayınlarından çıkan “Cehennem Bizimdir” isimli öykü kitabım ise geçen yılın en başarılı öykü kitabı ödülünü aldı. Bu yıl eylül ayında Fransız Fayard yayınlarından “Toplu Mezar” isimli romanım çıkacak. C kültür Toplu Mezar nasıl bir roman? Toplu Mezar oldukça uzun ve pek çok karakterin yer aldığı bir çalışma. 2016 yılında New York gibi çok büyük bir kentte geçiyor. Romanın kahramanı 20 yaşlarında bir kokain bağımlısı. Bu karakter hayattaki sorularının hiçbirine doğru dürüst yanıtlar bulamamış biri. Sonra bu genç bir şekilde kendini 1961 yılında küçük bir Amerikan kasabasında buluyor. Bu kasaba ise büyük bir felakete gebe. Öykü büyük bir yalan çevresinde dönüyor. kontrolün ve düşüncenin dili. Sonuçta ikisini birbirinden ayırmıyorum ve iki dilin bana verdiklerini kullanıyorum. Kitapların yanı sıra senaryo da yazıyorsun… Evet. BelçikaFransa ortak yapımı “9 milimetre” isimli uzun metrajlı bir filmin senaryosunu yazdım. Film eylülde gösterime girecek. Bunun yanı sıra Alegoria adında fantastik bir filmin senaristliğini üstlendim. Ayrıca Afrika’da çocuk askerlere yönelik bir filmin projesinin senaryosu da benim sorumluluğum altında. Araştırmaları sürdürmek için yakında yeniden Afrika’ya gidiyorum. Belçika’da Türk gençleri arasından çok az sanatçı çıkmasını neye bağlıyorsun? Bence gençler çekiniyor ya da kolaya kaçıyorlar. Sonuçta sanatçı olabilmek gerçekten zor, çok istemek gerekli. Aynı zamanda bunlar bilinçli seçenek işi değil. İhtiyacın olduğu için yaparsın. Buradaki Türk toplumunun gençler üzerindeki baskısı da büyük rol oynuyor. Senin için bu süreç nasıldı? Benim için de zor oldu sıyrılmak. En büyük zorluk geldiğim ortamdı. Bu ortamda edebiyatla ilgilenen kimse yoktu. Kitaplara düşkünlüğü olan insan da görmezdim. Bana yol gösterip örnek olacak kimse yoktu. Brüksel’de Türk işçi kesiminde doğru düzgün Fransızca okuyabilen insan o kadar az ki. Deneyimlerini, yapmak istediklerini kimseyle paylaşamamak oldukça ağır, sana en yakın olan insanlar aslında seni en az tanıyan insanlar haline geliyor. Bir süre sonra kişiliğin edebiyatta kendini bulunca yeniden doğuyorsun. Ama o yeniden doğan insan ailesine yabancı oluyor. AZAR OLACAĞIM DEDİM, GÜLDÜLER Yazar olma düşüne ailenin tepkisi nasıl oldu? Başta yazar olma düşümü ne arkadaşlarıma ne aileme, kimseye söyleyemedim. Cesaret bulup söylediğimde bu onlara komik geldi, güldüler. Ailem çok sert bir şekilde karşı çıktı. “Sokağa düşersin, açlıktan ölürsün” dedi. Yakın çevremde bu konuda beni destekleyen fazla olmadı. Zaten ailem Fransızca bilmediğinden yazdıklarımı okuyamıyor. Sonuçta ben onlar için bir uzaylıyım. Yazar olmaya karar verdiğin anı anlatır mısın? 15 yaşlarımdaydım. Okul için bir ödev yapıyordum. İki sayfalık bir öykü yazmam gerekiyordu. Yazmaya başladım ve sayfalar dolusu yazdım. Ödevi tamamen unutmuş öykünün büyüsüne kapılmıştım. Öykünün sonuna kadar gitmem gerekiyordu ve bütün gecemi bu öyküye ayırdım. Sabaha karşı öykü bittiğinde yorgun düşmüştüm, ama bana yaşattığı heyecanı unutamadım. Hayatımda ilk defa sözcüklerle bir şey yaratmış olmanın tadını alıyordum. O an hissettiklerimi anlayamadım. Böylesi ilk defa başıma geliyordu. Çok kitap okuyan ve edebiyat kültürü geniş bir genç değildim. Aklıma hiç yazar olmak gelmemişti. Ne olmak istiyordun? Kamyon şoförü olmak istiyordum. Yola yalnız çıkmak ve sürekli gitmek bana çok cazip geliyordu. Diğer insanlar bana göre normal bir hayat yaşarken şoförlerin olağanüstü bir hayatı vardı. Peki şimdi “yazar oldum” diyebilir misin? Hayır “yazar oldum” diyemem. Son kitabıma çok emek verdim ve çok şey öğrendim. Ama bundan sonra gelecek kitapları farklı yazacağım ve onlar da beni dönüştürecek. Aslında ben yazar olmamaya çalışıyorum. Büyümek istemiyorum. Edebiyatta çocuk kalmak, keşfetmek, sürekli denemek istiyorum. Bu yüzden yazdıklarımı bir sınıfa sokmak oldukça güç. Beni belli bir edebiyat sınıfına sokmayın. Ben sadece masalcıyım. Benim gözümde en değerlisi öykü. 20 NİSAN 2007 CUMA LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Bir Amerikan Milliyetçisi Böyle Düşünür mişti diye anımsarım. Hiçbir siyasal yetkinlik gerektirmeyen, her aklı başında insanın sorması gereken, cevabı üzerinde de hayli uzun düşünülmesi zorunlu bir cümleydi genç kızın kurduğu. Çünkü, söz konusu saldırıların yarattığı ilk şaşkınlık geçer geçmez, “Neden?” sorusunu aklına getirenler kendilerini “her şeyin merkezi” görmeyenler olabilirdi. Grasse, Amerikan siyasetini içselleştirmiş “yetkin” bir milliyetçi olarak, o genç kızın çok gerisinde biri, kuşku yok. Bu tür durumlarda, “Neden?” sorusunu akıl edememenin sersem insanlara özgü olduğuna kaç kez tanık olacağız daha? Gariptir gerçekten. Bir ulusu kötülemek için Grasse’ın yöntemini izleyerek, ben de Amerikan toplumuna ilişkin “ortalama zeka ürünü” bir değerlendirme yapayım dedim, bakın aklıma neler geldi: “Köleliği kurumlaştırıp, köleye yaklaşımı olağan görmüş”, “Friedmancılıkla zehirlenip, kapitalist gelişme yasasını her türlü insani değerin üzerine çıkarmış”, “küçücük çocuklara bireyciliği, bencilliği aşılayan üstü şekerle kaplı Walt Disney ürünleri tutkunu” bir ulus. Hiç kendimizi zorlamadan, her ulus için buna benzer “değerlendirmeler” yapmak pek mümkün. Elbette tümüyle masum olduğu düşünülemez ama toplumların bu değerlendirmelere konu olan “olumsuzlukları” kendi başlarına yarattıkları olumsuzluklar değil. Bir ulusun, ülkesinin “kamuoyu yaratıcılarına” kulak kabartan uyuşuk bir ulus olabileceği ne yazık ki bir gerçeklik. Ama yine de yönetici aygıt “devletin” ya da “kamuoyu oluşturucuların” olumsuzluklarını toplumlara yüklemenin bir anlamı yok. İngiliz toplumu, Grasse’ın kızgınlığından bu sonucu çıkarmak zor değil belli ki, ülkelerinin “kamuoyu oluşturucuları”na da, devlet aygıtına da pek kulak kabartmamış. Blair’in iyice bataklığa gömüldüğü Irak politikasına da, İngiltere’nin dış politikada Amerikan kuyrukçuluğuna da itirazı var. Bu itiraz, ulusların uyanışından mutlu olanları keyiflendirirken, Grasse gibi “Amerikan rüyasında” kendinden geçmiş mağrur milliyetçileri küplere bindirir. O kadar bindirir ki, İngiltere hakkında yazdığı kitaba “Şeytan İmparatorluğu” adını verir. Kendi ülkesini tanımlayan bir adı başka bir ülkeye takacak kadar şaşkın olmak, ancak Amerikalı olmakla mümkün demek ki. YAZI TARZIMIN BİR ADI YOK Neden Amerika? Bu Batı toplumunun kendi elleriyle yarattığı çöküşün kitabı. Olay Amerika’da geçiyor, çünkü Amerika bizim bildiğimiz, tanıdığımız Batı’yı yaratan ülke. Müziği, sineması, edebiyatı, ekonomisi ve kültürüyle bugünün Batısı Amerikan yapımı. Amerika’da neler olup bitiyorsa kısa bir süre sonra bizi buluyor, buraya yerleşiyor ve alışkanlıklarımız haline geliyor. Amerika’da doğanlar bizim hayatımızı şekillendiriyor. Bu noktada orada geçen bir öykü çok daha evrensel bir anlam kazanıyor. Toplu Mezar konusuyla diğer kitaplarından farklılık taşıyor.. Evet. Tema ve karakterlerde farklılık var. Üstelik benim farklı tarzları karıştırarak yazıyı sürekli sınırsız bırakmaya çalıştığım bir çizgim var. Bu kitapta sanırım bu hedefime yaklaştım. Bunu anlatmak biraz güç, ama deneyeyim. Ben Fransızca yazıyorum, Amerikan kültürü etkisi altındayım ve Avrupalıdan çok Türk’üm. Yazarlığa büyük edebiyat eserlerini okuyarak değil polisiye, bilim kurgu, gerilim kısacası popüler kitapları severek başladım. Aynı zamanda popüler romanın enstrümanlarını kullanarak, popülerden kaçınma kaygısı taşıyorum. Tüm bu etkileşimler yazımda birbirine karışıyor, bulaşıyor. Bu romanda örneğin bilim kurgu, polisiye unsurların yanı sıra bir çeşit gerçeklik de var. İlk kitabın “Dev Çocuğumdur” Belçika’da nasıl tepkiler aldı? Kitap Belçika edebiyat çevresini şaşırttı. Özellikle yazı tarzının farklılığı dikkat çekici geldi. Ben bu tarzı tanımlayamıyorum ve bir ad koymak da istemem. Yazımı belirli kalıplara sokmaktan kaçınıyorum, benim için önemli olan serbest akıp giden bir yazı olması. Hiçbir hesaba ya da edebiyat türüne bağlı kalmayan, herhangi bir ekol, gelenek ya da kuralla sınırlamayan bir yazı türü. Öncelik öyküye ait. Öykünün yazıya hâkim olduğu bir tarz, yazının öyküye değil. Kitaplarını Fransızca yazıyorsun. İki dil arasında kaldığın oluyor mu? Bende Türkçe yazma dürtüsünün yanı sıra yetersizlik korkusu da var. Son aylarda bu soru bana çok soruldu. Türkçe benim hissettiğim dil. Yani duygularımın dili. Ben Türkçe hissediyorum, ama Fransızca yazıyorum. Başka bir deyişle Türkçe hissediyorum ama Fransızca düşünüyorum. Türkçede her şey daha güçlü, daha gerçek ve daha brüt. Fransızca benim için Y Kenan Görgün, Belçika ve Türk kültürü ve dillerini harmanlıyor kitaplarında. O, Belçika'ya işçi olarak giden bir ailenin çocuğu. teven A. Grasse adlı bir adam bu. Bir Amerikan milliyetçisi. “Evil Empire” adlı bir kitabı var. Okumadım ama, Newstatesman’ın son sayısında yazılanlara bakılırsa önyargılı, tuhaf, aptalca ne kadar düşünce varsa doldurmuş kitabına. Belli ki hastalıklı milliyetçiliğin tipik karakterlerinden biri Grasse denen bu zat. Her türden renkliliğe mantığını kapamış milliyetçiliğin doğal “ürünü” yani. Bir İngiltere gezisinde karşılaştığı antiamerikan tutumlardan, yorumlardan o kadar çok bıkmış ki, döner dönmez, masasına oturup, İngilizleri sözüm ona yerin dibine batıran bir kitap yazmış. Azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş toplumlara hayranlık duyan bireylerine yöneltilen o malum üstten bakışın bu seferki muhataplarının İngilizler oluşu tuhaf gelebilir. Ama iyi bir “milliyetçi” olduğu anlaşılan Grasse gibiler için önemli olan, küçümsediği toplumun bireylerinin gelişmiş olup olmamaları değil, sadece kendi milletinden olmamaları. Dolayısıyla, küçültücü değerlendirmelerinin hedefinde İngilizlerin oluşu, muhteremin mantığı açısından yanlış sayılmaz. Grasse gibilerin mantığı, “başka millettendir, o zaman değerli değildir” üzerine kurulu. ??? Grasse’ın İngilizlere ilişkin değerlendirmeleri, sadece Amerikalıları güldüren o berbat Amerikan mizahından da öğeler taşıyan, sıradan, ortalama zeka ürünü değerlendirmeler. İngilizler, “Köleliği özendiren, destekleyen”, “Marksizmle zehirlenmiş sosyal devlete sahip”, “üstü şekerle kaplı şeytanlık olan Harry Potter okuyan bir ulus” olarak nitelendiriliyor. Soğuk Savaş’ın sıradan Amerikalılara benimsettiği Sovyet düşmanlığı da eksik değil Grasse’ın değerlendirmelerinde. “Publarını bile Sovyet yönetir gibi çalıştırıyorlar” diye bir de cümlesi var çünkü. Her milliyetçi gibi, Grasse’ın da kendi ulusuna karşı eleştirel yaklaşımı olmadığı, “İngiltere’de antiamerikancılık neden bu kadar yaygın?” diye sormayışından belli. Aklına bu soru hiç gelmemiş olan Grasse, şöyle bir dünyayı dolaşsa, kızıp hakkında kitap yazması gereken çok sayıda ulusla karşılaşacak. Panamalılar, Somalililer, Afganistanlılar, Pakistanlılar, Iraklılar ilk aklıma gelenler. İkiz kulelere yapılan saldırı sonrasında, henüz yirmili yaşlarında bir genç kız, fikrini soran gazeteciye, “birileri bize çok kızmış olmalı” de S kemalerdemol@yahoo.co.uk İstiklâl Marşı’nın bestecisi unutuldu Ersin ANTEP 12 Mart günü bu yıl “İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” olarak kutlandı. Bundan sonra da kutlanacak. Peki, o etkileyici şiiri marş olarak besteleyen de Mehmet Akif miydi? ESTEKÇİ ARANIYOR Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta ulusal marş olarak söylenen İstiklâl Marşı’nın bestecisi unutulDeğişik yazılarımızda muştur. Marşı besdaha önce Üngör’ün teleyen kişiye ilişbaşarısını ve önemini kin soruya verilen defalarca anımsatmış, yanıtlar; bilgisizliği ancak toplumun genel göstermektedir. bilgisine “Osman Zeki Atatürk’ün Üngör” adının gerçek “Müzik Kurumlakarşılığının katılmasırı Müdürlüğü” ginın da zaman alacağını bi bir göreve geniş bildirmiştik. Böyle bir yetkiyle atadığı ve ortamda Kadıköy Belebaşlıca sanateğidiyesi; eski bir Modalı tim kurumlarını olan Zeki Üngör’ü kurmakla, yurtiçi anımsatmak, diğer Kave yurtdışında müdıköylü sanat insanlarızikal icra ve temsilnın da adlarının altını le görevlendirdiği çizmek, ülkenin ve kenOsman Zeki Üntin müzik bilincini doğgör gibi değerli bir ru yönlendirmek için ad, yazıktır ki, tatürk’ün ‘Müzik Kurum birtakım araştırma, etunutturulmuştur. ları Müdürlüğü’ gibi bir kinlik ve çalışmalara giİzmir’den son düş göreve geniş yetkiyle atadı rişti. Caddebostan Külman askeri çekildi ğı ve başlıca sanateğitim tür Merkezi Perforğinde duygulana kurumlarını kurmakla, yurti mans Sanatları Yönetrak Mehmet çi ve yurtdışında müzikal ic meni Yücel CanyaAkif’in şiirini bes ra ve temsille görevlendirdi ran’ın başında olduğu teleyen Üngör; o ği Osman Zeki Üngör gibi tasarıya destek olacak dönemde İstan değerli bir ad, yazıktır ki, kişi ve kuruluşlar aranıbul’da halifeye unutturulmuştur. yor. Düzenlenecek etbağlı olan, emrinkinliklere aranan desdeki kurumu, diteğin bulunacağı; en siplin ve otoritesi sayesinde Ankara’ya azından şu sorunun bir daha sorulmagetirip, uzun yıllar türlü sıkıntılara gösına gerek kalmayacağı umudunu tağüs germiş; birkaç yıl sonra da, ısınan şıyoruz: “İstiklâl Marşı’nın bestecisi müzik ortamındaki çekişmelerden nakim?” sibini alarak emekliye ayrılmış ve Moda’ya yerleşmiştir. Bu süreçte onu uzaklaştırmayı başaranlar, unutturmayı da becermişlerdir. Bugün; İstiklâl Marşı’ndan nerede söz edilse, şiirin yazarı Ersoy’un adı anılırken, Üngör adı bilinmez hale gelmiştir. D aşlığı görünce sapıttığımı falan sanmayın. 2007 Türkiyesi’nde konuşulan, tartışılan konulardan biri de bu! Birkaç gün önce Cumhuriyet’te Gürsu Kunt’un “Kuma tartışması” diye verdiği haber, kimi gazetelerde “İkinci evliliğe izin” başlığını taşıyordu. Haber özellikle kadın hakları, insan hakları, eşitlik izleme grupları arasındaki haberleşme ağlarında internet aracılığıyla hızla yayıldı ve yayılıyor. Olay özetle şöyle: Alanya’ya bağlı Çıplaklı Belediye Meclisi, gündem dışı öneriler arasında, “boşanmadan ikinci kez evlenmek isteyenlere yardımda bulunulmasına” karar veriyor. Öneri sahibi Anavatan Partili, 5 çocuk 7 torun sahibi bir meclis üyesi. 6 bin nüfuslu beldede, hanımları yaşlanan ya da hastalanan evli erkekler için bir kolaylık… Düşünsenize, genç olan eş, yaşlı eşe hizmet edecek, hastalanırsa bakacak… Verilen örnek de şöyle: “İlk karısı felç olursa, ikincisi ona su verir…” Bir gerekçe daha ileri sürülüyor: Adam evli. Karısından bir türlü ço B ESİNTİLER ZEYNEP ORAL İki Yetmez, Dört Karı! olarak dillendirildiği açıklaması yer alıyordu; kimi haberde ise bu “şaka” faslı yer almıyordu… Şaka ya da maka (başka bir şey dememek için maka diyorum), Antalya Kadın Danışma ve Dayanışma Platformu savcılığa suç duyurusunda bulundu. Çünkü bu, laik Türkiye Cumhuriyeti yasalarına, anayasaya, Ceza Yasası’na, Medeni Yasa’ya, eşitlik ilkelerine, insan haklarına aykırıydı. Bunları bir yana bıraksak, “şaka” açıklaması bile, “şaka amaçlıydı” özrü bile, bir zihniyeti ortaya koyması bakımından size çarpıcı gelmiyor mu? Bundan daha aşağılayıcı bir özür olabilir mi? Anımsayacaksınız, Antalya İl Genel Meclisi de kısa bir süre önce AKP’lilerin oylarıyla, oyçokluğuyla, göreve başlarken edilen cuğu olmuyor; ee.. bu durumda ikinci evliliğe nasıl izin verilmez! Çıplaklı Belediye Meclisi üyelerinin, günümüzdeki çocuk sahibi olabilme yöntemlerinden falan hiç haberi olmasa gerek. Üstelik Başbakan bile, tek çocuğu olduğunu öğrendiği vatandaşa, “Bu kadarla kalmayın, yetmez!” dedi ya! Ha gayret, daha çok nefer, daha çok yandaş, yani daha çok, daha çok çocuk! Hastalandığında ya da yaşlandığında bir erkeğin karısına bakmasını da bu insanların aklı almayacağından, öneri, 3 Anavatan, 6 AKP’li üyenin oybirliğiyle kabul edilmiş! Haberlerin kiminde, AKP’li Belediye Başkanı Hasan Uysal’ın Çıplaklı Belediye Meclisi’nde böyle bir karar alınmadığı, bunun bir “şaka” “laiklik ve anayasaya sadakat” yeminini kaldırmış, kıyafeti de serbest bırakmıştı. Acaba o da mı şakaydı?.. Türbana yol açınca, çarşafa niye izin verilmesin? Kafayı ya da bedeni saran giysinin değil, o kafanın içinin, içindeki zihniyetin önemli olduğunu nasıl anlatmalı? İkinci evliliğe yasal olarak izin verilince, niye, “Bir erkeğe 4 karı caizdir”e gitmeyelim? Elbet sorular çoğaltılabilir, ama günümüzde bunları sorgulamak bile “vatan hainliği’’ne, “demokrasi hainliği”ne uzanabiliyor… Şakalar gülmek içindir. Ama bunların “şaka” anlayışları da farklı! Hiç unutmadım; Çorum İl Müftüsü Dursun Kaplan bir zamanlar bir açıklama yapmıştı, “Gülmek günahtır” diye… “Gülmek, manen kalbi öldürür” diye… “Gülerek günah işleyenler, ağlayarak bunun cezasını çekecektir” diye… Artık gülemediğimize göre.. şakalara bile gülemediğimize göre müftü efendilerin yolunda hızla ilerliyoruz demektir… Hayır bunu demeye dilim varmıyor.. Varmıyor ama… eposta: zeynep@zeyneporal.com A
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle