04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 NİSAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Çanakkale’yi nasıl anmalıyız? Erdoğan AYDIN Geçen hafta Çanakkale savaşının bir kahramanlık destanı olması yanında, Osmanlının insan kaynaklarını tüketen gelişmelerden biri olduğuna, oysa egemen kutlama geleneğinin sorunun birinci boyutunu vurgulayıp ikinci boyutunu bütünüyle yoksaydığına değinmiştim. Ülkenin işgale uğraması gibi bir durumda elbette ki insan kaynaklarının hesabı yapılmaz; erdemli olmak, saldırıya uğrayan topraklarını korumak için son bireye kadar direnmeyi gerektirir. Ancak sorunu Dünya Savaşına sokuluşumuz ve bunun bedeli olan boyutuyla da irdelediğimizde, bu kutlama anlayışının sorunlu niteliği de belirginleşir. Egemen kutlama anlayışı sorunludur, çünkü bizi sürecin nedenlerinden koparıyor; sorunludur, çünkü benzeri süreçlere karşı önlem alma bilinci geliştirmiyor; sorunludur, çünkü Çanakkale’yi, durup dururken saldıranları yenmemizden ibaret bir kahramanlık menkıbesine indirgiyor. Oysa Çanakkale zaferini, parçası olduğu dünya savaşı bütününde halka ödetilen çok ağır faturası ile birlikte anmak durumundayız. yurttaşların ve ülkenin geleceğini güvence altına almamızı, saldırı yerine savunmayla, savaş yerine barışla sorun çözme özgüveni edinmemizi sağlar. Neden sonuç ilişkisi içinde Çanakkale’ye emperyalist saldırıyı getiren sorumluluğun 2 numaralı ismi Talat Paşa’nın, Rus limanlarına saldırının akabinde Diyarbakır Mebusu Fevzi Bey’le olan diyalogu bu açıdan ibret vericidir: Talat Paşa, Diyarbakır Mebusu’nun, “diyorlar ki, bizimkiler doğrudan doğruya Rus sahillerini topa tutmuşlar, bu sahi mi?” sorusunu; “canım Fevzi Bey, merak ettiğin şeye bak” diye başlayıp, Nasrettin Hoca’nın ‘Peki bunları çuvala kim koydu’ fıkrasıyla geçiştirmeye çalışarak şöyle yanıtlar: “... bunun ne ehemmiyeti var? Hücumu şu yapmış, bu yapmış, emri şu vermiş bu vermiş! Farzet ki ben vermişim, bundan ne çıkar? Şimdi iş harbi kazanmakta. Bu dakikada başka şeyle zihnimizi yormak bile manasızdır” (İttihat Terakki’de On Sene, s.211) Bu zihniyetin egemen olduğu, yaşamsal soruların böyle yanıtlandığı bir sürecin ardından bilindiği gibi 500 bin’i aşkın insanımız cephelerde, çok daha fazlası ise hastalık, açlık ve diğer nedenlerle ölecekti; genç insan kalmayınca orta yaşlılar, ardından kilosu 45’i aşan çocuklar, onlarla birlikte hayvanlar, toprak, ve tabii toplumun vicdanı ve demokratikleşme potansiyeli de ölüme sürülecekti. Giderek siyasaltoplumsal ortamı kuşatan hamaset ve korkuyla “harbin devamı müddetince bu mesuliyet meselesi üzerinde hiçbir münakaşa açılma(yacak)dı, Meclisin günden güne daha sükuti olan kürsüsü bu bahsin açıldığını hiç görme(yecek)di.” (M Birgen, Age., s.211) Sonuçta ülke önce viraneye, sonra da işgale uğrayacaktır. Ve bizler Osmanlı halklarını telef eden, sorunların tartışılabilmesini ‘cılk’ edip, toplumu sükuta uğratanları ‘atamız’, ‘vatan kahramanı’ olarak hazmetmeye zorlanacaktık. Oysa bu korkunç felaketi hazmettiğimiz, hazmettirmeye çalışanların sözüne itibar ettiğimiz müddetçe, kaderimiz benzerlerinin elinde kalacaktır. Bu durumda tebaalıktan yurttaş olmaya yükselmemiz daha da zorlaşacaktı. Şehitlerin, aynı zamanda hakları, sevenleri, hayalleri olduğunu, onları ölüme gönderenlerin (yenildiklerinde Alman denizaltısıyla kaçanların) canı kadar değerli canları olduğunu, ülke güvenliğinin çoğu zaman saldırıyla değil barışçıl diplomasiyle, hukukla, kalkınmayla sağlandığını öğrenemeyecektik. karşı sorumsuzluğu deşifre eden bu niteliğinden kaynaklanıyordu. Avrupa’nın batı ve doğu cephelerinde sıkışıp kalan Almanları rahatlatmak için, Osmanlının devreye girip öncelikle Rusya’yı, akabinde İngiltere’yi başka alanlara çekme ‘görevini’ yerine getirmesi gerekiyordu. Almanya, sözde Osmanlıyı saldırılardan korumak için imzalanmış 2 Ağustos Anlaşmasının, kendisini korumak üzere Osmanlı tarafından uygulanması için bastırıyordu. Hükümetin çoğu bu isteğe direnirken, EnverTalat hizibi durumu oldu bittiye getirmeye çalışıyordu. Bu sırada Rus Elçiliği telgraf şifrelerini çözerek Almanya’nın bu baskılarını, Osmanlı karşısındaki yaptırım gücünü ve Alman subaylarının Çanakkale Boğazında istihkam yaptıklarını öğrenecekti. Bu bilgiler üzerine Büyükelçisi Giers, 3 Ekimde, Osmanlı ile “savaş bütün belirtilere göre kaçınılmaz bir şey oldu” diye kaydedecekti. (P. Renouvın, I. Dünya Savaşı ve Türkiye, s. 298) Buna rağmen saldırı Rusya’dan değil Osmanlıdan gelecekti; tabii Osmanlı resmi karar organlarının haberi olmadan! Almanya, Osmanlının muktediri olmuş Başkonsolosu, Osmanlı Donanma Komutanı olmuş Amirali, Osmanlı Genel Kurmayı olan generalleri ve tabii Osmanlı iktidarında ipleri elinde tutan adamları Enver Paşa aracılığıyla 29 Ekim saldırısını gerçekleştirip Osmanlıyı savaşın göbeğine çekecekti. Yani Çanakkale’ye saldırıyı da kaçınılmazlaştıran adım, Alman emperyalizmi ve işbirlikçilerince atılacaktı. C Ağ 13 ALMANLARI RAHATLATMAK Birgen, ‘savaşa neden girdik?’ sorusunun bilinen yanıtını çok sonradan, 1936’da şöyle verecektir: “Filhakika o tarihlerde Almanya ile AvusturyaMacaristan Rusya tarafından pek çok sıkıştırılmış bir vaziyette bulunuyorlardı. Rus orduları şimalden şarki Purusya’ya, cenuptan da Galiçya’ya girmiş ilerliyorlardı. Bu vaziyet karşısında Almanlar Türkiye’nin de harbe iştirak etmesini, Rusya’dan bir miktar yükün de bizim tarafımızdan kendi üstümüze çekilmesini istiyorlardı” (Age., s.210). İşte ‘neden?’ sorusunun susturulması, işbirlikçiliği ve halka ZİHNİMİZİ YORMAK BİLE MANASIZ! Onu bu bütünlüğüyle andığımızda, Rusya’yı durup dururken bombalayıp savaşı başlatanların, bu eylemleriyle sadece Osmanlı halklarının değil, Osmanlı İmparatorluğunun da başına çuval geçirmekten sorumlu oldukları belirginleşir. Ancak böylesi bir bilinç, en kutsal değerlerimiz olan ğ örmek zaman ve sabır isteyen bir iş. Ulaşmak istediğin hedef için soğukkanlılıkla, tereddüt etmeden ince ince çalışmak. Avrupa Birliği, üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarına, geleceğine yönelik yaşadığı kafa karışıklığına karşın bazı konularda ağır ağır ağlarını örmeye devam ediyor. Neden mi söz ediyorum? AB’nin ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadelede çerçeve karar tasarısından. “Ne var bunda” diyeceksiniz. Hatta kulağa hoş bile geliyor değil mi? Ama tasarının içeriğine bakınca pek de Türkiye’nin işine gelmediğini göreceksiniz. ??? Irkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadelede çerçeve kararı önce Lüksemburg’un 2005 yılındaki dönem başkanlığı sırasında üye ülkelere sunulan ancak o dönemden bu yana onaylanmadan dosya altı edilen bir yasa önerisi. Kendi dönem başkanlığı sırasında hatırlanacak işlere imza atmak ve Musevi soykırımının reddini Avrupa çapında cezalandırmayı isteyen Almanya ise bu yıl yeni bir girişimle bu çerçeve kararı biraz değiştirerek üye ülkelere sundu. Büyük bir ülkenin etkisiyle olsa gerek bu yasa önerisi şu sıralar onaylanmak üzere. Üye ülkelerin bireysel taleplerinin göz önüne alınmasının ardından bu yasa tasarısının resmi onay sürecinin sonunda tüm üyelerin çerçeve kararı kendi yasalarına 2 yıl içinde uyarlamaları gerekecek. ??? Çerçeve kararın Türkiye’yi ileride rahatsız edecek unsuru ise soykırımların ve savaş suçlarının inkarının AB çapında cezalandırılmasını öngörmesi. Soykırımların reddi konusunda AB ülkelerinin tümünü kapsayacak bir çatı oluşturan bu karar ileride Ermeni meselesi konusunda Ankara’nın başını pekala ağrıtabilir. AB’nin bu yasa tasarısını kabul etmesi durumunda soykırım ve savaş suçlarını reddedenler 1 ila 3 yıla kadar hapis cezası alacak. Çerçeve kararın oldukça genel kalan birinci maddesi şöyle: “Tüm üye ülkeler aşağıda belirtilen bilinçli eylemin cezalandırılması yönünde gerekli önlemleri almalıdır; Irk, renk, din, soy, ulusal yada etnik kökenle tanımlanan bir gruba ya da bu grubun üyelerinden birine yöneltilmiş Uluslar arası Ağır Ceza Mah A kemesi Statüsü’nün 6. 7. ve 8. maddelerinde tanımlanan soykırım suçlarını, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını alenen görmezden gelmek, reddetmek ve küçümsemek”. ??? Uluslar arası Ağır Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü’nde soykırımın ne olduğuna yönelik tanımlar yer alıyor. Ne bu yasalarda ne de AB’nin hazırladığı tasarıda soykırımlara yönelik bir liste bulunmuyor. Çerçeve kararın ikinci maddesi de önemli; bu maddeye göre bu suçların ancak ulusal ya da uluslar arası bir mahkemenin kararı sonucu cezalandırılabileceği öngörülüyor. Dünyada gerçekleşen tüm soykırımların bu yasa çerçevesinde ele alınmasının önü açılırken üye ülkelerin ya da bireylerin soykırım suçlarını mahkemeye taşıma hakkı doğuyor. ??? AB adalet ve içişleri bakanlarının bu hafta içinde ele alacakları çerçeve karar tasarısının kabul edilmesi neredeyse kesinleşti. Batlık Denizi ülkelerinin Stalin rejimi altında işlenen suçların bu yasa tasarısı çerçevesinde ele alınması gerektiği yönündeki talepleri dışında üye ülkelerin bu öneriye yönelik itirazları yokmuş. Bu konuda da bir orta yol bulunduktan sonra bu yasa AB tarafından kabul edilecek. AB bakanlarının toplantısı öncesinde dönem başkanı olarak basına bilgi veren Almanya, Ermeni soykırımı savlarının bu çerçeve karar içinde “kesinlikle” ele alınmayacağını ileri sürdü. Çerçeve kararda Uluslar arası Ağır Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü’nün yasalarında ve Nüremberg Mahkemesi’nce tanımlanan suçlarda Ermeni savlarının yeri olmadığını savunan Almanya, anlaşılan Türk tarafının bu konudaki itirazlarından rahatsızlık duymuş. Almanya açıklamasına ek olarak Ermeni soykırımı savlarını reddedenlerin cezalandırılması konusunun üye ülkelerin ulusal yasalarını ilgilendirdiğini de söyledi. Bu durumda kişi sormaz mı: Üye ülkeler bu konuda madem tek yetkiye sahip siz ne diye AB çapında böyle bir yasa hazırlığına giriştiniz? diye. Ya da daha Türkçesi “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”. elcpoy?yahoo.fr ORDUYU KONTROL EDEN GÜÇ Dönemin Alman Büyükelçisi Wangenheim, Osmanlının gerçek bir muktediri olarak kendinden emin bir şekilde Alman çıkarlarını hayata geçiriyordu. Daha 23 Nisan 1913’te, işbirlikçilerinden aldığı güçle kendi hükümetine şöyle telgraflar çekebiliyordu örneğin: “Orduyu kontrol eden güç, Türkiye’de en büyük güç olacaktır. Hiçbir Alman düşmanı hükümet, ordu tarafımızdan kontrol edildikçe, iktidar mevkiinde kalamayacaktır” (Akt. E. Mütercimler, Komplo Teorileri, s.107). Nitekim kısa bir zaman sonra Von Sanders, 13 Ocak 1914’te mareşalliğe yükseltilerek Osmanlı Ordusunda kritik konumlar elde edecek, Genelkurmay başkanlığına getirilecek Bronsart Von Schellendorf, daha İtilaf devletleriyle ittifak ararmış gibi yapıldığı 21 Ekimde, Enver Paşayla, “Karadeniz’de Rus donanmasına saldırılması, Kafkasya ve Mısır cephelerinde seferleri içeren bir plan üzerinde anlaşacak”(A.L. Macfie, Osmanlının Son Yılları, s.133), 9 Eylülde Osmanlı Donanma Komutanlığına atanacak olan Amiral Souchon da 29 Ekimde, Hükümetin, parlamentonun ve Padişahın haberi olmadan Rusya’nın limanlarını bombalayacaktı. Bu verileri ve sonraki gelişmeleri üstüste koyduğumuzda, Enver Paşa’nın olağanüstü bir hızla ve bütün kademeleri atlayan yükselişinin, gerçekte Almanların Osmanlının tepesine yükselişinden başka bir anlama gelmediği görülecektir. İşte Çanakkale’ye saldırının yolu bu sürecin sonucunda açılacak, Sarıkamış Harekâtı ise kaçınılmazlaştıracaktı. Ancak yinelenmelidir ki, Çanakkale’nin öngününde İtilaf Bloğunun asıl derdi Almanya’yı yenmekti. Çanakkale’ye de bunun için saldırılıyordu. Rus Dışişleri Bakanı Sazanov’un ifadesiyle; “Askeri birlikler İstanbul ve Boğazı ele geçirmek niyetiyle, Çanakkale yarımadasına çık(arken) Türkiye’nin savaşa devamını önlemek umut ediliyordu. Bu umut son derece iştah kabartıcıydı. Gerçekleşmesi Almanya’yı Bulgaristan ve Türkiye’den soyutlayarak ve Sırbistan’ın güneydoğusunu tehlike dışı bırakarak, savaşın elverişli ve çabuk sona erişine katkıda bulunacaktı.” (Anılar, S.304) İTİLAF GÜVENCE VERİYOR Tabii bunun öncesinde Osmanlının tarafsızlığı için bir dizi görüşme yapıldığı da anımsanmalı. İtilaf Bloğu, Alman ordusunun ilk dönemde gösterdiği olağanüstü performansın da kaygısıyla, Osmanlının Almanya ile birlikte savaşa katılmasını engellemeye çalışacaktı. 2 Ağustos Anlaşması’ndan habersiz olan müttefikler, tarafsız kalması halinde Osmanlının toprak bütünlüğünü tanıyacaklarına dair garanti vereceklerdi. Almanlarla anlaşma imzalamış olan Osmanlı ise, zaman kazanmak için bunun yazılı ve savaş sonrasını da kapsayacak şekilde verilmesini talep edecekti. Rusya, Osmanlının bu talebine önce itiraz edecekti; savaş sonrası için kendini bağlamak istemiyordu. Ancak İngiliz ve Fransız baskıları sonucunda buna razı olacaktı. Sonuçta üç İtilaf devleti, gönderdikleri bir nota ile, “Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü savaştan faydalanarak bozmaya kalkacak her düşmana karşı güvence vermeye hazır olduklarını” bildiriyor ve buna karşılık, “tam bir tarafsızlık sözü” istiyorlardı. (P. Renouvın, Age., s. 298) İtilaf Bloğu, 16 Ağustos’taki bu notayı, “Osmanlı İmparatorluğunun, devam eden savaşta, tarafsızlıktan doğan bütün sorumluluklarını yerine getireceğine ve Boğazları kullanan ticaret gemilerinin her durumda rahatsız edilmeden ve engellenmeden geçişini kolaylaştırmak için herşeyi yapacağına dair yazılı bir belge vermesi koşuluyla 22 Ağustosta yineleyecekti.” (A.L. Macfie, Age., s.117) Ancak bilindiği gibi Osmanlı bu güvence anlaşmalarına cevap vermeyecekti. Cemal Paşa’nın ifadesiyle “Almanya ile birlikte olduğumuzun anlaşılmaması için İtilaf devletleri ile görüşme” yapılarak oyun oynanıyordu. (E. Mütercimler, Gelibolu, s.12) EnverTalat iktidarı, hem tüm ipleri Alman militarizmine kaptırdığından Osmanlıyı savaş felaketinden koruyacak bir seçeneği değerlendiremiyor, hem de Alman savaş aygıtının performansına güvenle Mısır, Kafkasya, Turan hayalleri kuruyordu. YURTSEVER POLİTİKANIN OLANAKLARI Oysa İtilaf Bloğunun 29 Ekim saldırısı öncesinde verdiği taahhütler ile, “Rusya bize saldıracak,” bahanesi de inandırıcılığını yitirmişti. Nitekim başta Sadrazam ve Maliye bakanı olmak üzere Hükümetteki tarafsızlık yanlıları da Alman dayatmalarına karşı artan bir direnç göstermeye 2 Ağustos kelepçesinden kurtulmaya çalışıyorlardı. Bu durumda Osmanlı hükümeti de kilitlenmişti. Emperyalistlerin sözüne ilanihaye güvenilmezdi elbet, ama İtilaf Bloğunun bu sözünden sonra, uygun bir diplomasiyle değerlendirilebilecek büyük avantajlar elde edilmişti. Herkesin Osmanlıya göz koyduğu, ama herkesin diğerine karşı kolladığı bu rekabet ortamı, gerçekte Osmanlı için büyük bir hareket serbestisi yaratıyordu. İngiltere ve Fransa, müttefik olmalarına rağmen Rusların boğazları ele geçirmesini kesinlikle istemiyorlardı. Çünkü boğazları ele geçiren bir Rusya, onlar açısından, zayıf bir Osmanlıyla kıyaslanmayacak denli büyük bir sorun olacaktı. Dolayısıyla Rusya’nın sıcak denizlere inmek isteği, uygun bir diplomasiyle etkisizleştirilebilirdi. Nitekim Rusya, Boğazların kendisine açık tutulması garantisiyle mevcut duruma razı edilmişti. Özetle yurtsever bir yönetim açısından bu ortam, Osmanlının tüm dikkatini kalkınma ve tahkimatını güçlendirmeye yöneltmesi için büyük avantajlar sunuyordu.Ancak ne pahasına olursa olsun savaşa girmekten yana veya girmeye mahkum olan EnverTalat iktidarı, bu gelişmeyi görmezden gelecek, Rusların İstanbul hayalini de, savaş politikasını halka meşru gösterebilmek için istismar edecekti. Bu maceracı politikanın sonu ise, eğer Rusya’da devrim olmasaydı, İstanbul’da Çarlık bayrağının dalgalanması olacaktı. Kansere ‘renkli’ tarama İngiliz bilim adamları, “renklendirme yöntemi”yle kanserli hücreleri belirleyen yeni bir smear testi denedi. Klasik testle 10 dakikada, yeni yöntemle 2 dakikada sonuç alınıyor. Bu testi değerlendirmek uzmanlar için daha kolay. Çeviri Servisi İngiliz bilim adamları, bugüne dek kullanılan “smear testi”ni kolaylaştıran ve sonuca ulaşma süresini kısaltan bir “renklendirme yöntemi” geliştirdi. İngiliz Kanser Araştırmaları Dergisi’nde tanıtılan, kısa adı “MCM” olarak adlandırılan teknik sayesinde klasik smear testiyle 10 dakikada sonuca varılırken 2 dakika içinde kanserli hücreler belirleniyor. Uzmanlar, MCM’nin gelişmekte olan birçok ülkede, klasik testin gerekleri olan gelişmiş laboratuvar olanakları ve iyi yetişmiş uzman eksikliği nedeniyle binlerce kadının rahim ağzı kanserine yakalanmasına ya da hastalığın ileri safhalarında yakalanmasına son verebileceğine işaret ediyor. şer smear örneği alındı. Örneklerin birinde eski yöntemle, diğerinde yeni yöntemle kanserli veya kansere dönüşen hücre taraması yapıldı. Renklendirme tekniğinin zamanı beşte birine indirmesinin yanı sıra klasik yönteme oranla küçük bir yüzdeyle de olsa kansere dönüşen hücreleri belirleme konusunda daha güvenilir olduğu sonucu da ortaya çıktı. UÇURUM VAR Çalışmayı yapan ekibin başındaki Dr. Nick Coleman, “Hindistan’da her yıl 126 bin kadın rahim ağzı kanserine yakalanıyor, İngiltere’de ise bu rakam 2 bin 800. Bu fark, yeterli laboratuvar ve uzmana sahip olmayan gelişen dünyayla gelişmiş ülkelerin arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor” diyor. Dr. Nick Coleman, renklendirme yöntemi sayesinde gelişmekte olan ülkedeki kadınların da eskisine oranla daha kolay smear testi yaptırabileceğini ve böylece rahim ağzı kanserine kurban giden kadınların sayısının azaltılabileceğini vurguluyor. 455 KİŞİ KATILDI İngiliz Kanser Araştırmaları Vakfı ve Tıbbi Araştırmalar Konseyi Kanserli Hücre Ünitesi’nde görevli bilim adamlarının çalışması sonucu geliştirilen renklendirme tekniği 455 kadın üzerinde denendi. Her kadından iki
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle