22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 NİSAN 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Damdaki terlik!.. ‘BAHARİYE ADALARI’ 15 Enis BATUR Bir dakika okumak H ermann Hesse, 1952’de, 75. yaşına basması vesilesiyle bir okurunun yazdıklarından yaptığı kırk küçük parçalık seçkiyi yayımlatmış: Lektüre für Minuten, “Bir Dakikalık Okumalar” diyelim şimdilik, zaman içinde genişleyen bir kitap olmuş: Hesse’nin ölümünün ardından, yayıncısı, önce 550, ardından 1075 alıntıya dayanan iki ciltlik bir toplama dönüştürmüş onu. Yazarın hem bütün kitaplarından hem de henüz gün ışığına çıkarılmamış mektuplarından seçilen parçaların boyu bir cümleyle uzun bir paragraf arasında değişiyor. “Bir Dakikalık Okumalar”, çeşitli konu başlıkları altında toplanmış kitapta: Hayat, Ölüm. Yaşlılık, Eğitim, Ahlâk, Edebiyat, Sanat, Felsefe… Hesse’nin özdeyiş değeri taşıyan cümleleriyle, dünya görüşünün çekirdeğini yansıtan görüşleri yan yana getirildiğinde ortaya büyük, anlamlı bir tesbih çıktığını söyleyebilirim. Hesse, derin yazarlığının ötesinde Hümanist geleneğinin son ağır top temsilcilerinden birisi; her iyi şairden, yazardan devşirilemez bunca yoğun söz malzemesi. Oylumlu bir yapıt ortaya koymuş pek çok yazar için benimsenebilecek bir yaklaşım bu. Yazarın dünyasına “giriş” açısından işlevsel, yapıtının bütününü okuyamamış çok sayıda okur açısından güçlü bir seçki hazırlama yöntemi. Benzeri bir kitap, 1947’de, Paul Claudel’in yapıtından hareketle inşa edilmiştir: Başka bir bağlamda değineceğim Kara İnci, daha çok şairin inanç eksenli dünyasına ışık tutmak amacıyla kotarılmıştır. Burada, “inci” sözcüğünün yeğlenmiş olması üzerinde biraz durulabilir sanıyorum. Zaman zaman küçültücü bir ifadeye, kullanımlara da tanık oluyoruz “inci” denildiğinde. Şüphesiz böylesi bir tehlike yok diyemeyiz, cımbızla bağlamından çekilip çıkarılmış cümlelerin peşpeşe dizildiği, dizileceği yapay kitaplarda: İş, kitabı kuran ve kurgulayanın niyetine, hünerine kalıyor. İncicümle, özdeyiş, yoğun paragraf: “Bir Dakikalık Okuma”, bana gene de önemli görünüyor. Neden okur temrin yapmasın? Kendi payıma, nicedir gözde bir kitap derlemesi formu olarak geniş okur kitlesinin ilgisini çelen “Alıntılar Sözlüğü” türünden “altın sözler” kitaplarını kitaplığıma pek sokmadım ama, başkalarının işine karışmak tasam olmaz. Şu kaynaktan ya da bu kaynaktan, okkalı bir cümle ile yüzleşerek güne bağlamak, günü bitirmek bana boş yere çaba gibi gelmiyor. Yıllar yılı Saatli Maarif Takvimi’nin şimdi bize nostaljik gelen böylesi bir işlevi olmuştur. Bugün, bakıyorum da, sanal ortamda, özellikle haber portallarında da aynı uygulama sürüp gidiyor. “Düzgün bir adam, düşman toplamadan tek adım olsun atamaz” Hesse’nin, bir mektubundan alınmış bu cümle yalnızca bir düşünce alıştırması sayılamaz, için içine deneyim ve görgü de girmiştir. “Bir Dakikalık Okuma”, sözün gelişi bir dakika sürer. Hesse’nin cümlesini okumak için birkaç salise yeter de, o cümleyi anlamak için yılların birikiminin yardımı gerekebilir. Tanrının günü bu soydan tek cümle okuyacak olsak, yarım yüzyılda yirmi bin cümlelik bir depoya ulaşırız. Okumak var, okumak var öte yandan, kim tersini söyleyebilir? Erasmus’un Adagia kitabı bildik, ünlü deyişlerin açımlanmasına ayrılmış bir başyapıt. Toplam 4150 deyim ve deyişi kapsayan kitabında, kimilerini birkaç satırla savuşturur düşünür, kimilerini uzun uzadıya açar, kimileriniyse bağımsız bir kitap boyutunda işler. In crastimum seria (“ciddi işleri yarına bırakalım”) gibi bir sözü ele alalım: Erasmus’un bir tam sayfa ayırdığı, kıssadan hissesine öyle ulaştığı söze biz, okur gözüyle, kaç dakika harcamayı seçerdik? “Bir Dakikalık Okumalar” için gündelik hayatımızda bir cep açık tutulmalı. Dileyen âyet okusun (“oku! denmiyor mu?), dileyen Hesse’nin ya da bir başkasının cümlesini. Anlamaya, anlamlandırmaya ayrılacak vakit kesinkes kaybolmaya aday gösterilemez. Hermann Hesse eyoğlu’nda çıkan “Moniteur Oriental” gazetesine günün birinde yeni bir müdür gelir. Kısa zaman sonra gazetenin ön sayfasında çıkan şu haber kulaktan kulağa dolaşır tüm İstanbul’u: “Vapur boyunda ve cüssesinde, bilmem kaç yüz tonilatoluk bir balina, 31 Mart gecesi, havaya mağara yüksekliğinde sular fışkırta fışkırta, rıhtıma çarpmış. Bekçiler, ırgatlar korkudan bucak bucak kaçışmışlar…” Bu haber üzerine Yıldız Sarayı jurnal yağmuruna tutulur. Dönemin padişahı, “tahtın kurusun” diye anlaşılmasından korktuğu için “tahta kurusu” sözcüğünü yasaklayan II. Abdülhamit’tir! Gazete müdürü karakola çekilir ve Sermet Muhtar Alus’un deyişiyle “kuyruğu tava sapına çevrilir”. Sizin anlayacağınız muhteremi bir güzel döverler. Neden mi?.. Neden olacak; balina kuzey denizlerinde yaşayan bir canlıdır. Kim vardır oralarda? Rusya! Öyleyse bu haber Rusya’nın İstanbul’u işgal edeceğini ima ediyor, okurun kafasını karıştırıyor! Yaaa!.. Oysa, gazete müdürünün amacı sadece “1 Nisan” şakası yapmaktı! Ertesi günkü gazetede haberin şaka olduğu yazılınca, Osmanlı tokatını yiyen aynı gazeteci saray tarafından üçüncü dereceden mecidi nişanı ve 50 adet altınla ödüllendirilir. B kalılar!.. İstanbul’da yaşayan Afrikalı köleler için bahar, yılda bir kez de olsa şarkılarını özgürce söyleyebilmeleri demekti. İstanbullu, “Arapların Düğünü” adını takmıştı Afrikalıların buluşmasına. Bir bahar günü, Çamlıca Tepesi’nde yapılan bu buluşma Çırpıcı Çayırı’na taşınır sonradan. Düşünürüm hep; neden İstanbul’da yaşayan Afrikalıların anısına bir heykel konulmuyor Çamlıca Tepesi’ne!?. Özgürlük şarkıları söylesek etrafında, ellerimizde bahar çiçekleri… Ben ki, bir bahar günü, Çamlıca Tepesi’nin eteklerinde gezinirken uçurtma uçuran çocuklar ya da özgürce uçan göçmen kuşları ellerindeki dürbünlerle gözlemleyen insanlarla karşılaşınca onları, yaşantıları boyunca zürafa, gergedan, fil göremeyen, İstanbul’da doğup büyüyen Afrikalıları anımsarım... Bahar günleri, Galata Köprüsü’ndeki oltaların sayısında artış görülür. Ama, köprü üstünde balık tutanların hiçbiri, ülkelerinde bir gazetecinin düşüncelerinden dolayı ilk kez, bir bahar günü, 6 Nisan 1909 tarihinde Galata Köprüsü’nde öldürüldüğünü bilmez; bu yüzden de kendi yaşamlarında birer yem olmaktan kurtulamazlar. İstanbul’da bir bahar yazısı yazmak, Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey’i saygıyla anmak demektir. BAHAR’ ‘DOĞANIN GÜLMESİDİR Korutürk’lü Yıllarım/ Erdil K. Akay/ Erko Basım Yayın/ 204 s. 7 Ekim 197630 Haziran 1980 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Fahri S. Korutürk’ün ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapan emekli diplomat Erdil K. Akay, bu kitabında, görevi sırasında tuttuğu ajandalardan, toplantı özetlerinden, kendisine iletilen notlardan, tutanaklardan ve ayrıca Ali Baransel’in derlemiş olduğu Korutürk’e ait ‘Söylev ve Demeçleri’nden yararlanmış. 41 Kadın 41 Öykü/ Sedef Kabaş/ Doğan Kitap/ 306 s. Çelikten sağlam pamuktan hafif, ince yumuşak ışıltılı ve değerlidir ipek… Tıpkı kadınlar gibi… Kadınlar da görünümlerinin aksine şaşırtıcı derecede sağlam ve dayanıklıdırlar. İşte bu kitap, başarıyı ipekten dokuyan kadınların hikâyesi. Sedef Kabaş, iş, siyaset, basın, televizyon, reklam, halkla ilişkiler, müzik, edebiyat, sinema, tiyatro, bale, moda, bilim dünyasında azimle, cesaretle, sabırla başarı yolunu kat etmiş 41 kadının yolculuğuna ışık tutuyor bu kitapta. XXI. yüzyıl Türkiyesi’nde, kadınlar hâlâ okumuyor ya da okutulmuyor: Okuma yazma bilmeyen kadın sayısı 4 milyon 625 bin, Norveç’in toplam nüfusundan daha fazla. XXI. yüzyıl Türkiyesi’nde, kadınlar hâlâ çalışmıyor ya da çalıştırılmıyor: 13 milyon kadın, sadece “ev işleriyle” meşgul, İsveç ve Finlandiya nüfusunun toplamından daha fazla. XXI. yüzyıl Türkiyesi’nde, kadınlar hâlâ baskı görüyor, dövülüyor ve hatta öldürülüyor: Son 5 yılda 1806 kadın töre cinayetine kurban gitti, her gün 1 kadın töre adına katledildi. Türkiye’de başarıya giden yol kadınlar için çok daha uzun, dönemeçli ve engebeli. Sedef Kabaş bu engebeli yolu aşan Türkiye kadınlarının verdiği başarı mücadelelerini okuyucusuyla paylaşıyor. Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi/ Mehmet Perinçek/ Doğan Kitap/ 228 s. Bugün Türkleri soykırımla suçlayanlar, bir zamanlar Osmanlı’yı parçalama planları yapanlar mı? Ne oldu milleti sadıka olarak adlandırılan, darphanenin, baruthanenin emanet edildiği Ermenilere? Çarlık Rusyası’nın, İlgiltere’nin ve Fransa’nın bu trajedideki rolü ne? Başrol oyuncuları bu büyük sömürgeci devletler mi? Rumlar gibi Ermeniler de piyon mu? Ermeni ayrılıkçılarını daha savaş öncesinde silahlandıranlar kimlerdi? Bu kitap Rus arşivleri, dönemin diğer Rus ve Ermeni kaynaklarıyla birlikte Ermeni meselesine ve soykırım iddialarına ışık tutuyor. Sözcükbilime Giriş/ V. Doğan Günay/ Multilingual Yayınları/ 312 s. Bizim yararlandığımız kaynakların çoğunluğu Fransızca olduğundan, kavram kargaşasına yol açmamak için Türkçe terimleri Fransızca denkleriyle birlikte verdik.” Bu çalışmada, bir dilin temel taşları olan sözcükler ele alınıyor. Öteki Dilde Var Olmak/ Dr. Mehmet Hakkı Suçin/ Multilingual Yayınları/ 222 s. Bu çalışma, sözlük ve kalıplaşmış ifadeler düzeyinde genelde kaynak dil ve hedef dil arasında, özelde ise ArapçaTürkçe ve TürkçeArapça çeviride karşılaşılan eşdeğerlik sorunlarını ve bu sorunları çözmek için izlenebilecek stratejileri ele alan betimsel bir araştırma niteliği taşıyor. Bir Kadın Diplomatın Anıları/ Hüner Tuncer/ Logos Yayınları/ 144 s. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nda 20 yıl diplomat olarak görev yapan Doç. Dr. Hüner Tuncer’in kaleme aldığı anıları, bir kadın diplomatın diplomasi mesleğine bakış açısını yansıtması ve bu meslekte karşı karşıya kaldığı güçlükleri dile getirmesi açısından önem taşıyor. Doç. Dr. Hüner Tuncer, kitabına ilişkin düşüncelerini şöyle özetliyor: “Anılarımı yazarken, mesleğimin icabı yerine getirmiş olduğum siyasal etkinliklerden hiç söz etmedim. Galiba burada ‘sefaretname’ uygulamasını gerçekleştiren Osmanlı elçilerini kendime örnek aldım, Osmanlı elçileri, sefaretnamelerinde, siyasal etkinliklerinden hiç söz etmezlerdi, çünkü bunları devlet gizi sayarlardı. Sefaretnamelerde, Osmanlı elçilerinin, genellikle, gönderildikleri ülkelere gidiş ve dönüş yollarında konakladıkları kabul törenlerini, gittikleri ülkelerin âdet ve geleneklerini ve kendilerine uygulanan protokol yöntem ve kurallarını ayrıntılarıyla kaleme aldıkları görülmüştür. Ben de, anılarımda, bir Türk kadın diplomatın atandığı ülkelere ilişkin izlenimlerini, başından geçen ve ilginç olarak nitelendirebileceği olayları ve çalışma ortamında karşı karşıya kaldığı sorunları gerçekçi bir bakış açısıyla dile getirmeye çalıştım.” Gecelerin En Güzeli/ Ömer F. Oyal/ Literatür Yayıncılık/ 400 s. “Benim adım Caday. Kutsal bir taşım ben. Zaman içinde elden ele dolaşıp, insanların yaşamlarına girdim, bazen de kaderlerine yön verdim. Bunlardan biri de evli ve bir çocuk babası Cemal’di. Eski bir solcu olan bu adamın hayatı bir gün servisle işe giderken değişti. Belki de tekdüze hayatı biraz renklendi demeliyim. Benim adımı sayıklar oldu bilmediği bir dilde ve bir kayın ormanının dalları tüm vücudunu sarıyormuş hissine kapılıyordu durduk yerde. Şaşırdı, korktu, bir anlam veremedi tüm olanlara. Çözüm yolu ararken işinden, eşinden, çocuğundan uzaklaştı. Yasak bir ilişkinin eşiğinde, bambaşka biri oluvermişti. Bu başkalaşım, gündüz düşleri ve sayıklamalar, üniversite yıllarından tanıdığı eski bir ülkücü olan Osman’la Cemal’in yollarının kesişmesine neden oldu. Bundan sonra da onun hikâyesiyle benimki iç içe geçti, birlikte gelişmeye başladı...” Ömer F. Oyal, kutsal bir taş ve Caday’la birlikte farklı hayatların içine, tarih içinde birçok serüvene doğru sürüklüyor okuyucuyu. Ne gariptir ki, II. Abdülhamit’in tahttan indirilerek, Selanik’e sürgüne gönderildiği gün, 1909 yılının 27 Nisan’ıdır!.. Doğanın gülümsemesidir bahar. Bu yüzden “1 Kasım” ya da “1 Şubat” şakası yoktur. Kış mevsiminin pencere altlarına sıraladığı buz hançerler, pencere önlerine konulan saksılarda açan çiçeklere bırakır yerlerini. İstanbul’un iki yakası arasında mekik dokuyan vapurların güvertesindeki sıralarda da, gönlü çiçek açmış yolcular oturmaya başlar. Kışın kalın, koyu renkli kazakları, anıların unutulmaya karşı kullandığı kimyasal silahı olan naftaline sarılarak dolaba kaldırılır. Baharın gelişi evlerin damlarından anlaşılır. Bacaların kızgınlığı kışın yalnızlığını üstünden atmaya çalışan kedilere bırakır yerini. Miyavlamalardan uyuyamayan bir İstanbullu, terliğinin tekini dama fırlatır kızgınlıkla. Kedi, bir eş bulur kendine, yalnız kalan terlik olur… Yalnızca kediler mi? Tüm canlılar kendilerine bir eş bulurlar. Cansızlara özgüdür, baharda yalnız kalmak! Tıpkı, damda üşüyen terlik gibi… Patika yolların kıyısındaki çiçeklerden kolyeler yaparak çıkarlardı Çamlıca Tepesi’ne. Yılda yalnızca bir kez bir araya gelmelerine tahammül edilirdi. Saraydan alınan izinle şarkılarını söylerlerdi o gün, bir ağızdan… Ortak özellikleri söyledikleri şarkılar değildi yalnızca!.. Hepsinin de karaydı teni!.. Afrikalılardır onlar; köle tüccarları tarafından topraklarından koparılan, Çemberlitaş’taki Esir Han’da satılan Afri Az önce göçmen kuşlardan söz edince aklıma geldi: Bahar, İstanbul Boğazı’nın fokları için birer köpek kulübesi gibi kullandıkları yalıların kayıkhanelerini terk etme mevsimiydi!.. Yalıların gerçek sahipleri nisan ayıyla birlikte gelmeye başlayınca, foklar da Boğaz’dan ayrılır, İstanbullulardan uzak olan Tuzla kıyılarına göç ederlerdi. İstanbul’un iki yakasında, bahar günleri gidilen iki yer vardı ki, her ikisi de “Bahariye” adıyla anılır. İlki, Kadıköy’de bulunan Bahariye’dir. Günümüzde bir ağaç gölgesinin zor bulunduğu bu yerde, karanlık bir kuyu gibi “Bahariye Caddesi” uzanmaktadır. İkincisi ise Haliç’te, Eyüp iskelesinden Silahtarağa’ya kadar uzanan kıyı şerididir. Buradaki küçük adacıklar “Bahariye Adaları” olarak bilinir. Kadıköy’deki eski Bahariye’ye “kuyu gibi” demiştik. İşte, bu kuyunun suyu öbür yakada bulunan Bahariye’de çıkar karşımıza. Bir su ki, değil yüzmek, yanında bile duramazsınız!.. Diyeceğim o ki, güzel bir bahar günü, her iki Bahariye’den birine gitmek, kuyuya düşmekten farksızdır. Bir bahar daha geçiyor İstanbul’dan.. fark ettiniz ya da etmediniz, yaşadınız ya da yaşamadınız!.. Herkes için umut ve neşe kaynağı mıdır bahar? Hayır! En azından biri için öyle değildir. O’nun kim olduğunun yanıtı şu dizelerimde gizlidir: Havalar ısınmaya başlayınca bu aşk da biter ben ki bırakırken bir anlık gülümsediniz diye paltonuzun sıcaklığıyla avunan vestiyer Baba adayının izni şart Çeviri Servisi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) en üst kurumu olan Yüksek Mahkeme, İngiliz Natallie Evans’ın dondurularak saklanan embriyonları kullanarak o dönemdeki erkek arkadaşının rızası olmamasına rağmen çocuk doğurma istemini reddetti. 35 yaşındaki Evans, yumurtalık kanserine yakalandığı 2001’de erkek arkadaşı Howard Johnston’la birlikte embriyon saklama kararı almıştı. İngiltere’de görülen dava, erkeğin de rızası gerektiği için aleyhine sonuçlanınca AİHM’ye başvuran Evans, burada da isteğine ulaşamamış ve bebek sahibi olmak için son şansı olarak gördüğü Yüksek Mahkeme’ye başvurmuştu. İngiliz kadın AİHM’ye yaptığı ilk şikâyet başvurusunda, “İngiltere’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkıyla ilgili 2, özel ve aile yaşamına saygıyla ilgili 8 ve ayırımcılığın yasaklanmasıyla ilgili 14. maddesini ihlal ettiğini” öne sürmüştü. Ancak 17 yargıçtan oluşan ve kararına itiraz hakkı bulunmayan Yüksek Mahkeme de Evans’ın baba adayının rızası olmadan anne olma isteğini geri çevirdi. “Bilim terimle yapılır. Her bilimin kendi üstdili vardır. Türkiye’deki dilbilim ve altdallarının belli bir geçmişi vardır ve bu alanda belli bir terim birikimi gelişti. Ama dünyada bilim ilerlediğine göre yeni terimlerin çıkması kaçınılmazdır. KARARA İTİRAZ HAKKI YOK 2002’de yollarını ayırdığı Johnston, Evans’ın embriyonları kullanma isteğine karşı çıkmıştı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle